Pandemiyle birlikte ciddi anlamda tozlanan şehir hayatına adeta ferah bir soluk kazandıran İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İzBBŞT) kışın ortasında bahar neşesini kucaklatan bir oyunla perde açmaya hazırlanıyor. İngiliz şair, oyun yazarı ve oyuncu olan William Shakespeare'in hayat verdiği, 17’nci yüzyıldan bu yana “A Midsummer Night’s Dream” orijinal ismiyle sayısız kez sahnelenen ve 1992’de usta Can Yücel’in ‘Bahar Noktası’ ismiyle yeniden kaleme aldığı eser, İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Kurucu Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten’in rejisiyle adeta Körfez’in serin sularında yıkanıp İzmir’in kendine has enerjisinde demleniyor. Ankara, Adana, Eskişehir ve İzmit’ten sonra 26, 28 Ocak ve 2, 3, 4 Şubat tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları İsmet İnönü Sahnesi’nde izleyiciyle buluşacak oyunun detaylarını İzBBŞT Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten’den dinledik.

Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası, dünya genelinde en çok sergilenen oyunlardan... Böylesi bir oyunun Türkçe’ye uyarlanmış hali daha önce Ankara, Adana, Eskişehir ve İzmit’de izleyiciyle buluştu. Oyunun orijinali ile aynı ya da benzer duyguları seyirciye aktardığını söylemek mümkün mü?

Can Yücel usta, bu konuda şöyle diyor: “Oyun boyunca düş ve gerçek, bir komedi düzeni içinde, masallardan, efsanelerden devşirilmiş kolpalarla zenginleştirilir. Demek oluyor ki oyunun tekmili bir düş ve gerçek karmasıdır. Bu kurguda hem derinine tarihsel ‘anakronizma’, yani zaman-aşımında ve hem de coğrafi bir sınırsızlıktan çalışmayı, ona göre meşk etmeyi öngördüm. Onun içindir ki, seyircilerimin bu oyunda Kız Kulesi’ne bile uğrayışımızı yadırgamayacaklarını sanma umuduna kapıldım. Dolayısıyla Shakespeare Atinası'yla, bu günün Atinası'nı Levanten İstanbul’u içine alan bir yaygınlıkla ve yaymayla ele almakta sakınca görmedim.”

Burada ve Can Yücel’in diğer aktarımlarında açık bir tercih görüyoruz. Bu tercih, bir yabancı yazarı Türkçe’ye aktarırken taşı gediğine oturtma çabasıdır. Bir yanıyla Türkçe’nin bütün zenginliklerini Shakespeare’in emrine vermek anlamına gelir. Diğer yandan uzak kavramları yakınlaştırmak çabasıdır. Basit bir uyarlama girişimi değildir. Elbette abartıya kaçma gibi bir riski vardır ama görüyoruz ki Can Yücel burada hayranlık uyandıracak bir sonuca ulaşmıştır. Benim gözlemim odur ki ‘Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası’, sadakat kaygısı ile yapılmış bir çeviri üzerinden oynandığı zaman, kimi yönleriyle seyirciye uzak ve soğuk kalmaktadır. Gelgelelim Can Baba’nın Türkçe söyleyişi, oyuncunun da seyircinin de kanını kaynatan bir yakınlığa ve sıcaklığa kavuşuyor. Seyircide daha yakın duygu ve düşünceler hayata geçiyor. Daha bir samimi ve senli-benli sanki… Gelin biz buna şöyle diyelim: Can Yücel, Shakespeare’i zihnimizde yerleştirdiğimiz bulutlardan indirip yanımıza, yakınımıza getiriyor.

TÜRKÇE DÜŞÜNEBİLİYORMUŞ’

Bütün zamanların en büyük tiyatro yazarı olarak nitelendirilen Shakespeare’i, Türk seyircisine yakınlaştırmak sizce nasıl bir anlam ifade ediyor?

Yöntemi ne olursa olsun, tiyatro sanatının ödevlerinden biri, oyun boyunca seyirciyi yakalamak, kendi enerjisine çekip, dışarıda bırakmamak değil mi? Entelektüel düzeyde beyninden, duygusal düzlemde yüreğinden ya da eğlenme katmanında, dalağından yakalamak şeklinde olabilir bu. Ama sonuçta seyirciyle yoğun bir alışveriş, bir çeşit elektrik akımı oluşturmak ve bunun kopmasına izin vermemek çabası, önceliklerden biri değil midir? Seyirciye ulaşmayı umursamayan bir tiyatroyu seyirci de umursamaz zaten. Şuna dikkatinizi çekmek isterim: 'Ben sanatımı yapıyorum, seyirci beni ilgilendirmez’ saplantısı ya da sapması içinde yürüyen bütün akımlar, bugün artık tiyatro tarihinin müzesine kaldırılmış değil mi?

Can Yücel, Türkçe’nin gürül gürül ve rengahenk sesidir. Buradan baktığımız zaman, Shakespeare’in usta ozanın eliyle ve olağanüstü bir zenginlikle Türk seyircisine yaklaştırılmış olması; şenlikli, cümbüşlü bir akış oluşturuyor. Burada yine Can Yücel ustanın bir ifadesine başvurmak geliyor içimden. Bir söyleşisinde her zamanki pervasızlığı ile şöyle diyor: “Bu Shakespeare pezevengi Türkçe söylese nasıl söylerdi, bunu düşünüyorum, bunu düşünürken bayağı güzel şeyler çıkıyor ortaya. Demek ki Shakespeare Türkçe düşünebiliyormuş.” Bana sorarsanız bu etkileşim, tiyatro hayatımızda büyük bir zenginliktir...CAN BABA BENİ YOLDAN ÇIKARDI’

Bu oyunu Can Yücel sadece Türkçe’ye çevirmiyor; adeta uyarlıyor. Siz ise bir adım öteye götürüp İzmir’e yaklaştırıyorsunuz.. O karşılaştırmayı yaparken aklınızdan neler geçiyordu?

Sözgelimi Shakespeare’de oyun, antik dönem Atinası'nda bir kentte, sarayda ve ormanda geçer. Ömrü boyunca İngiltere dışına adımını atmamış o büyük dehanın öngörüsüne bağlanırsanız; antik sütunlu saraylarda plili eteklerle dolaşan prens, nişanlısı ve maiyetiyle başbaşa kalırsınız. Genç sevgililerin kaçtığı yer de kent dışında bir ormandır. Yani yapıntı bir tarihsellik içinde dekorlar ve kostümler. Bunlara uyduğunuzu düşünelim; kime, ne faydası var...

Oysa Can Yücel’i okudukça, kendinizi levanten kültürle mahalle ağzının, saray dedikodularıyla Anadolu söylencelerinin buluştuğu bir enlem-boylam ve ortamda hissedersiniz. Öyle ki Shakespeare’in Küpidon’un aşk oklarından söz ettiği yerde; bir bakarsınız ki “Salacak’ta mehtaba karşı salıncakta sallanan Mehlika Sultan”la karşılaşmışsınız. Özetle, oyunun kültürel dokusuna yeni bir boyut aşılanmıştır. Oyun, bir bütün olarak başka bir tarihe, başka bir coğrafyaya doğru evrilmiştir. ‘Kırmadan bükmek’ diyorum ben buna. Oyunu daha önce Adana Devlet Tiyatrosu, Ankara Devlet Tiyatrosu, İzmit Şehir Tiyatrosu ve Eskişehir Şehir Tiyatrosu’nda olmak üzere dört kez sahneledim. Hepsinde de Can Yücel’den aldığım esinle, oyunu biraz daha Akdeniz’e doğru çekip Ege’de bir adada konumlandırdım. Hıristiyan Osmanlı paşalarının, adalara vali olarak atandığı; adalıların din-ırk ayrımı yapmaksızın birbirlerinden kız alıp verdikleri; yortuda-bayramda birlikte oyun ve şenlik düzenledikleri; deyim yerindeyse, geçinip gittikleri 20’nci yüzyıl başlarına. Ormanı, ‘Cinli Koy’a dönüştürmek; oraya kayalara çarpıp parçalanmış bir tekne kalıntısı koymak; düğün arifesinde toplanılan sarayı, donanma lambalarıyla aydınlatılmış bir kıyı meyhanesine dönüştürmek yeterli oldu bunun için. Fitil böyle ateşlenince; ortada fır dolanıp o füsunlu gecede her şeyi birbirine dolaştıran cinler, o koyda 1900 modeli mayolarıyla mekan tutmuş afacanlara dönüştüler. Bir kitapta okuduğumu hatırlıyorum: Rum kökenli bir Osmanlı Valisi olan Kopas Paşa, bağımsızlık peşinde olan Rum çetecilerin suikastine uğramış. Bütün azınlıklara eşit davrandığı için! Bu durumda Atina Prensi de fesli bir Osmanlı paşasına dönüşüverdi. Özetle ben yoldan çıkmadım. Can baba beni yoldan çıkardı… Hal böyle olunca; sahneleyişlerimde o Ege Adası’nın karşısında hep İzmir vardı. Şimdi oyunu İzmir’de sahnelerken, bu perspektif doğal ki daha da menevişlendi. Sözümü şöyle bağlayayım: Can baba, 459 yaşındaki Shakespeare’i yüzyıllar ötesinden, bulutlar arasından koluna girip indirdiğine, yanımıza, yakınımıza getirdiğine göre; biz de İzmir’de bir Türk kahvesi ikram edebildiysek, ne mutlu bize.

HER OYUN BİR SINAV’

Kaç kişiyle ne kadar sürede bu çalışma yapıldı? Bahar Noktası’nın hazırlık sürecinde ve provalarda kendinize has bir yöntem uyguladınız mı?

Siz sahnede 30 kişi göreceksiniz belki ama; o rakam sahne arkası ile 50’yi, diğer çalışanlarımızın emekleriyle 70’i geçer, 80’e yaklaşır. Zaman olarak baktığımızda da, kesintilerle birlikte sonbahardan bu yana aylar süren bir çalışmadır. Sanatsal, teknik ve bürokratik cephelerde, bütün çalışanlarımızın emeği ve katkısı vardır. Yani İzmir Şehir Tiyatrosu ailesi, bir bütün olarak üretimin paydaşıdır. Bütün arkadaşlarıma burada teşekkürümü dile getirmiş olayım. Yöntem konusuna gelince: Benim kafamda yöntem saplantılarının bir yeri yoktur. Hiç olmadı. Çünkü her yeni oyunun yeni bir sınav olduğunu bilirim. O sınavın başarıyla geçilebilmesi için; bilgi, birikim ve deneyim ufkunun elverdiği ölçüde ‘arayış’a inanırım. Her oyun kendi yöntemini arar. Sırtını kah Stanislavski’ye dayarsın, kah Brecht’in ‘tavır’ anlayışına, kah Çin operasına, kah Türk gelenekseline. Elbette bu seçimleri de, önündeki ödevle boğuştuğun hazırlık dönemi ve provadaki denemeler belirler.

KISIRLAŞTIRICI ETKİ’

İç aksiyonu yüksek; sahne tasarımı ve prodüksiyon açısından da zengin bir oyun. Günümüz ekonomik şartlarını düşündüğümüzde zorlandığınız bir nokta oldu mu?

Her zaman oyunun ya da projenin maliyetini gözetirim. Sahnede görmemişlik nümunesi inşaatlardan, yüzlerce metrelik lüzumsuz tüllerden, diskotek zevkine kaçan robot spotlardan, görselliğe bel bağlamış ucuz şaşaa ve debdebeden kaçınırım. Renkli ışık kullanımında bile, estetik kaygılarım nedeniyle çok tutumluyumdur. Sanatta yalınlığın bir değer olduğuna inanırım. Yerine göre, süngerle kaplanmış bir alan kumsaldır, küvet kadar bir tekneye doldurulmuş su da deniz. Çünkü tiyatro varsaymaca, varsaydırmaca sanatıdır ve sonuçta sizin maharetinize bağlıdır. İşin bu cephesinde, ekonomik şartlar açısından bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Ama başlangıçtan beri zorlandığımız bir konudan da söz etmeden geçemem. Belediyenin yasa gereği uygulamak zorunda olduğu ihale sistemi, tiyatroda üretim aşamasının önünde ciddi bir sorun. En küçük bir aksamada oyunlarımızın seyirciye ulaşmasını ciddi gecikmeye uğratıyor. Şöyle; Biz 1,5 bilemedin 2 ayda, bir oyunu seyircinin karşısına çıkacak hale getiriyoruz. Ama dekor, kostüm ve satın almalarla ilgili ihalenin, bize bağlı olmayan herhangi bir nedenle iptali ya da gerçekleşmemesi durumunda; bu süre 3 aya, hatta 6 aya kadar uzayabiliyor. Yani insan gücü ve emek açısından oyun hazır ama tahta ve bez için anlamsız bekleme ve erteleme durumu doğuyor. Bu akıllıca görünmüyor. Sonuçta biz oyunlarımızı seyirciye sunmakla bir kamu hizmeti yapıyoruz. Ama bu durumda hizmet, ihale yasaları nedeniyle gecikiyor, anlamsız beklemelere dönüşüyor. Aslında belediyelerin sanat kurumlarında katma bütçe uygulamasının kaldırılışından beri bu böyle. İyi de bu yöntemin neresinde kamu yararı gözetilmiş oluyor, bunu anlamak mümkün değil. Zorlandığımız nokta budur. Yerel yönetim tiyatrolarının üretim harcamaları konusunda yapısal ve yasal bir düzenlemeye gidilmediği sürece; bu durum, kısırlaştırıcı bir etki yapmaya devam edecek. ‘GURUR DUYUYORUZ’

Son olarak İzmirli seyircinize mesajınız nedir?

Sayın Başkan Tunç Soyer’in çok sevdiğim bir cümlesi var: “Bizim Akdeniz’e tiyatro borcumuz var...” Ne kadar şiir yüklü, ne büyük bir tarihsel sorumluluk ve ne derin bir sanat aşkı ile söylenmiş bir söz… Taşeronluğa soyunmuş çağımızdan, binlerce yıl uygarlıkların beşiği olmuş İzmir’e, ne soylu bir sesleniş… Ne duyarlı bir meydan okuma!… İşte, Sayın Başkan’ın, 70 yıl süren bir hasretin ardından İzmir Şehir Tiyatrosu’nu kurmayı görev bilmiş ve göze almış olması; bence bu geniş ufkun, bu duyarlılığın sonucudur. Ve ekilen tohum da kısa sürede meyvalarını vermeye başlamıştır. Ne mutlu bizlere ki, 1.5 yıl gibi kısa bir zaman içinde İzmirli seyircinin, kentin tiyatrosuna gösterdiği ilgi ve sevgi, gerçekten gurur verici bir düzeye ulaştı. İkinci sezonumuzun ilk dört ayında bütün temsillerimizi kapalı gişe oynamamız bunun en açık kanıtı. Evet, gurur duyuyoruz ama, buradan şımarmak gibi bir hakkımız olmadığını da biliyoruz. Bu nedenle de değerli İzmirlilerden, ilgilerini, eleştiri, uyarı ve övgülerini esirgememelerini rica ediyorum. Onlar varsa biz varız. Ne demiştik? Sahne bizim, ama tiyatro sizin sevgili İzmirliler...

YAĞMUR DAŞTAN / ÖZEL HABER