Nail Uyar, 1999’da çıkan ilk kitabı “Son Yürüyüş”ten bu yana 5’i öykü, biri anı ve biri de deneme olmak üzere 7 kitaba imza attı. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Meşeler Göverince” kitabında da yeni ö...

Nail Uyar, 1999’da çıkan ilk kitabı “Son Yürüyüş”ten bu yana 5’i öykü, biri anı ve biri de deneme olmak üzere 7 kitaba imza attı. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Meşeler Göverince” kitabında da yeni öykülerle okuyucuyla buluştu Öykü yazarı Nail Uyar, Kora Yayınları’ndan çıkan “Meşeler Göverince” adlı öykü kitabında geniş zamana yayılan bir anlatıyla yeniden okuyucu karşısında. Uyar’la yazarlığını besleyen kaynakları, etkilendiği yazarları konuştuk. Uyar, iş hayatı dahil hayatının her döneminin yazmak adına kendisine besleyen bir kaynak olduğunu söyledi. 12 Eylül’ün de sık geçtiği öyküler hakkında da konuşan yazar, “12 Eylül henüz yeterince masaya yatırılmadı” dedi. Yazdıklarınızın önemli bir kısmında birinci kişi konuşuyor. Dolayısıyla yaşantınızın anılarınızın yazdıklarınızda etkili olduğunu görüyorum. Yazmak, sizin için geçmişle buluşmak mı aynı zamanda? Geçmişin izleri her yazarda olduğu gibi bende de etkili. Çocukluk ve gençlik bitmez tükenmez bir hazinedir. Yazdığım öykülerin pek çoğu yaşanmışlıklardan yola çıkarak yazdıklarım. Tabii hepsi birinci kişi değil.  Kahramanı ben olduğum öyküler var. Aslında kendi yaşadıklarınız veya başkasına dair tanıklıklarınız… Sonuçta yaşanmadan yazılmıyor. Öykülerim hepsi okunduğunda yalnız birinci tekille anlatmadığım görülecektir. Çoğu birinci tekil şahıstan çok üçüncü tekil şahısla anlatılan öykülerdir. Az da olsan -edebiyatımızda çok az rastlanan- ikinci tekil şahısla anlattığım öykülerim de vardır. Tanıklık demişken, 12 Eylül’ün yazdıklarınızda epey bir etkisi olduğu görülüyor. Bu döneme sadece tanık değilsiniz sanıyorum… Evet, sıkıyönetim dönemine denk gelen bir askerliğim oldu. Askerlik döneminde yaşadıklarım öykülere epey konu oldu. Ağır denilecek tanıklıklarım. TÖB-DER’li öğretmenlere tanık oldum. Yaşadıkları işkenceleri gördüm. Ben de bazı haksızlıklara uğradım. Hacılarkırı’ndaydım. Siyasi düşüncelerimden dolayı sıkıntılar yaşadım. O dönem açıkçası benim için bir travma oldu. Yazmanın bu travmaya bir faydası oldu mu? Tabii bir sağaltım oldu. Ardından bunların okunması, sohbetlere konu olması elbette insan ruhunda bir iyileşme sağlıyor. Biraz yazma serüveninizden söz eder misiniz? 1975’lerde yazmaya başladım. Bazı nedenlerle yazmaya ara verdim. 1999’da “Son Yürüyüş” adlı öykü kitabım yayımlandı. O kitap daha sonra “Gonca Bir Güldü” adıyla Kora Yayınları’ndan çıktı. Neden böyle bir isim değişikliği yaptınız? Bu öykü yayımlandığında edebiyat dünyasında tanınmıyordum. Kanyılmaz Matbaası basmıştı. El yazısıyla yazılmıştı. Daktilom bile yoktu. O kitabın kapağında 68 Kuşağının bir mitinginden bir fotoğraf vardı. Kitabın adında da “yürüyüş” olunca insanlar eline alıp bırakıyordu. O kitaptan çok sıkıntı çektim. Hele hele öğrenci kesimine hiç yanaşamıyordum. Anladım ki bizim toplum politik aksiyonu hatırlatan kitaplardan uzak duruyor. Öykünün adını da “Gözaltı” diye değiştirdim. “Gonca Bir Güldü” kitapta yer alan öykülerden biri. 1970’lerdeki bir genelev gözlemime dayanarak yazdığım bir öykü. Bir dram diyebiliriz. Oysa sizin döneminiz “eylem”, “politika”, “devrim”, “grev” gibi sözcüklerin hemen her gün dolaşımda olduğu bir dönemdi. Bu kavramlara mesafeli olunmasını nasıl açıklamak gerek. Size hazin gelmiyor mu? Açıkçası 1980 sonrası kuşağının bizi anlamadığını düşünüyorum. Biraz da apolitik bir kuşak yetiştiğini söyleyebilirim. Anlattıklarımız onların dünyasına hitap etmiyor. 12 Eylül, yeni kuşakların geçmişle bağ kurmasının yolunu kesti. Bizim yaşadıklarımız başkaydı ve bazı şeyler gerçekten yaşanmadan anlaşılmıyor. Tabii biz de kendimizi yeni nesillere yeteri kadar anlatamadık. Mehmed Kemal’in deyimiyle acılı kuşağız. Yazma serüveninizden devam edelim. 1980 öncesi kuşağın okuma tutkusu hep konuşulur. Sizi en çok etkileyen yazar ya da kitaplardan söz etsek… Orhan Kemal’in “Dünya Evi” romanını okuyarak başladım. Zaten Türk edebiyatında da onun üzerine yazar tanımam. Dilindeki basitlik ve akıcılık beni çekmiştir. Okuma tutkusunu ve yazmayı Orhan Kemal’e ve Fatma Girik’e borçluyum. Onun en sevdiği yazarlardan birinin Orhan Kemal olduğunu öğrendikten sonra Orhan Kemal’e yöneldim. Orhan Kemal üzerine yıllardır çalışan biri olarak bundan haberim yok. Nerede okudunuz ya da dinlediniz Fatma Girik’i? Gençliğimin ilk yıllarında Fatma Girik’e karşı platonik bir aşkım ve de hayranlığım vardı. 15-16 yaşlarındayım. Ses dergilerini alıyorum. Fatma Girik’e Doğan Hızlan soruyor. O güne kadar Bir tek roman okumuş değilim. Hızlan, Girik’e en çok hangi yazarı okuduğunu soruyor. Orhan Kemal’i okuduğunu söyleyince ben de hemen anneme kitap almasını istedim. O kadar akıcı ve kolay yazıyor ki ben de çok sevdim. “Dünya Evi” romanının kapağı hala gözümün önündedir. Altın Kitaplar Yayınevi’nden çıkan baskıydı. Bu arada edebiyatla ilişkilendiğimden bu yana tek bir şiir yazmadım. Genellikle şiirle başlanır; ama ben hep öyküden gittim. 12 Eylül üzerine yazılan eserlere ve filmlere bakmışsınızdır. O dönemin hakkıyla anlatıldığını düşünüyor musunuz? 12 Eylül’ün yeterince masaya yatırılmadığını düşünüyorum. Yayımlanan eserler var; ama 12 Mart kadar üzerinde durulmadı. 12 Mart yarı darbe gibiydi. 12 Eylül tam bir askeri darbe oldu. Travması ağır oldu. İnsanlar belki bu nedenle üzerinde durmadılar. Oya Baydar gibi arkadaşlar dile getirdiler. Ama yeterli değil. Aradan 40 yıl geçti; ama daha çok tartışılması ve yazılması lazım. Ben de öykülerim ve anılarımla karınca kararınca bir katkı sunduğuma inanıyorum. O dönemi bilen insanlar yazdıklarınızı okudular. Neler duydunuz? Yazdıklarım onları mutlu etti. Mutlu etti derken, o dönemi anlatmam onlar için kıymetliydi elbette.  Güzel olduğunu, memnun olduklarını söylediler. Öğrencilik yıllarından beri tanıdığım arkadaşlarım da okudu. Tabii farklı bir duygu. Öykülerinizin önemli bir kısmı zaman belirterek başlıyor. Neden böyle bir yol tercih ettiniz? Aslında özellikle izlediğim bir yol değildi. Yani bir yöntem değil. Anlatılar bir döneme ait olduğu için bilinmesini istedim. 1970’lerin 1980’lerin bilmesi gerekiyordu. o nedenle zaman vurgusu yaptım. Kitap yazmak ya da edebiyatla uğraşmak size para kazandırdı mı? Açıkçası ilk kitabımda dostlarımın ilgi ve desteğini gördüm. Onun dışında edebiyat bana para kazandırmadı diyebilirim. Özellikle görsel basında, hadi buna yazılı basını da katalım, yeterince tanıtılmadığınız sürece karşılık görmüyorsunuz, ya da göremiyorsunuz. Yazdıklarımız daha çok edebiyat dünyasında yayılıyor, duyuluyor. O zaman da okuyuculara yeterince ulaştırılmadığı, eleştirmenlerce yeterince tanıtılmadığı zaman satış grafiğiniz istemeseniz de düşük oluyor. Kitaplarınızda farklı şehirler geçiyor. Şehirlerin sizdeki etkisini konuşabilir miyiz? Uşak-Eşme’den 1963’te çıktım. 7 yılım Salihli’de geçti. Büyük depremlere denk geldi o yıllar.  Bende büyük etkisi var. Son kitabım “Meşeler Göverince”deki “Kırk Yıl Sonra” adlı öyküde de o dönemi anlatıyorum. 50 yıldır İzmir’deyim. 70-80 yılları arasında çeşitli işler yaptım. 20’ye yakın esnafın sanatkarın yanında çalıştım. Bunlar da bir malzeme oldu. 12 Eylül sonrasında sürgün oldum. Sürgünlüğüm de beni çok etkiledi. Kısacası yaşantı bizi besliyor. Öyküleriniz arasında zaman, mekân ve insan bağı olduğu görülüyor. Buradan yola çıkarak soruyorum, bir roman denemeniz olacak mı? Roman denemesine kalkışamıyorum. Canı tez, bir adamım. Yazdıklarım çabucak bitsin istiyorum. Her an ölecekmişim de yazdıklarımın yarım kalması korkusu beni romandan uzaklaştırıyor. Çünkü roman uzun soluklu bir iş. Ki yaş itibariyle artık dostlarımın da bir kısmını kaybettim, kaybediyorum. Hatta çocuklarıma da vasiyet ediyorum. Ölürsem şu öykü kitabım yarım kalıyor. Onu basın diye…