“İmralının İnsanları” İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda

Mutahhar Şerif Bey’in, İmralı mahkûm adasında gerçekleştirdiği ıslah programı ve o program içinde sanata büyükçe yer vermesinin başarılı sonuçları o denli dikkat çekicidir ki; toplumun bütün kurumları, bu devrimci hamleden etkilenmiştir. Bu kurumlardan biri de Darülbedayi, sonradan değişen adıyla İstanbul Şehir Tiyatrosu’dur. 1949 yılında Devlet Tiyatrosu kurulana kadar bir çeşit ulusal tiyatro temsilcisi kimliğini taşıyan İstanbul Şehir Tiyatrosu, İmralı’da olup bitenleri Vedat Nedim Tör’ün yazdığı “İmralının İnsanları” adlı tiyatro oyunu ile sahnesine taşır. Oyunun kitap olarak basıldığı zaman kapak kompozisyonunu Turgut Zaim gibi dönemin en tanınmış ressamı yapar.Oyunun hangi yıl yazıldığı belli değilse de;
26 Eylül 1938 tarihli Akşam gazetesinde Şehir Tiyatrolarının başlayacak sezon repertuvarına dair bir haber yayınlanır. Genel bilgilendirme verildikten sonra, programdaki telif oyunlarla ilgili şu kısım dikkatimizi çeker:
“Bu senenin en büyük temsili Bedreddin Tuncel’in Sofokles’ten tercüme ettiği “Kral Oidipus” eseri olacaktır. Eser muhteşem mizansenle sahneye konacak, Kral Oidipus rolünü Ertuğrul Muhsin oynayacaktır. Bu tiyatro mevsimi, repertuarın telif kısmı her seneden çok daha zengindir. Vedat Nedim Tör’ün iki telifi vardır: “İmralının İnsanları” ile “Hep ve Hiç”… Ahmet Kutsi Tecer’in “Köroğlu”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Künye”, şair Yusuf Ziya’nın “Mezad”, Celâleddin Ezine’nin de “Misafir Geldi” eserleriyle bu sene altı telif eser sahneye konmuş olacaktır.” (Akşam, 26 Eylül 1938, Pazartesi, Sene: 21, Gazete Yayın no: 7165)  
Anlaşılan o ki; Vedat Nedim Bey, oyununu 1938’den önce yazmış da, İstanbul Şehir Tiyatrosu’na göndermiş de, oyun repertuvara bile alınmış… Ancak neden bilmeyiz; o yıl sahnelenmemiştir “İmralının İnsanları”… Yaklaşık 3 yıl sonra, 1941 yılının Mart ayında ilk kez seyirci karşısına çıkar oyun. 
“Karanlık, karanlık / İçimiz karanlık, dışımız karanlık / Bıktık, ah bıktık bu karanlıktan / Bu karanlıktan usandık / Bıktık ah bu zindandan / Geçmiyor zaman, geçmiyor zaman / Mahkûmuz; kimimiz on seneye, kimimiz de yirmiye / Sevdik biti dost diye / Geçmiyor zaman, geçmiyor zaman / O koskocaman ellerimiz boş; kollarımız boş / Loş, loş, her taraf loş”
Tüm oyuncuların hep birlikte söylediği işte bu şiirle başlar Vedat Nedim Tör’ün oyunu!
Zerbamat Basımevi tarafından 1940 yılında Ankara’da basılan 53 sayfalık “İmralının İnsanları” üç perde, on iki tabloluk bir oyundur. 21 kişinin rol aldığı oyunun tüm oyuncuları erkektir. Vedat Nedim Tör, Mutahhar Şerif Başoğlu’nu her ne kadar oyunda adıyla anmasa da, daha çok bilinen lâkabıyla, “Müdür” rolüyle oyununa katmıştır onu. Türk tiyatrosunun emektarlarından olan Hüseyin Kemal Gürmen’in canlandırdığı “Müdür” rolü, oyunun merkez rolüdür.
1941 yılında, İstanbul Şehir Tiyatrosu Tepebaşı Dram Tiyatrosunda sahne alan “İmralının İnsanları” oyununda görev alan diğer oyuncuların adlarını da yan yana yazalım istiyoruz: Hadi Hun, Avni Dilligil, Celal Balkır, Zihni Rona, Mahmut Moralı, Talât Artemel, Kâni Kıpçak, Suavi Tedü, Sami Ayanoğlu, Müfit Kiper, Mümtaz Ener, Necmi Oy ve Salahaddin Mogol… 

Oyunun ilk altı tablosu, İmralı’daki mahkûmların suç nedenleri, çektikleri acılar, hapishane hayatının zorlukları, bit yarıştıran, esrar çekenlerin can sıkıntıları ve onların Müdür ile ilişkileri üzerine sıralanmış, hareketten yoksun, durgun, melodrama yakın vicdan hesaplaşmalarına ayrılmıştır. Oyunun birinci perdesinin yedinci tablosundan itibaren ise oyunun akışı değişir ve dönemi içinde cezaevleri ıslahının neden gerektiği ve konuya farklı bakış açılarının tartışıldığı bir bölüm başlar. Bu bölümde “Müdür” rolüyle Mutahhar Şerif Başoğlu’nun, “Birinci Âza” adlı rol kişisiyle, “Bakan”ın da (*Şükrü Saraçoğlu olmalı) olduğu bir komisyonundaki tartışmalarına tanık oluruz.
“Birinci Âza – (…) cemiyetin birer balgam gibi attığı mücrimler, cezaevlerindeki şartlar düzeltildiği takdirde, aramıza birer örnek insan olarak dönebilecekler öyle mi? (…)
Müdür – Bugün carî olan ceza usulleri o kadar maksada aykırı neticeler vermektedir ki, onlar üzerinde yapılacak gayeye uygun her türlü değişiklik,bir  ıslah değil bir inkılâp mahiyetinde olmaya mecburdur (…) Muhatabım cürmün kandan, bünyeden, yaratılıştan geldiğine inanır. Fatalisttir. (*Alın yazısına inanan) Gözün rengini nasıl değiştiremezsek, mücrimi de cürüm işlemekten öylece menedemeyiz.  Biz ise, cürmü cemiyetin bir mahsülü olarak alıyoruz. Her içtimaî hastalık gibi o da tedavi olunabilir. Bu itibarla, mücrim bir tecziye (*Cezalandırma) mevzuu değil, bir terbiye mevzuudur. Görüyorsunuz ki aramızda telâkki farkı, gündüzle gece kadar büyüktür. 
Birinci Âza – (…) Filhakika ben, insanın sonradan mücrim olduğuna değil, mücrim doğduğuna inananlardanım… Onun için cemiyet bunlara karşı kendisini korumayı bilmelidir. İşte cezaevleri, cemiyetin bu zararlı unsurlara karşı kurduğu bir korunma, bir tecrit organıdır. Cezanın şekli değişebilir; fakat mahiyeti asla! 
Müdür – (…) Madem ki mücrimin tedavi edilemez bir hasta olduğunu kabul ediyorlar, o halde neden cemiyeti bu hastalıktan tamamıyla kurtarmış olmak için bugünkü palyatif mahiyetteki tedbirlerin yerine, daha radikal bir yoldan gitmeyi tercih etmiyorlar? Mesela mücrimi ölünceye kadar cemiyetten uzaklaştırmak?
Birinci Âza – Hiç şüphesiz ki en ideal tedbir budur. Fakat ne çare ki insanlık merhamet denilen hastalıktan da kurtulamadı. 
Müdür – Bu zalim tedbirin bütün cemiyet için muzır hastalıklara karşı tatbik edilmesini niçin istemeyelim? Mesela frengilileri, veremlileri yokedivermek dururken, neden onların tedavisi için laboratuvarlar, sanatoryumlar, dispanserler, doktorlar didinip dursunlar? Verem ve frengi hiç şüphesiz ki cemiyete cürüm mikrobundan daha çok zarar ve daha çok kurban verdiriyor.
Birinci Âza – Verem ve frengi tedavi olunabiliyor.
Müdür – Tedavi mefhumunu verem ve frengi gibi hastalıklar için kabul ediyorsunuz da, cürüm hastalığı için niçin kabul etmek istemiyorsunuz? (…)
Bakan – (…) Şimdi teorileri bir tarafa bırakalım da kendi memleketimizin realitelerine bakalım. Lütfen şu sualime cevap veriniz: Bizim memlekette hulkÎ mücrim, anadan doğma mücrim, profesyonel mücrim tipi var mıdır?
Müdür – (…) Tekzip olunmaktan korkmayarak katiyetle iddia ediyorum ki, memleketimizde mücrim tipi denilen bir şey yoktur. Fakat cezaevlerimizi ıslah etmezsek, bizde de er geç bir profesyonel mücrim sınıfı yetişecektir. 
Bakan – O halde?
Müdür – O halde mücrimi bilhassa katili anadan doğma bir mahkûm telâkki ederek içimizden atmaya değil, onu tekrar cemiyet için kazanmaya çalışacağız. Mademki mesul olan tabiat değil cemiyettir, o halde cemiyet vazifesini yapmalıdır. Bu vazife tecziye değil, tedavidir. 
Birinci Âza – Cezaevlerini birer sanatoryum haline getirince cürmü teşvik etmiş olmayacak mıyız?
Müdür – Verem sanatoryumları var diye kimse verem olmaya can atmıyor.
Bakan – Münakaşa zannederim ki kâfidir.” (“İmralının İnsanları” oyun metni, ss. 21-26)
Oyunun birinci perdesi, bu tartışmada “Müdür”ün haklı bulunup, ıslah programını uygulamaya geçireceğinin bilgisiyle tamamlanır. 
İkinci perdede, “Müdür” İmralı’dadır ve adaya elleri birbirine kelepçeli 40 yeni mahkûm getirilir. İkinci perdenin, ikinci tablosunda “Müdür” gelenleri oldukça heyecanlı bir konuşmayla karşılar. Konuşan düpedüz Mutahhar Şerif Başoğlu’dur sanki.
“Çocuklar, burası İmralı adası. Bu ada artık sizin yuvanız (…) Hapishanede canınız sıkılırdı ve can sıkıntısından hep kara kara düşüncelere dalardınız. Orada sizi hiç gülerken görmedim. Ara sıra söylediğiniz şarkılar bile insanın yüreğini karartan şeylerdi (…) Fakat bundan sonra, burada, İmralı’da bunların hepsi değişecek. Bu topraklar sizin, onları süreceksiniz, ekeceksiniz. En cins buğdayı biz yetiştireceğiz. Değirmenlerimiz en özlü buğdayı öğütecek. Fırınlarımızda en has ekmeği pişireceğiz. Bağlarımız, bahçelerimiz, bostanlarımız, ağıllarımız olacak. Çalışacağız! Allah, ellerinizi bit kırmak, tahta kurusu toplamak, pire ayıklamak ve esrar çekmek için yaratmadı. Allah, kafanıza aklı, kara ve kötü düşünceler içinde bunalsın, körlensin diye vermedi. İnsan olacaksınız. Ve mahkûmiyetiniz bittiği zaman insanların arasına dönmeye utanmayacaksınız!” (ss. 31-32) 
Ancak birçok mahkûm bu şefkatli karşılamadan etkilenip uyum gösterse de, mahkûmların bazıları söylenenlere inanmamakta, bu adada birbirlerine kırdırılıp, öldürüleceklerini düşünmektedir. “İkinci Mahkûm” güvensizlerin başını çekerken, “Dokuzuncu Mahkûm” İmralı’ya getirilmelerinin bir şans olduğunu savunmaktadır. Ağız dalaşı, çekişme derken… kavga çıkar ve aykırı davranan 1., 2., 3. ve 8. Mahkûm, diğer mahkûmlar tarafından kelepçelenerek firar etmelerinin önüne geçilir.  Müdür’ün karşısına getirlen firariler, çok pişmandırlar. Kelepçeleri çıkarılır ve gerilim biter.
Üçüncü perde açıldığında bir yıl geçmiştir. Huzur egemendir İmralı mahkûmları arasında. Geçen sürede İmralı’nın ziraat raporu, sonra inşaat raporu, derken ümmilikle (*Okuma yazma bilmemek) mücadele raporunu getirirler Müdür’e. Bu gelip gidenlerin en ilginci, Müdür’ün ilk perdede çatıştığı Birinci Âza’dır. Hayran ve çok şaşkındır gelen konuk. Onun şaşkınlığı bir yana, Mutahhar Şerif Başoğlu sonrası, gelecekte olacaklara dair bir kehanet gibidir bu bölüm:
“Birinci Âza – Bu tecrübeye karşı ne kadar menfi bir vaziyet aldığımı biliyorsunuz. Bu itibarla en ufak bir zayıf tarafınızı yakalasam, derhal kendi tezim lehine istismar edeceğim tabiidir (…) Bir senelik icraatınızı inceden inceye tetkik ediyorum. İtiraf etmek mecburiyetindeyim ki, muvaffakiyetiniz tamdır. Sizi cidden tebrik ederim (…) Yalnız bir korkum var.
Müdür – O da?
Birinci Âza – O da, bütün bu alınan iyi neticelerin, davasına taasupla inanmış bir adamın, yani sizin şahsınıza bağlı kalması…
Müdür – Korkunuz yerinde değildir. Prensipler doğru ise onları tatbik edecekler her zaman bulunur. Burada en güç şey prensiplerin doğruluğunu ispat edebilmek için bu başlangıcın yapılmasıydı. O da oldu (…) Prensiperimiz o kadar basit ki! Onları herkes, yalnız işini sevmek şartıyla kolayca tatbik edebilir. Malûm ya, her işte muvaffakiyetin ilk şartı sevgi… Sevgisiz pişen pilavın bile tadı olmaz.” (ss. 44-45)
Müdür’ün ağzından çıkan replikler doğrudan Mutahhar Şerif’in sözleridir… Öyle ya; Başoğlu da, suçun ıslahı için gereken birinci koşulun sevgi olduğunu söyleyip durmamış mıydı görev yaptığı süre boyunca?
“Müdür – Bu tecrübe ile bir kere daha sabit oldu ki; iş, en büyük ilaç. Ve işsizlik en korkunç mikrop. Dedikodu, pislik, kumar, içki, esrar iptilâları hep, hep işsizliğin piçleri! Tembel ve aylak adam, muhakkak ki dedikoduyu sever, pistir. Kuvvetli bir iş ahlâkı, cemiyetin en sağlam sigortası!” (s. 45)
Oyun, final sahnesinde mahkûmların büyük bir heyecanla hazırladığı bir müsamere ile biter. O müsamerede bir de ortak şiir okurlar ama bu şiir, oyunun açılışındaki iç karartan, umutsuz şiirden çok uzaktır. Sözlerinin arasından sanki kuşlar fırlamaktadır göğe doğru. Ya da sözcüklerin hepsi, hep birlikte söylendiği zaman kuş olmaktadır:
“Nasıl atarsa çöpleri kıyıya dalgalar denizden, öyle attınız bizi içinizden / Açın kollarınızı, alın bizi içinize! Biz sizin kadar iyiyiz, siz bizim kadar fena!
Bulduk şifa İmralı’da, bu adada, bu yuvada / Güneşin ve işin ışığında yıkandık / Tattık insan olmanın tadını, attık içimizden kelepçeyi, Ah, insan olmak ne iyi!
 Açın kollarınızı, alın bizi içinize! Biz sizin kadar iyiyiz, siz bizim kadar fena! / Bulduk şifa İmralı’da”
Oyunun çok beğenildiğini, dönem gazetelerine yansımalarından anlıyoruz. Örneğin İsmet Hulûsi, İmralı’nın yabancı kaynaklarda daha çok haber yapıldığını şikâyet ettikten sonra şöyle yazar:
“Biz İmralının insanlarını, gazeteci arkadaşlarımızın röportajlarından tanıdık. Müteaddid defalar İmralı’ya gittiler. Onların verdikleri ziyafetlerde bulundular, nasıl yaşadıklarını, neler yaptıklarını bize anlattılar (…) İmralının insanları cezaevleri tarihimizde inkılâp sayılacak bir merhalede görülen kimselerdi. Onlardan bütün dünyada bahsedildiği halde bizde ancak birkaç röportaj mevzuunda kalmaları cezaevleri ıslahı yolunda attığımız faydalı adımı kendimizin bile (yeterince) bilemediğimizi gösterir.
(Vedat Nedim Tör) İmralının insanlarını, bir piyes çerçevesi içinde Şehir Tiyatrosu sahnesinden gösteriyor. Piyes iyi tertip edilmiştir. Mücrim kimdir? Katil nasıl cinayet işlemiştir? Küf kokan hapishane bunlar için bir ıslah müessesesi midir? Orada ceza müddetlerini tamamlayıp çıktıktan sonra ne olacaklar? Bunlardan bir cemiyete fayda gelir mi? 
Eski cezaevinden İmralı’ya götürülmüş mücrimleri İmralı’da görüyoruz. Hapishanede olduğundan tamamıyla değişik bir hayat tarzı. Hatıra gelecek bazı sualler oluyor. Eserde bu suallere de cevap veriliyor:
-    Bu yeni tarz ceza yeri cürümleri çoğaltmaz mı?
-    Hayır çoğaltmaz, çünkü sebepleri var.  
“İmralının İnsanları” (oyununun) mizanseni güzeldi. Işık tertibatının dikkatle hazırlanmış olduğu bilhassa birinci tablodan göze çarpıyor. Piyeste kadın yoktur. Temsil eden sanatkârlar arasında Hapishane Müdürü’nün (Hüseyin Kemal) rolü oldukça güç… Kuvvetli sanatkâr bu güç rolün güçlüğünü sanki kendi hiç hissetmiyormuş kadar (rahat) yapıyor. Mahmut, Talât, Hadi ve İmralının insanları rollerine çıkan diğer sanatkârlar muvaffak oluyorlar.” (Son Posta gazetesi, 20 Mart 1941, Perşembe, Yıl: 11, Gazete Yayın no: 3820, ss. 5-6) 
Döneminde tanınmış bir başka gazeteci olan Selim Nüzhet Gerçek de “İmralının İnsanları”ndan söz eder bir yazısında. Yazar, Tör’ün daha önceki oyunlarını övdükten sonra der ki:

“Vedat Nedim Tör, altı senelik bir fasıladan sonra “İmralının İnsanları”nı verdi. (Bu piyes) âdeta tezli bir piyestir. Vedat Nedim’in bunu yazarken ne düşündüğünü kestirmek pek kabil değil. Esasen bu piyes onun tarzına o kadar aykırı ki üzerinde ısrar etmemek belki daha doğru olur.” (Akşam gazetesi, 3 Kasım 1945, Cumartesi, Sene: 28, Gazete Yayın no: 9715, ss. 3 ve 7) 
 Belli ki oyunu çok beğenmemiştir Selim Nüzhet… 
Oyun hakkında son olarak minicik bir bilgi kırığından söz ederek bu bölümü kapatalım.

15 Haziran 1943 tarihli Vakit gazetesinde, Beşiktaş Halkevi’nin gerçekleştirdiği bir etkinlikte karşımıza çıkar Vedat Nedim Tör’ün oyunu:
16-6-943 tarihine rastlayan Salı günü akşamı saat 21’de evimizde verilecek konferans ve temsile ait program aşağıda gösterilmiştir.
1-    “Lekeli humma”, Sinir ve Dahiliye Mütehassısı Dr. Faruk Bayülkem tarafından
2-    Temsil Kolumuz tarafından “İmralının İnsanları”