Turizm tesis inşaatına ayrılmış kıyı bölgeler 1970 ve 80’li yıllarda, özellikle Ege ve Akdeniz sahilleri ve kıyı iller ve şehir merkezi dışında kalan ilçeleri boyunca, etap etap turizme ayrılmış, ancak üzerlerinde hiçbir planlama yapılmadan öylece bırakılmıştı. 
Azmak mevkiinde yapılı yaklaşık 13 site, yine böyle turizm imarlı alanda 1990’larda, turizm imarından faydalanarak turistik tesis olarak kurulmuştu. Yolu, suyu, kanalizasyonu olmayan, alt ölçekte hiçbir imar planı, imar durumu bulunmayan bölgeye, otel ruhsatı ile binlerce yazlık mesken inşa edilmişti. Aslına bakarsanız yarımadanın neredeyse 4 bir ucu, turizm tesis alanı ilan edilmiş kıyı kesimi bu metotla işgal eden yazlık sitelerle çevrelidir. Park Apart, Venüs, Erdil, 1974’lerde bu geleneğin ilkleri ve öncüleri olmuşlardır. 
Bu gelenek, belki de Türkiye’de ilk kez Çeşme’de icat edilmiş ve Ege kıyılarına yayılmıştı. Bunların büyük bölümü 2018 yılında yürürlüğe konan imar barışından faydalanarak, yasal statü edinmiş, ancak bu tarihten sonra tek ruhsat ve tek tapuda bulunan yazlıklara kat mülkiyeti kurulabilmiştir. Rezidans imalatı son yıllarda bu oluşumun çok daha lüks konutlar haline dönüşmesidir. 
İmar Barışının garibanın barakasından ziyade, bu lüks yazlık konutları ve onların arkası sağlam imalatçıları ve malikleri olduğu yönündeki yerleşik kanı boşa sayılmaz. Çünkü onlar resmi olarak turistik tesistir. Varlıkları gayri resmi olarak devam etmektedir. Her ne kadar barış ile binalar korunmaya alınmış ise de, bu haksız ve hukuksuz devam eden pek çok yönü perdelemez. 
Elbette ki onlar da çevrecidir. O binaları yapanların, orada ev sahibi olanların da dünyanın geleceği konusunda kaygıları olmadığı iddia edilemez. Çevre duyarlılığına sahip aydın çoğu insanın yaptığı ile söylediği arasındaki uçurum giderek tırmanmakta. Arkeolojik bir parsel sahibinin tek kaygısı bir an evvel sit derecesini düşürmek ve alana bina dikmekten ibarettir. Hasbelkader belki de sahibi olduğu tek gayri menkul üzerine bir yapı inşa edememek, şekil olarak, anayasanın mülkiyet hukukuna da aykırıdır. 
Ancak böylesi parsellerdeki sorun, istendiği takdirde, mahsuplaşma gibi birçok değişik metotlarla çözümlenebilir. Oysa bunun yerine derhal eserlerden arındırmak, kurtarma kazıları yapıp, tarihin katmanlarını alandan kaldırmak ve inşaat izni vermek şeklinde bir sistem yürürlüğe konmuştur. Böylesi yanlış devam eden bir bakış açısına hizmet edenler bakımından, süreçte her kesimin payı vardır. Arkeolojik sit, öyle veya böyle olduğu şekliyle kalmak mecburiyetindedir aslında. 
Fakat halkımıza verilen eğitim eksikliği nedeniyle insanımız, Bizans sütunu, roma sarayı, mermer heykel veya altın sikke bulunmayan bölgeyi, tarih olarak görmeme eğiliminde. Roma’dan İyon’dan önce bu topraklarda var olan binlerce yılı yok saymak, tarihi yok saymakla eş değerdir. Bu yaklaşım ülkemize hiç yakışmayacağı gibi tam da batı medeniyetinin savunduğu, medeniyet bizlerle, İyonla başlar tezine ne kadar da yakışır. Urartuları, Frigleri, Hititleri, Luvileri ve daha önceki birçoğunu yok saymak, 9500 yüzyıllık Yeşilova Höyüğü gibi medeniyetleri tarih sayfasından silmektir yapılmak istenen. 
Maddi zorluklar, ekonomik kaygılar içinde, köklerini öğrenmemiş bir toplum için bu algısal seçicilik çok da önem addetmez. Afgan mücahitlerin, ellerine geçen roketleri tapınaklara, heykellere fırlatıp parçalamasının bir benzeridir aslında yaşanan. Medeniyet, toprağına, coğrafyasına, tarihine sahip çıkmaktır çünkü. Ve ellere alınan pankartlarla belli sürüler halinde slogan atmanın çok daha ötesinde bir duruş sergilenmelidir. Madem ki uluslararası anlaşmalarla, batı medeniyetinin öncülüğünde ülkemizde yürürlüğe konmuş yasalar var, yapmamız gereken bu yasaları talep etmektir.