Son dönemde ‘kadın’ başlığı hakkında ne çok yazıyor, konuşuyor ve düşünüyoruz değil mi? Okuduğumuz veya izlediğimiz haberler ne denli bizleri üzüyor. Yaşamda ve tarihte kadının yerini yeterince algılıyor ve araştırıyor muyuz ? Oysa anaerkil dönemlerden günümüze kadın yaşam kaynağı ve üretken bir ışık olarak karşımıza çıkıyor. İşte yazar Hayrettin Filiz, tiyatro gibi kadim bir alandan, dünya tiyatrosunda iz bırakan kadınların hikâyelerini bizler için ilmek ilmek işlemiş. Kadınların tiyatro sahnesinde yer aldığı, adlarını dünyaya yazdırdığı müthiş detayların bulunabileceği, eşsiz bir inceleme kitabı. Kendinizi bizlere tanıtır mısınız? 1 Mayıs 1967 Iğdır doğumluyum. 1972’den beri İzmir’de yaşıyorum. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne ve Görüntü Sanatları Dramatik Yazarlık Bölümü mezunuyum (1988).  22 Mayıs 2000 tarihinde ‘resmen’ kurulan ve kurucusunun dediği şekliyle ‘sosyolojik bir buluşma noktası’ olan Bilimsel Tiyatro Atölyesi’nin kurucusuyum.  Bugüne kadar 143 oyun yazdım. Bu oyunlardan en az 120 tanesi de yıllar içinde seyirci karşıma çıktı. Bir oyunum Fars diline  (Küçük Kara Samed-2002), bir oyunum Kırgız diline ( Öğretmen Duyuşen-2004), bir oyunum Makedon diline (Pampala’da Savaş Hazırlıkları-2005) ve bir oyunum da İngilizce’ye çevrildi (Edison-2006). Bu çalışmalardan uluslararası bir de ödül geldi. Behrengi Yayınları, 2015 Samed Behrengi Türkiye Yoldaşı Ödülü. Daha nicesi yaşamımda. Bu ise altıncı kitabım. Bizden asırlar önce sahneye çıkan kadın oyuncuların mücadelesinden öğrendiğimiz çok şey var.  Peki bizlere ‘Dünya Tiyatrosunun Unutulmayan Kadın Oyuncuları’ kitabınızdan bahseder misiniz? Kadın bilinci ve kıyamı dediğimiz şeye bir dünya tarihinde bakmak lazım. İran'da şah yönetiminde şah mollaları titreten bir Füruğ Ferruhzad var. İşte ben tam da bu kadınları aydınlatıcı olması ümidiyle yazdım. Bir kadın oyuncuya bir adam aşık oluyor ve kadın tiyatro yapsın diye ona tren satın alıyor. Bu hikayelerde hep ortak tema tiyatro olması. Örneğin bugün İtalya Cumhuriyeti diyebildiğimiz bir ülke öncesinde 11 parçaydı. İtalya dağınık kantonlar halindeydi. Kırmızı gömlekliler yürüyüşünü başlattığında propagandasını yapan yine bir kadın oyuncuydu. Her oyunundan önce ‘Viva İtalya’ diye bağırırmış. Artık yurt dışında alışkanlık olmuş İtalyanca bilmeyenler bile o oyunlara gelip Viva İtalya diye bağırırlarmış. Bu biraz tutku ile ilgili sanıyorum. İşte ben hem aydınlatıcı olması niyeti hem de kadınların bu erkek egemen yapıya destek olma halini eleştiriyorum. Ses çıkarmıyorlar. Öldürülüyorlar. Baskı altındalar. Dernekleri kapatılıyor. Eline iğne alınca erkek düşmanlığını feminizm sanma gafletine yakalananlar var. Tarihin ilk feministi bir oyun yazarı ve erkektir oysa. Bu karmaşa erkek egemen iktidarların işine geliyor. 'KADININ TARİHİ YOK MU?' Peki kadınların erkek egemen toplumdaki konumlandırmasını nasıl yorumluyorsunuz? Kadını belli bir görev ile işaretlenmiş ve dışına çıkmasına izin vermiyor. Bugün önünde krallara diz çöktüren kadınları yazdım. Sarah Bernhardt, gelmiş geçmiş en büyük kadın oyuncu sayılır. ABD turnesinde gemiden inerken demir merdivenlere dizini çarpıyor ve yaralanıyor. Hastaneye kaldırıyorlar, zamanı geliyor bacağını kesiyorlar. O dönemin protezi yok, tahta bir bacak takıyorlar. 17 gün sonra tahta bacakla sahneye çıkıyor. Yürürken tık tık ses çıkıyor. Şu an ulusal tiyatroların tümünde bir görevli uzun bir değnek ile üç kere yere vurur. Tüm bunları bildikten sonra düşünüyoruz. Türkiye’de böyle kadınlar yok mu peki? Afife Jale var. Bir tımarhanede öldü.  Bir gazetecinin notlarında diyor ki ‘Altında hiç bir şey yok gibiydi çarşafın o kadar zayıftı’ yazıyor. 1942 yılında öldüğünde 39 yaşındaydı. Bugün adına ödül veriyor, kadınları sahnede görüyorsak nedeni Afife Jale’dir. Biraz duyarlı olmamız gerekiyor. Kadının bilinçlenmesi toplumsal eşitlik temeline inanmayan yapılar için rahatsızlık verici. Kadın bir fırsatı bekliyor. Bunca kavganın altında bu var. Kadını hep burjuva reklam formatında görmemiz isteniyor. Bu kadının bir aklı, bir tarihi bir tavrı yok mu? Eğer köpek hırsızı avlamıyorsa, önünde bir kemik vardır. Kadınlara ve okuyucularınıza, fikrinize ve düşünüze dair  neler söylemek istersiniz? Öyle bir zamandayız ki, birçok kişi sadece kendini düşünüyor, bazıları Voltaire’in de dediği gibi yatacak yeri ve yiyecek ekmeği bulduğuna şükrettiğinden “hiç” düşünmüyor, geri kalanlarsa düşünenleri karalıyor. Düşünceleri ortadan kaldırmaya güçleri yetmeyenler, düşünenleri hacamat ediyor bir yolla. Körün köre yol gösterdiği bir zamanda, hepimiz çukura düşmemek için çabalıyoruz. Biz tam da bu yüzden, külliyen birbirimize düşman olmamak için bilim tiyatrosuna tutunuyoruz, ona inanıyoruz. Çünkü biliyoruz ki sanat sakinleştirir, sanat kalbimizdeki köşeleri yumuşatır ve aşka davet eder. Tiyatroya inananlar olarak bugünlerde çok öfkeliyiz çünkü aslanların köpeklere boğdurulduğu, cahil zamanlardayız... Kasap vitrininde ayağından asılmış olarak, dışarıda akıp giden hayata bakan ve özgürlük içinde olduğunu sanan, derisi yüzülmüş sersem öküzlerin büyük hüznü, kasabının bıçağını yaladığını çok geç fark etmiş olmasıdır genellikle. Tam da öküzlerin özgür olduğuna inandırıldığı büyük bir kıyımın ortasında olduğumuzu biliyoruz. Ağzımız burnumuz kan içinde. Dünyanın her yerinde savaş tamtamlarının sesleri duyulurken, bizim gibi okuyan, merak eden, katkı sunmaya çabalayan ve kurtuluşu sanatta arayan insanlara deli gözüyle bakanların sayısı gün be gün artıyor. Asla başaramayacağımızı, romantik bir cesaret içinde olduğumuzu söylüyorlar yüzümüze. Oysa ki şunu hep atlıyor böyle diyenler; korkaklar için hiçbir şey mümkün değildir. Cesareti olmayanın ümidi de olmaz ki! Bir araya gelince, başı karanlık bulutlarca sarılan dağların o küstah başları önümüzde eğilecektir, biz buna elimizi yüreğimizin üstüne koyarak inanıyoruz. Tarih bizi haklı çıkaran binlerce örnekle doludur. Tiyatronun kadınlarını işte bu yüzden yazdım en çok! Çünkü, az sonra göz atacağınız o inatçı isimlerin yaşam hikayeleri, şimdilerin “trend” denilen vahşi aktüelin ya da boyalı magazinin cetveli ile ölçülemeyecek kadar uzun boylu ve soyludur. İnanmış, “uğruna” kavramının köpük köpük bizi sarıp sarmaladığı, samimi hikâyelerdir okuyacaklarınız. Eski ama hiç eskimeyen mücadele hikâyeleri! Bir zamanlar çocuklar nereden geldiklerini sorarlardı. Günümüzdeyse nereye gideceklerini... Ne acı... Ama daha da acı bir şey varsa bu acıya ortak olduğu halde, kendisini erdemli ve soylu sayıp, “Ne yapabilirim ki ben tek başıma?” diyen ve başkalarına laf edenlerdir. Dudağımızın kenarında bir ince, bir hüzünlü gülümseme oluyor o tip insanlara baktıkça. Çünkü biliyoruz ki, insan başkalarını aldatma provasını önce kendisiyle yapar. Her şey incelikten kırılır, biz tiyatro adamları kabalıktan. Adını bile bilmediğimiz bir çocuğun önünde uzayıp giden sonsuz karanlığa bir huzme de olsa aydınlık düşürebilirse eylemimiz / kitabımız, ne mutlu bize. Bizden asırlar önce sahneye çıkan kadın oyuncuların mücadelesinden öğrendik bunu. Rana Beyza ÖZTÜRK/Özel Haber