3 Kasım 2002’den bu yana adında hem

3 Kasım 2002’den bu yana adında hem “adalet” hem de “kalkınma” olan siyasi parti iktidarda. 20 yıl geçmiş üzerinden. 3 Kasım 2002’de dünyaya gelen bir çocuk şimdi 22 yaşında. 20 yıl deyip geçmeyin. Az süre değil bu. Nesil çıkmış bu 20 yılda. Ben ilk günden “muhalif” olanlardanım. Oy vermedim, asla da vermem. Ama oy verdiklerimden “memnunum” da diyemem. Çünkü bırakın son 20 yılı, son 50 yılda gelen gideni hep aratmış. Bugün sanki bir “final” sürecindeyiz! Ama ‘Neyin finali?’; işte o sorunun cevabı net değil.

Mega problemler, projeler ve sürekli konuşanlar hep aynı 50 yıldır. 1950’de “tek parti iktidarını” yıkan DP, hemen sonrasında kendi “tek parti iktidarını” yaratmış. 1980 darbesinden sonra gelen ANAP da aynısını yapmamış mı? Memlekette bugünkü AKP gibi kendi “tekliğini” yaratanlar, sıkışınca hep 1950 öncesine gönderme yapmıyor mu? Sanki bugünün “tek parti iktidarı” olan AKP, ülkede ideal demokrasiyi kurmuş!

Bırakın şimdi AKP’yi, AKP dediğiniz bir sonuç belki…

Peki başlangıç nerede?

Hemen söyleyim. 3 Kasım 2002’yi yaratan 14 Mayıs 1950’dir. 14 Mayıs 1950’yi yaratan da 23 Temmuz 1923’tür, işte o kadar!

Size komik gelebilir ama, bence başımıza gelen her fenalık, o ABD malı süt tozlarını kabul ettiğimiz gün başladı. Ne vardı acaba o süt tozlarında? Bence “unutkanlık ve bencillik” mikropları ve yıllar içinde etkisini gösterdi.

O İngiliz ne demişti Lozan’da İsmet Paşa’ya? “Ne istedikse vermediniz ama kuruş paranız da yok, fabrika, hastane, okulunuz da yok. ‘Paşa paşa’ geleceksiniz Paşaaa! Her istediğinizde, bugün alamadıklarımızı çıkaracağız cebimizden…”

Yazık ki “istedik” ve onlar da alamadıklarını başka türlü geri alarak verdiler, bugün ne birlikteliğimiz ne dayanışma ve paylaşımcılığımız ne komşuluk ve aile değerlerimiz kalmadı. Medyasından ekonomisine her şey hızla “yabancılaşıyor” ve “vahşileşiyor”. 1950’den bu yana kim “yerli ve milli” dediyse önce “yerli ve milli kaleleri” düşürdü. Cumhuriyetin 15 yılda kurduğu ne varsa, “küçük Amerika” sevdasıyla satıldı, yok edildi. Bu yüzden sadece yaşadığımız bugün nedeniyle AKP’ye kızmamak lazım. Onlar devraldıkları “görevi” yerine getirdiler.

Allah aşkına söyler misiniz?

Bugün cebinde parası olmayan ne olabilir? Muhtar bile olamaz. Belediye Başkanı veya milletvekili olmak için en “demokrat” görünen siyasi partilerden bile edepsiz dedikodular çıkmıyor mu? Siyasetin “parayla” döndüğü sistem “demokrasi” olabilir mi?

Önümüzde yine seçim var, seçimler var. Aday adaylarına bakın hele. Bilgi, deneyim, görgü, idealizm mi yoksa “maddi gücü mü” konuşuluyor kulislerde? İki lafı bir araya getiremeyecek ya da lidere yağcılığı siyaset sayan “cahil zenginlerin” hakimiyetinde bir sistem bu.

Tevfik Fikret 1910’larda yazmış “han-ı yağma” şiirini. “Yiyin efendiler yiyin, patlayıncaya kadar yiyin” demiş. 1910’lardan beri “yiyen efendiler” bırakın “patlamayı”, saltanat kurdular. Milleti de “meşrutiyet, demokrasi” diye “uyuttular.” Kendileri patlamadı ama, oy veren millet “ekmek” alırken dahi kara kara düşünür oldu. “Dün” çay kuyruğunda elinde parasıyla çay bulamayanlar, şimdi çay bolluğunda parasızlıktan çay alamıyor. Yalan mı?

Kabul edelim artık, biz avucumuzda çekirdek, tribünden seyrediyoruz sadece. Lakin artık avucumuzda çekirdek de kalmadı. İşte “fena” olan “en fena” olan bu!

İZMİR’İN “REHBERLERİ”

Bir elimde Engin Berber’in “İzmir 1920 Şehir Rehberi”, diğer elimde George Poulimenos’un “İzmir 1922 Rehberi”. İkisini bir arada inceliyorum bugünlerde. Yazılan yorumların, eleştirileri de dikkate alıyorum elbet. Ama benim peşinde olduğum başka… Fakat bugüne yetiştiremedim işte. Günlerim yoğun geçiyor. Bugün, 8 yıl sonra yeniden yayına dönüyorum günlük. Ama inanın bu iki rehber çok önemli, hem de çok. Yazarların anlayışları bir yana, ortaya koydukları ve pek tartışılmayan bir kısımlar var. Umarım cumaya ilk yazıyı yazacağım. Biliyorum yine kızanlar olacak ama İzmir iş dünyasının İzmir’e aidiyetsizliğinin nedenini buldum! Torunlar dedelere neden bu kadar saygısız, biliyorum. Bakalım, Cuma ola hay’rola.