“BİLİM VE KÜLTÜR İLE DONATILAN BİR KAVİM, DOĞADAN GELSE BİLE, HER TÜRLÜ FELAKETE ÇARE BULABİLİR” “O ki, yeryüzünün en şerefli kılıcını taş...

BİLİM VE KÜLTÜR İLE DONATILAN BİR KAVİM, DOĞADAN GELSE BİLE, HER TÜRLÜ FELAKETE ÇARE BULABİLİR”O ki, yeryüzünün en şerefli kılıcını taşıdı. O kılıcı hep hakkı ve vatanı savunma uğrunda kullandığı için. Fakat onun eli kılıcın kabzasından çok kitabın cildini tuttu." İsmail Habib Sevük (1892-1954) Karmakarışık bir dönemde Mustafa Kemal askeri okul öğrencisidir. Bir yanda eriyen padişahlık, bir yanda özgürlük fikrinin cazibesi açıktan açığa savaşa tutuşmuştur. O dönemin gözde fikri hürriyet, bir şairin oyununda, Namık Kemal'in “Vatan yahut Silistre”sinde bayraklaştırılmış, yasaklanmasına rağmen 1908'de meşrutiyetin ilanına zorlamıştır padişahı. 1900'lerin ilk yıllarındayız. Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889 – 1974) “Atatürk” adlı yapıtının 92. sayfasında o günleri şöyle anlatır: “Namık Kemal'in Vaveyla'sı, Vatan yahut Silistre'si, Celaleddin Harzemşah'ı özel–genel bütün kütüphanelerden hep kaldırılmış olduğu halde Harbiye ve Tıbbiye okullarının dershane sıralarından bir türlü yok edilemiyordu. Geceleri ... yatakhanelerde kör bir tavan lambasının bulanık ışığı altında bu tehlikeli kitaplar ... yüzlerce genç arasında elden ele dolaşıyordu.” Bir dönem Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği de yapmış olan, diplomat ve siyaset adamı Hikmet Bayur'un da (1891 – 1980) aynı günler için düştüğü notlar pek farklı değildir: “Padişah ... Namık Kemal ve daha az ölçüde Abdülhak Hamid gibi yazarların hürriyet kavramıyla ilgili bulunmayan eserlerini de toplattırır ve okunmalarını yasak ederdi. Bunları gizlice okuyanlarla, onların yakınları, ele geçtikçe ağır cezalara çarptırılırdı. Bu eserler daha çok İran'da basılıp, gizli olarak Osmanlı ülkesine sokulurdu. Mustafa Kemal de daha öğrenciyken, bu eserleri elde edip okulun yatakhanesinde, yatağının içinde, pek kötü ışık şartları altında gizlice okurdu.” Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti'nin itildiği uçurumun farkındadır ancak bir şey yapabilecek kadar yetkin değildir henüz. İçinde bulunduğu kandırmaca yerine, Osmanlı tarihini Fransızca kaynaklardan okuyarak düşmanın gözüyle bakmaya çalışır ülkesine. Ama yüreğindeki hürriyet ateşi onda büyük ve kutsal bir düşe dönüşmektedir günbegün: Tam bağımsızlık için donanmak! Askerlik mesleğine tutkun olan Mustafa Kemal, kurtuluş düşlerini de doğal olarak bu açıdan değerlendirir. Ama büyük sıçrayış için okumaktan ve yazmaktan asla geri durmaz. Tarih profesörü Afet İnan'ın “Atatürk'ün Askerlik Üzerine Kitapları (1908 – 1918)” başlıklı yazısından; Atatürk'ün batılı savaş ve savunma taktiklerini bağlı olduğu orduya öğretme çabasında olduğunu görürüz. Mustafa Kemal, ordunun yeniden düzenlenmesini istediği gibi, eğitim ve disiplin için gerekli çalışmaların da yapılmasını istiyordu. Selanik'te 3. Ordu Subay Talimgahı Komutanlığı'ndayken (1909) bu işlere epey zaman ayırmış ve beş adet küçük broşür – kitap yayınlamıştır. 1 - Takımın Muharebe Talimi / General Litzman ‘dan çeviri, Selanik, 10 Şubat 1324 (1908), 64 sayfa 2 – Cumalı Ordugahı. Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları / Selanik, 1325 (1910), 41 sayfa 3 – Beşinci Kolordu Erkan-ı Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati / Selanik, 1327 (1911), 40 sayfa 4 – Bölüğün Muharebe Talimi / General Litzman'dan çeviri, İstanbul, 1328 (1912), 74 sayfa 5 – Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal, İstanbul, 1334 (1918), 32 sayfa 1914’ün Mart’ında yarbaylığa yükseltilir Mustafa Kemal ve Tekirdağ'da ki 19. Fırka Komutanlığı'na atanır. Düşman Arıburnu'na asker çıkarmaya başladığındaysa, Anafartalar Komutanı olarak Çanakkale cephesine gönderilir. İşte bu ateşten günlerde onunla konuşmaya giden gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın'ın, Mustafa Kemal'i beklerken, beklediği karargah odasıyla ilgili yazdıkları son derece ilginçtir. “Yalnız kaldığım sürece odayı seyrettim. Duvarlarda hep asker resimleri, Balkan Savaşı'nın, Trablus Savaşı'nın, Harekat Ordusu yürüyüşünün, Harp Okulu öğrencilerinin hatıraları asılıydı... Yazıhanesi üzerinde bir Çerkes kamasının yanı başında Balzac'ın (Colonel Chabert)'i, Guy de Maupassant'ın (Boule de Suif)'i, Lavedan'ın (Servir) kitapları duruyordu. Şüphe yok ki paşa, durgun dakikaların boşluğunu edebiyatla dolduruyordu.” Yine Mustafa Kemal Doğu cephesinde bulunduğu günlerde (07 Kasım / 25 Aralık 1916) tuttuğu günlüğüne; “19 Kasım 1916, Pazar ; Alphonse Daudet'nin [ Sapho – Moeurs Parisiennes (Safo – Paris Gelenekleri)] namında canım sıkıldıkça okuduğum romanı bitirdim” notunu düşmüştür. Aynı günlüğün 09 Aralık 1916 Cumartesi sayfasındaysa; “... yemekten evvel Emin Bey'in Türkçe Şiirleri'yle, Fikret'in Rübab-ı Şikeste'sinden aynı zeminde bazı parçaları okuyarak mukayese (karşılaştırma) yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel” notunu görürüz. (Kaynak; Şükrü Tezer, Atatürk'ün Hatıra Defteri, TTK Yayınları, Ankara, 1972) Bu ara benim 1999 yılında yazdığım henüz yayınlanmamış olan bir makalemde de, Atatürk'ün Tevfik Fikret'e olan hayranlığının başka bir bölümünü hatırladım. Aynen alıntı yapıyorum: “Tevfik Fikret'in, “Tarih-i Kadim'e Zeyl” şiirinin okunduğu bir komutanlar toplantısında, Mustafa Kemal ayağa kalkar ve : “Arkadaşlar, hangi Türk şairi böyle devrimci şiirler yazmıştır ... ondaki heybet, ondaki vakur ahenk hiçbir şairimizde yoktur” der. Neymiş büyük komutanı böylesine etkileyen? ‘Tarih-i Kadim'e Zeyl’ şiirini minicik bir hatırlamayla andığımızda bu sorunun yanıtını bulmuş olacağız. (*Yeni Türkçe'yle) “Sevdim Allah'ı da, peygamberi de / Fakat bugün onlar hep geride kaldı. / Anladım çünkü, gerçek başka; / Başka yoldan varılırmış Allah'a / Senin harika, mucize diye saydıkların / Birer zekâ becerisidir ki / İnsan bunların perdesini durmadan açıyor / Mucizeleri yapan, fikrin gelişimini unutmuş / Aldanan İsa, aldatmak isteyen Musa ne? / O büyülü değnek, artık tarihe karışmıştır / İnsanların böyle tuhaf halleri var; / Putunu kendi yapar, kendi tapar.” (Meraklısına Not ; Bu şiir, Tevfik Fikret'e “Zangoç” diyen, Fikret'i Allah yolundan sapmakla suçlayan Mehmet Akif Ersoy'a ithaf edilmiştir. Mehmet Akif Tevfik Fikret'e ‘Zangoç’ derken, Fikret'te ona ‘Molla Sırat' diye ad takmıştı.) Mustafa Kemal, Tevfik Fikret'i öylesine dikkatli ve severek okumuştur ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş kitabı olan “Söylev”de de bu şairin dizelerine yer vermiştir. (Fikret'in “ufukları inatçı bir dumanla sarılı” dizesi, Söylev'deki İstanbul işgali bölümünde kullanılmıştır.) Büyük Taarruz'un karara bağlandığı günlere geliriz. 26 Ağustos 1922'de büyük yürüyüşe hazırlanan Türk ordusunun komutanı Mustafa Kemal, kurtuluş taarruzundan sadece dört gün önce, 22 Ağustos 1922'de, henüz 33 yaşında olan genç bir Türk romancısının, Reşat Nuri (Güntekin)'in “Çalıkuşu” adlı romanını el yazmasından okumaktadır. TBMM'nin dördüncü çalışma yılını açarken (1 Mart 1923) Atatürk'ün yaptığı çoook uzun ve ayrıntılı konuşmasındaki kitap ve yayıncılığın önemi üzerine söyledikleri, bugün bile geçerliliğini koruyan muhteşem düşüncelerdir. Diyordu ki Atatürk; “Baylar, telif ve tercüme işleri ulusal egemenliğin dayanağı ve ulusal kültürün en önemli yayılma aracıdır... Bir taraftan basılan ve yeniden yazdırılması kararlaştırılan kitapları parasız olarak her tarafa dağıtmak ve halkı okumaya alıştırmak için hükümetçe çaba harcanacaktır. “Devlet Kitabı” adı altında parasız olarak yayınlanacak, uygulamaya dayanan ve kolay anlatımlı eserlerle halkımıza hayatın gerçeklerini öğretmek, çok yararlı bir yöntem olarak önemle tavsiye edilir... Uygulamalı ve geniş kapsamlı bir milli eğitim için yurt sınırları içindeki önemli merkezlerde çağdaş kütüphaneler, bitkiler ve hayvanat bahçeleri, konservatuarlar, enstitüler, müzeler, güzel sanatlar sergileri kurulması gerektiği gibi, özellikle şimdiki yurt yönetim teşkilatına oranla bütün yurdun matbaalarla donatılması gerekmektedir. Bütün bu güzel şeylerin bir an içinde ortaya konulması mümkün olmamakla beraber, mümkün olduğu kadar az zamanda bu sonuçların elde edilmesi önemli ve değerli bir istektir.” Aynı yıl bu amaçlananların gerçekleşmesi için bütçe şöyle paylaştırılır. Bayındırlık inşaatları için........................................ 536.510 TL Basım evleri ve kütüphaneler için.......................... 200.360 TL Okulların inşaatları için............................................190.000 TL Hastanelerin inşaatları için...................................... 32.530 TL Tarım araçları alınması için...................................... 15.250 TL Damızlık hayvan alınması için................................... 12.400 TL Fidanlık ve örnek bahçeler için................................... 5.000 TL (Not 1; Kütüphanelere ayrılan ödenek hastane ve okul yapımına ayrılandan fazla. Bunun tek anlamı olabilir; okuyan kişiler daha az hasta olur. Not 2; 1923 – 1938 yılları arasında, (16.046) adet kitap basılmıştır. Bu, zamanı içinde bir mucizedir.) Savaş yıllarında Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin reisi olarak Ankara'ya gelen Atatürk; bir süre Ankara Ziraat Okulu'nu karargâh olarak kullanmış, daha sonra Ankara Garı’ndaki eski istasyon binasına taşınmıştır. Ankara halkı, bir jest yapıp Bulgurzade Tevfik Bey'den eski Çankaya Köşkü'nü satın alıp Mustafa Kemal'e armağan ederler. Atatürk bu mütevazı köşkü 1932'ye kadar kullanır. Şimdi Atatürk Müzesi olan bu köşkte Atatürk'ün özel kitaplığının bir bölümü halen sergilenmektedir. Oysa oldukça geniş bir kütüphanesi olan Atatürk için yeni bir köşk yapılması fikri biraz da daha büyük bir kütüphaneye ihtiyaç duyulmasından kaynaklanmıştır. Eski kütüphanenin yeni gelen kitaplara yeri olmamasından dolayı şimdiki Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün yapılması öngörülmüş ve kartal yuvasını andıran yüksek kayalık bir tepeye köşkün yapılması bizzat Atatürk tarafından istenmiştir. Yeni köşk için Atatürk mimarından özellikle şunları istemiştir: “Köşkün çok geniş bir kütüphanesi olmalı ve üzerinde haritalarımı açıp inceleme yapabileceğim büyük bir masa ve bu masanın bulunacağı ferah ve ışıklı bir yerde çok miktarda kitap koyma rafları isterim.” Şimdi isterseniz biraz da Atatürk'ün kütüphanesine girelim. Milli Kütüphane Genel Müdürlüğü'nün 1973 yılında yayınladığı “Atatürk'ün Özel Kütüphanesi Kataloğu” adlı yayından öğrendiğimize göre; 2715 kitaptan 127 tanesi Türk şiiriyle, 46 tanesi Türk tiyatrosuyla, 42 tanesiyse Türk roman ve hikâyesiyle ilgilidir. Bundan başka güzel sanatlar ve eğlence konularında da 212 tane kitap olduğunu görürüz. Elbette ki siyaset, askerlik, sosyoloji, tıp, felsefe ve özellikle tarih ve dil üzerine de birçok kitap var ama ben daha çok sanata dair kitapları incelediğim için, istatistiği bu yönde vermeyi uygun buldum. Atatürk, okuduğu kitaplara çeşitli işaretler koyar, bazılarının altını çizer, bazılarınınsa üzerine yorum yazardı. Yani tiyatro deyimiyle Atatürk bir dramaturg hassasiyetiyle metin okurdu. Mesleğimizi ilgilendirdiğinden ötürü tiyatro metinlerini okurken onların üzerine notlar aldığını söyleyip başka bir boyuta geçebiliriz. (İşaretlenmiş metinlerden bazıları şunlardır; İbnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci'nin, ‘Sekizinci’ adlı 4 perdelik güldürüsü, Abdülhak Hamit Tarhan'ın ‘Validem’ adlı çalışması, Münir Hayri Egeli'nin ‘Taş Bebek’, ‘Bir Ülkü Yolu’,’ Bayönder’ ve Faruk Nafiz Çamlıbel'in ‘Akın’ adlı oyunları.) Atatürk tiyatro konusu üzerine özellikle eğilmiş; üstelik yalnızca Halkevleri’ne tiyatro kolları açtırmakla kalmamış, bir konservatuarın kurulması için emir de vermiştir. Çünkü Atatürk, Türk tiyatro sanatının gelişmesinin; aynı zamanda devrimlerin yaygınlaşması ve Güneş-Dil kuramının pekiştirilmesine katkı sağlayacağını da düşünüyordu. Bu mantıkla, Türk ulusunun yüceliğini anlatan oyunlar yazdırdı. Akın, Mete, Özyurt, Atilla, Cumhuriyet Çocukları, Ceza Hakimi, On Yılın Destanı, Bayönder, Taş Bebek, Bir Ülkü Yolu Atatürk'ün emriyle yazılan oyunların bazılarıdır. Atatürk'ün Hayri Münir Egeli'ye söylediği “Her zaman oynanabilecek kalıcı oyunlar yazılmalıdır”sözüyse, Atatürk’ün sanatta evrenselliği yakaladığına çok iyi bir örnektir. Bu oyunların konuları sadece hamâsî, yüce Türk ulusunun tarihi değildi elbette. Atatürk, Türk kadınını merkeze alan, Türk dilinin güzelliğini anlatan oyunların da yazılmasını emretmiştir. Türk tiyatrosunun kuruluşunda büyük emeği geçen, değerli tiyatro sanatçısı İ.Galip'in ( Arcan ), 12 Nisan 1930'da, Atatürk'ün, kendisinin de içinde olduğu oyuncuları huzuruna kabul ettiği geceyi anlattığı duygusal anısı bugüne bir miras niteliğindedir. “ 1930 senesi Nisanının 12nci akşamı Türk Tiyatrosu fakir tarihini çok şerefli ve nurlu bir sahife ile tetviç etti. Gazi bizi huzuruna kabul etti... O akşam Türk Tiyatrosunun bükük boynu düzeldi, başı doğruldu, alnı yükseldi ve parladı. Biliyoruz ki Fransızların on dördüncü Lui'si san'at muhibbi bir hükümdardı, huzuruna Moliere'i kabul ederdi. Napoleon o zamanın en yüksek trajedi aktörü Talman'ın dostu idi. Bu hükümdarların tiyatro adamlarını ne derece sevdiklerini ve ne kadar saydıklarını ancak tarih sahifelerinde okuduğumuz kadar biliyoruz... Fakat bizim hükümdarımız, bizim ulu Gazimiz Türk Cumhuriyetinin hemen bütün erkânı ortasında bizim için bir nutuk irat etti... Bu nutkun her cümlesi hitabet sanatının bütün kudret ve sihrini yaşayan bir şaheserdir. Davetliler bir ayin sessizliği içinde dinliyorlar, ulvi bir heyecan dalgası bütün kalpleri sarsıyor, nemli gözler derin bir hayranlık içinde minnet ve şükranın sessiz belagatini fışkırıyordu. Gazi nutkunu şöyle bitirdi: “Efendiler...Hepiniz mebus olabilirsiniz...Vekil olabilirsiniz...Hatta reisicumhur olabilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız .Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim...” Coşkun bir sevinç ağlaması içinde Gazimizin mukaddes ellerini öptük... Genç arkadaşlar...Gelecek neslin bahtiyar tiyatrocuları...Dinleyin...Türklüğü kurtaran ve Türk Cumhuriyetini kuran büyük reisimiz işte böyle söylüyor, sanatımızı böyle anlıyor. Biz bütün gençliğimizi koyduğumuz bu sanatı yavaş yavaş sizin ellerinize terk ederken Gazinin bu cümlesini bir hediye olarak bırakacağız...Biz yirmi beş senedir çektiklerimizin mükafatını gördük. Bu mükâfat size de müstakbel mücadelelerinizde murassa kalkan olsun.” Son bölümde Atatürk'ün kitap ve kütüphanelerle ilgili bana çok ilginç gelen (gurur veren) bazı anılarından söz edip yazımı bitirmek istiyorum. 22 Haziran 1934'te İran Şahı ülkemizi ziyarete gelir. Atatürk Şah’ı gezdirirken, gezi programında Milli Kütüphane'yi ziyaret etmek de vardır. Ne güzel değil mi? Ya da bir başka anı şöyledir. 1924 yılında Türkiye tarihinde doğal afetlere belki de en ağır kayıplardan birini verdiğimiz Erzurum depremi olur. İstanbullu bir kitapçı, deprem mağduru çocuklara yardım amacıyla, afet bölgesine çocuk kitapları gönderir. Bu kitapçının adı İbrahim Hilmi Çığıraçan'dır. Bu bağış Atatürk'ün kulağına ulaştığında Atatürk, gözleri nemli bir şekilde yaverine bir telgraf yazdırır. Tıpatıp şöyle: “ 08.10.1924. İstanbul Babıali Caddesi'nde kitapçı İbrahim Hilmi Bey'e, Erzurum yer sarsıntısında felakete uğrayanların çocuklarına armağan buyurduğunuz kitaplar dolayısıyla çok teşekkür ederim. Yurdun bilim ve kültürü için bu olay nedeniyle gösterdiğiniz ilgiyi değerli buldum. Bilim ve kültür ile donatılan bir kavmin her türlü felakete, doğadan gelse bile, çare bulabileceğine işaret eden bu konudaki bağışınız bütün ulusça övgüye yaraşır anlamdadır. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal” ( Meraklısına not; 1999 Marmara depreminde bileziğini almak için enkazdaki ölünün kolunu kesenler aklıma geliyor da... seksen sene önce bu telgrafı yazdıran Atatürk'ten utanıyorum.) Yazımı bitireceğim dedim ama son olarak Çanakkale'de Atatürk'ün askeri olan Agop Dilaçar'ın “Atatürk ve Türkçe” kitabında okuduğum bir anısını aktarmama izin verin lütfen... “Yaz aylarında Atatürk'le birlikte Ankara'dan İstanbul'a gidilirken, kitaplıkçısı Nuri ile baş sofracısı İbrahim, Dolmabahçe Sarayı'na götürülecek kitapları boş cephane sandıklarına yerleştirir, muhafız alayı erleri de bunları arabalara taşırlardı. Kitapların cephane sandıklarına konulması, derin bir heyecan uyandıran görkemli bir semboldü. Askeri savaş kazanılmış, şimdi bilim savaşına girişilmişti. Bu iki savaşın Atatürk'ün kişiliğinde birbirleriyle kaynaşmasının sembolü işte bu sandıklardı.” Okumadan çağdaşlık seviyesine gelinemeyeceğini tüm yaşantısıyla ortaya koyan Atatürk’ü anlamak için şimdi, hemen şimdi bir kitaba dokunmamız gerektiğini anlamak için daha kaç evcil acı sınavından geçmemiz gerekiyor acaba, olmayan zamanınızın bir dakikasını buna ayırma lütfunda bulunduğunuzda çok şeyin değişeceğini -en azından- bir kere düşünmenizi rica edebilir miyim?