Mübadeleyi isteyen Yunanlar’ın, tarihi gerçekleri çarpıtmada üstlerine yok…

Bizler ekonomik krizler ve siyasetteki ağız dalaşına kulak kabartırken, çevremizde, hatta en yakınımızda olan bitenlerden habersiz durumdayız. Son aylarda Yunanistan ile Ege’de yaşadığımız krizler bi...

Abone Ol
MÜBADELEYİ KİM İSTEDİ? Yunanistan, 1923 yılında Türkiye ile yaptığı nüfus mübadelesinde de aynı tutumu izlemiş ama başarılı olamamıştı. Bugün hâlâ içeriği çok bilinmeyen, sadece sonuçları ve haklı acıları ile anımsanan nüfus mübadelesi, hukuki ve tarihi boyutuyla titizlikle incelenmesi gereken bir konu. Ben de 1923’te Selanik’ten İzmir’e göç eden bir ailenin çocuğuyum. Tıpkı Ege’nin dört bir köşesine saçılmış on binlerce ailenin çocukları gibi. Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı Hüseyin Özbek, mübadele konusunu Türkiye’de derinlemesine inceleyen uzmanların başında geliyor. Özbek’in uyarıları, bugün ne kadar büyük bir riskle karşı karşıya olduğumuzun da kanıtı aslında… Önce kısa bir anımsatma. İzmir’in kurtarılması ve İstiklal Savaşımızın zaferle sonuçlanmasından yaklaşık beş ay sonra, 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında, “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalanmıştı. Lozan Anlaşması görüşmeleri henüz tamamlanmadan, imzalanan protokole göre Yunanistan uyruklu Müslümanlar Türkiye’ye, Türk uyruklu Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderilecekti. Yunanistan’da Batı Trakya Müslümanları (Türk), Türkiye’de ise İstanbul (Adalar dâhil) Rumları mübadele dışı kalacaklardı. BELGELİ YALAN Bugün başta eski solcu-yeni liberal aydınların dillerine doladıkları, “Mübadele Türkiye’nin isteği ve zorlamasıyla gerçekleşti, 1.2 milyon Rum yerinden yurdundan edildi” yalanını, bizzat Lozan Anlaşması tutanakları belgeliyor. Mübadeleyi büyük bir ısrarla isteyen taraf Yunanistan’dı. Ve bu tutumları, kendilerine göre çok haklı bir mantığa dayanıyordu… İngiltere’nin maşası olarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal eden Yunanistan, 9 Eylül 1922’de aynı İzmir’de denize dökülene kadar dünya tarihinde eşine az rastlanır sivil katliamları gerçekleştirmişti. Ankara’nın burnunun dibine kadar gelen Yunan kuvvetleri, geçtikleri her şehre her kasabaya her köye büyük zarar vermişlerdi. Kadınlara tecavüz etmek, hamile kadınların karınlarını deşip doğmamış bebekleri süngü uçlarına takmak, insanlarımızı camilere doldurup ateşe vermek gibi alçakça katliamların müsebbibi idi Yunanlar… TBMM Orduları Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Yunan ordusunu “Askerlik şerefinden yoksun katiller sürüsü” olarak tanımlamakta idi. Ve en üzücü olanı, bu katliamların yaşandığı yerlerdeki Rum nüfus, yapılan alçaklıklara karşı çıkmamış, maalesef büyük oranda da desteklemişti. KARŞILIĞI OLMAYACAK MI? Ülkelerini işgalcilere karşı savunması gereken Rum ahali, işgalci ile iş birliği yapmış, hatta Yunan ordusuna asker yazılarak kendi ülkesine silah çekmişti. Bu durum buz gibi “vatana ihanet” suçuydu. Ve işgalden sonra elbette bir karşılığı olacaktı. 26 Ağustos 1922’de başlayan ve 9 Eylül 1922’de İzmir’de sonlanan Büyük Zafer sonrasında, Yunan tarafını büyük bir telaş sarmıştı. Derhal bir nüfus mübadelesi olmazsa, bugün hâlâ Ege köylerinde dilden dile dolaşan vahşetlere destek veren Rum yerel ahalisinin kılıçtan geçirilme tehlikesi vardı. İş sadece Ege ile sınırlı da değildi. Karadeniz’de yaşayan Ortodokslar’ın bir bölümü, Yunanistan destekli Pontus devleti kurmak için Pontus çeteleri kurup çevredeki Türk köylerinde etnik temizlik yapmışlardı. Atatürk; Nutuk’ta, bu kalkışmalara değinirken, silahlı unsurların 25 bin kişiyi bulduğunu, Karadeniz bölgesinde sayısız katliamlar yaptığını söylüyordu. 1.2 MİLYONUN ÇOĞU GİTMİŞTİ Pekâlâ benzer bir durum Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türk azınlıkta yaşanıyor muydu? Kesinlikle hayır… Türkler’in bırakalım silahlı eylemi, Yunan devletine karşı aleyhte siyasi faaliyeti bile yoktu. Nitekim Mübadele Protokolü imzalandığında Yunanistan uyruklu 500 bin civarında Müslüman - Türk Anadolu’ya göç ederken, Türkiye’de mübadele kapsamına giren Ortodoks Rum sayısı 1 milyon 200 bin civarındaydı. Ancak bunların çok büyük çoğunluğu İstiklal Savaşı’nın son günlerinde ve hemen sonrasında zaten apar topar ülkeyi terk ettikleri için, mübadele kapsamına giren nüfus yaklaşık 600 bindi. Ve yıl 2021… Aynı Yunanistan, Mübadele Protokolü’nü büyük bir ısrarla isteyen kendisi değilmiş gibi, bu nüfus değişimini “Rumları Anadolu’dan zorla göndermek için Türkler tarafından uygulanmış tek taraflı, hukuk dışı bir tasarruf olarak” yansıtıyor. Arkasına ABD’nin siyasi ve askeri desteğini de alan Yunanistan, büyük bir kurnazlıkla kurgulanmış bu oyun ile Ege’de işgal ettiği 18 adamızı unutturmak, kara sularını 12 deniz miline çıkararak Türkiye’yi Ege’de balık bile tutamaz hale getirmek istiyor… Ya biz ne yapıyoruz? Ekonomik kriz, işsizlik, döviz kuru, seçim, yeni anayasa, tarikatçı generaller vs vs… Biz cambaza bakarken, çevremizde büyük bir oyun oynanıyor…  

HEPSİ BİRDEN YÜKSELİYORSA, DÜNYADA TEKİZ DEMEKTİR!

Türk ekonomisinin geldiği durumu anlamak için “artık” derin ekonomi bilgisine ihtiyaç bulunmuyor. Merkez Bankası’nda yapılan gece yarısı değişikliği ile bugün hem faiz oranları hem döviz kuru seviyesi hem enflasyon hem de işsizlik aynı anda yükseliyor. İktisat tarihçilerinin engin bilgilerine sığınmamız gerekecek. Zira bu parametrelerin tümünün aynı anda yükselmesi, sanıyorum dünyada başka bir ülkede örneği olmayan bir olay. Bir aracın hem sağa hem sola dönebilmesi, aynı anda ileri geri manevra yapmak istemesi gibi absürt bir durumla karşı karşıya olduğumuz kesin… İş dünyasının tüm uyarılarına rağmen 1 Nisan’da sona erdirilen Kısa Çalışma Ödeneği uygulaması sonrasında, yeni bir kitlesel işsizlik dalgasının geleceğini de öngörmek güç değil. Sayın Cumhurbaşkanımızın “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” cümlesiyle özetlenen meşhur iktisat teorisinin, ilk uygulama alanının Türkiye olduğu ve sonucun tam bir hezimet yaşattığı görülüyor. Son iki senede dolar kurunu 7 TL’nin altında tutmak için adeta cayır cayır yakılan 128 milyar dolarlık Merkez Bankası rezervleri ise Türk ekonomisinin döviz kurlarındaki artışa karşı elinde sadece faiz silahının kaldığını gösteriyor. Ne kadar etkili olduğu ve çoğu zaman da tutukluk yapan bir silah bu elbette… DEĞİŞEN NE OLDU? Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın göreve geldiği 2020 yılı Kasım ayındaki ekonomik şartlardan çok daha kötü durumdayız. Dolar kurunun 8,5 TL seviyesine çıktığı günlerde, bir gece yarısı operasyonu ile göreve gelen Ağbal faizi dört ayda yüzde 19’a kadar artırmıştı. Ancak faizden daha önemli olan, iç ve dış piyasalara MB’nin emin ellerde olduğu güvenini vermişti. Bu güven sayesinde TL, yüzde 15’e yakın değer kazanmıştı. Sebebinin ne olduğu anlaşılmayan bir gece yarısı operasyonu ile görevden alınan Ağbal’ın koltuğuna oturtulan Prof. Şahap Kavcıoğlu ise ayağının tozu ile faiz oranları ile oynanmayacağını söylüyor. Oysa çok değil, birkaç hafta önce Yeni Şafak gazetesinde yazdığı ekonomi analizleri, söyleminin tam aksi yönde. Sayın Başkan yazılarında vücut bulan fikirlerine uygun icraatlar mı yapacak? Yaşayarak göreceğiz… BAKAR KÖR MÜYÜZ? Bu meyanda dolar kuru yeniden 8,5 seviyesini test ediyor, faizlerin, azaltılmak bir yana, daha da artırılması gerektiği piyasaların ortak beklentisi olarak öne çıkıyor. Faizin bu kadar yüksek ateşi ile kimsenin yatırım yapmayacağını, iş alanlarının açılmayacağını, işsizliğin daha da artacağını görmek için “bakar kör” olmamak yetiyor… “Bir konunun izahı olmazsa mizahı olur” cümlesinden hareketle, yaşanan bu akıl almaz süreci ancak “Efendi ile Arabacı’nın Hikâyesi” ile açıklayalım mı? Osmanlı döneminde zengin bir efendi, seyahatlerinde muhabbetini sevdiği arabacısına espriyle karışık takılmış. “Sana bir teklifim var” demiş… “Şu bizim atın yere düşen pisliğinden bir avuç yersen, bu arabayı sana veririm.” Arabacı önce gülmüş ama sonra fikir cazip gelmiş. “Yahu” demiş içinden, “Altı üstü bir avuç yutacağım, ben bu arabaya rüyamda bile sahip olamam…” “Tamam” demiş efendisine, sözünün gereğini yapmış! Yola devam ederlerken bu kez efendi işkillenmiş… İçinden, “Yahu saçma sapan bir iddiaya girdik, arabacı kendisinden beklenmeyeni yaptı, arabayı kaybettik” diye sızlanmış. ARABACIDA SIKINTI BÜYÜK… Seslenmiş tekrar arabacıya: “Gel anlaşalım” demiş… “Sen bana arabamı geri ver, ben de şu atın pisliğinden bir avuç yutayım…” Arabacı da kendi kendine düşünmüş… “Yahu ben yoksul bir herifim, bu koca atlara yedirecek yoncayı, otu, samanı bile alacak param yok. İyisi mi efendimin teklifini kabul edeyim.” demiş… Bu kez efendi arabayı durdurmuş, yere eğilip atın yestehlediği pislikten bir avuç alıp atmış ağzına. Tekrar yola koyulmuşlar… Tabii ikisinde de moraller bozuk... Konuşmuyorlar, birbirlerinin yüzüne de bakamıyorlar… Nihayetinde arabacı dile gelmiş… “Yahu efendi” demiş, “Arabaya bindiğimizde sen efendi idin ben arabacı, şimdi sen yine efendisin ben arabacı… Peki biz bu b.ku neden yedik?” Ee ne diyelim? Teşbihte hata olmaz…  

DUAYEN TURİZMCİ TAĞIL, EFSANEYİ GERİ DÖNDÜRDÜ

İzmir’in simge yapıları arasında olan Atlas Oteli, yirmi seneyi aşkın süredir kullanılmaz durumdaydı. Son yıllarda ise bi’mekan olarak adlandırdığımız yersiz yurtsuz vatandaşların uğrak yeri olmuştu. Şair Eşref ve Gazi Osman Paşa bulvarlarının kesişim noktasında, örneklerini Avrupa’nın tarihi şehirlerinde gördüğümüz mimari estetik ile 1958 yılında inşa edilmişti. İsmet İnönü, Celal Bayar gibi siyasetçilerin, ünlü sanatçıların ve binlerce misafirinin anılarıyla yıkılmaya yüz tutmuştu. Sihirli bir eli bekler gibi kaderine mahkûm olan bu tarihi yapı, İzmir turizminin duayenlerinden Muzaffer Tağıl ve oğlu Sezgin Tağıl’ın işletmeciliğinde adeta küllerinden doğdu. Muzaffer Bey’in yoktan var ettiği ikinci tesisti bu. Bugün İzmir’in gurur projelerden biri olan Kaya Termal Oteli’nin uzun yıllar Genel Müdürlüğü’nü yapan Muzaffer Bey, mesleğinin 41’inci yılında artık otel patronu koltuğunda oturuyor. Önünden her geçişimizde yüreğimizi kanatan bu güzel binayı aslına uygun olarak onarmak, tefriş etmek, yeniden kentin ekonomisine kazandırmak her babayiğidin harcı değil. Tarihi kimliğine uygun olarak antika eserlerle de adeta göz kamaştıran Atlas Oteli, İzmir’de kentin otantik havasını solumak isteyenler için güzel bir seçenek olmuş. Muzaffer Tağıl ve ekibini kutluyor, İzmirliler olarak bir kuru teşekkürü esirgemiyoruz…  

MUHAFAZAKÂRLIK UĞRUNA YA RAB! NE SAÇMALIKLAR YAPILIYOR…

Bugünün Türkiye’sinde şaşırmanız gereken pek çok olay, artık vaka-ı âdiyeden sayılıyor. “Öğrenilmiş çaresizlik” duygusunun en berbat örneklerini yaşıyor ve çaresizliğimizi sürdürüyoruz. Hele hele muhafazakârlık uğruna yapılan saçma sapan işler, sanki kanıksanmış ve uzun yıllardır bu uygulanıyormuş algısı veriyor. İşte onlardan bir örnek… İlk gençlik yıllarımda keyifle yaptığım vücut geliştirme sporuna hâlâ ilgi duyuyor, imkân buldukça Türkiye ve dünya şampiyonalarını Türk ve yabancı kanallardan izlemeye gayret ediyorum. Son yıllarda farklı kategorilerde ve yaş gruplarındaki Türkiye şampiyonalarına Antalya ilimiz ev sahipliği yapıyor. Bu yıl da 31 Mart – 4 Nisan tarihleri arasında Antalya’da yapılan şampiyonanın görüntülerini izleyince gözlerime inanamadım. Podyumda boy gösteren sporcularımız, vücut geliştirmenin değişmez parçası olan, solaryum uygulanmış kası daha net gösteren siyah slip mayo yerine, dizlerinin altına kadar sarkan uyduruk ve rengârenk mayolar ile yarışıyorlardı. Önce şaka sandım… Gençliğimizde beraber spor yaptığımız birkaç arkadaşıma yarışma fotoğraflarını gönderdim, durumu paylaştım. Aldığım cevaplar, şaşkınlığımı daha da artırdı. Meğer birkaç senedir şampiyonalar bu gülünç şortlarla yapılıyormuş. Ben izlemekte geç kalmışım. “Yahu nasıl olur, bir sporcuyu yarışmada en hızlı öne çıkaracak özellik bacak ve baldır çalışmasıdır. Bu adamlar sadece bel üzeri gelişimleri ile nasıl yarışacaklar?” sorusu, anlamsızca havada kaldı tabii… Bu şampiyonalarda dereceye giren gençlerimiz, yurt dışında ülkemizi nasıl temsil edecek, merak ediyorum. Üzerlerindeki ucuz ve dandik deniz şortları ile mi? Kusura bakmasınlar ama vücut geliştirme sporunu yönetenler, bu saçmalığı, ülkedeki genel muhafazakârlaşma eğilimine göre yapıyor, bulundukları kabın şeklini alıyorlarsa… Yazık, binlerce kez yazık… Demek ki… Vücutlardan önce kafalarımızı geliştirmeye önem vermemiz gerekiyor… HAFTANIN SÖZÜ Yalnız olmak, yanlış bir kalpte olmaktan iyidir. Charles Bukowski