Hani bir laf vardır “bir söze bakarım…” diye başlar? Ben devamını yazmayacağım zira pişkinliğin adı “siyaset” olmuş alem-i cihanımızda. Fakat sussam gönlüm razı gelmiyor; konuşsam yazsam, gidip “pişki...

Hani bir laf vardır “bir söze bakarım…” diye başlar? Ben devamını yazmayacağım zira pişkinliğin adı “siyaset” olmuş alem-i cihanımızda. Fakat sussam gönlüm razı gelmiyor; konuşsam yazsam, gidip “pişkinliğe” çarpıyor. 17 Ağustos 1999 depreminin yıldönümündeyiz yine ya? “Hep aynı nakarat” şeklinde yazılar, konuşmalar, mesajlar, dilek ve temenniler, uyarı ve beklentiler. Anlaşılan o ki, şöyle kallavi bir sallantıyla, kafamıza bir kolon yemeden daha anlaşılmayacak. Bırakın 1999’u yahu 2020’yi bile anlamadık da hemencecik “ben ne dersem o olur, ben sizin babanızım” anlayışıyla, iki gün şov, iki gün ağıt, “er kişi, hatun kişi niyetine Allahu Ekber” ile deprem gündemini kapadık. Sonra gelsin hafriyatçı, müteahhit ve de emlakçı paracıkları! Konum “deprem” değil. Konum “üç beş ağaç” diye halkın tepkisini küçümseyenlerin, bir tek ağaç için bakanından, vekiline kopardıkları “kıyamet”. Herkes susar ben susmam. Susarsam namussuzum. Karşıyaka’da bir koca ağaç, yol ortasında kalmış. Keşke geçmiş zamanlarda, o ağaç düşünülerek planlama yapılsaydı diyeceğim ama… Tabii ki yurttaşlar tepki göstermiş, ben de gösteririm tepkiyi. Çünkü artık kafalarımızın “dank” etmesi gerekiyor ki bir ağacın, bir zeytin tanesinin, bir başak buğdayın, bir salkım üzümün değeri daha yüksektir o “betona tapan” paragözlerden. Artık ağaçlar kökleriyle taşınıyor, doğrudur. Lakin bunun da şartları var. Zaten ağacın ne yazık ki kesilmesini iktidarın atadığı Orman İdaresi de onaylamış. Durur mu “çevre” bakanımız? Hemen bir “mesaj” yayımlamış: “Yönettikleri hiçbir yerde yeşil yatırımı olmayan CHP yine şaşırtmadı. İzmir'de bir ağacı kurtaramayıp, katletmişler. Lafta en 'çevreci' kendileri ama iş icraata gelince ağaçlara kıyıyorlar. Biz onları kurtarırız, yenilerini dikeriz. Siz sosyal medya belediyeciliğine devam.” Okudunuz mu? “Gerçekten” çevreye düşkün bir partinin bakanı olmasa, alkışlayacağım bir tepki. İyi de bırakın onca koyun, orman arazisinin, yeşil alanın üç beş görgüsüz müteahhite verilmesini, bizzat bu satırların yazarı şahit oldu Murat Kurum Bakan’ın TOKİ’sinin ağaçları nasıl sevmediğine. Murat Kurum ve AKP’liler, CHP’liler cevap vermiştir, takip etmedim. Ama Bakan Efendi’yi okur okumaz gözümün önüne TOKİ’nin vandal müteahhiti geldi, deprem sonrası mahallemi işgal eden. Hele bir de o “rahmetli” palmiyeler. Depremde mahallemde yıkılan apartmanlar, ölen komşularım oldu. Hepsine rahmet olsun bir kere daha. Ama mahallemdeki deprem konutlarını yapan şirketin, depremden daha acımasız olduğunu, insan sevgisinin, ağaç ve hayvan sevgisinin olmadığını kezlerce yaşadım, tehdit aldım. Defalarca Validen belediyeye, müdürlerden vekillere, polisten zabıtaya herkese ulaşmaya çalıştım, evime davet edip söylediklerimi yaşamalarını istedim. Gazetede yazdım, ekranlarda konuştum, sosyal medyada etiketli paylaşımlar yaptım. Ama “vandallığı” önleyemedim. Hele de “o hafta sonu”. Fotoğrafları hala elimde. Mahallemde yıkılan bir sitenin palmiye ağaçları vardı. Dipdiri, yemyeşil, huzur veren ağaçlardı. Deprem sırasında zarar da görmediler. Bir tek dalları kırılmadı. Ta ki TOKİ’nin canavarları gelinceye dek. Temel kazısı sırasında, ben ve birkaç vatandaş şantiyeye müracaat ettik. “Ağaçları korumaya alın, biz de yardım edelim, inşaat sonrası yeniden dikilir” dedik. Hepimizi kovmaktan beter ettiler. “Derdiniz bu mu?” dediler. Ve o güzelim palmiyeleri, uydurdukları “planlama gerekçesiyle” bir bir “kırarak yıktılar”. Ama bir tanesi inanın iki gün direndi. İçimden “diren be palmiye, İzmir aşkına diren” diye diledim durdum. Bir kez daha, hiç olmazsa bu palmiye için “bir şeyler yapılabilir mi?” diye birkaç yere başvurdum. Ne öğrendim biliyor musunuz? Bu şantiye, asla İzmir makamlarını “muhatap” almıyormuş. Vali, belediye falan “vız” ve “tırısmış” şirket için. Bunu yüzüme karşı çemkirerek söyledi “şantiye şefi”. Yüzüme adeta aşağılayarak bakarak “bizim muhatabımız Ankara” dedi, çenesini kaldıra kaldıra. İkinci gün o palmiye direnemedi, yıkıldı. Bir hafta cenazesi, diğer kardeşleriyle, sararmadan molozların üzerinde kaldı. Şimdi Murat Kurum çıkmış, Karşıyaka’da ormancıların izniyle kesilen ağaç için güya tepki “gösteriyor”! Bakana biri söylesin, bu tepkisini ancak kendi şürekası alkışlar. Herkes “yer” ama İzmir hele Bayraklı “yemez”! BAYRAKLI’YI NEDEN KİMSE DUYMUYOR? İlginç. Gerçekten çok ilginç. İki yıl oldu ama hala “gerçek” olan gerçekler değil, muktedirlerin keyfi ve uydurma “gerçekleri” dikkate alınıyor. Deprem sonrası gerek hafriyat ve gerekse inşaat çalışmalarıyla ardından hızlanan sözde “kentsel dönüşüm” işleri tarihin yazmadığı ölçüde keyfiyetle sürüyor. Bu arada İzmir’e doğru gelen o asbest deposu gemiye odaklanan kent dinamikleri, bir saatlerini ayırıp Bayraklı’da olan biteni masaya yatırmıyor. Bayraklı’da var olan CHP ve İYİ Parti’nin de neden bu kadar gaflet içinde olduğunu anlayamıyorum. Hele mevcut İzmir milletvekillerinin sessizliği anlaşılacak gibi değil. Aklıma CHP’li Bayraklı Belediyesi’nin “yanlış bilgi” yaydığı geliyorsa da oy verdiğim başkanın bu kadar umursamazlığı artık zıvanadan çıktı. Gerçekten “yetti artık”! Ben yazmaktan sıkıldım ve yer yer de utanıyorum da bizzat görüp, yaşadıklarım karşısında çileden çıkıyorum. Çarşamba günü 10 katlı bir apartmanın, kentsel dönüşüm gerekçesiyle oldukça tehlikeli, kontrolsüz ve denetimden uzak çökmesi, ben dahil Manavkuyu halkını bir kez daha çok korkuttu. Daha önce de böyle kontrolsüz yıkımlardan cesaret olan vandal zihniyetli hafriyat şirketi, gözler önünde bilerek yaptığı makine hareketiyle, saatlerce sürecek bir toz dalgasının masum yurttaşlarca solunmasına neden oldu. Dev binanın çökmesinin yarattığı sarsıntı, gürültü mahallede çığlıklara sebeb oldu. Şirketin daha önce defalarca ikazlara tehditle karşılık vermesi bile dikkat çekmedi. Bu sıcakta, saatlerce tozun pencerelerden evlere doluşması, her türlü sağlık riskini oluşturması dahi Bayraklı muktedirlerinin “üç maymunu oymasını” engelleyemedi. 17 Ağustos 1999’un üzerinden 23 yıl geçmişken, 30 Ekim 2020’de yaşadığımız taze depremin bile hala ders çıkarılmasına gerekçe olmaması ne acı değil mi? Nasıl bir gaflet ve delalet içindeyiz anlaşılmıyor! 23 yılda ders alabilseydik, 2 yıl önce o insanlarımız ölür müydü? 30 Ekim’de evlerinin riskli olduğu biline biline ölmedi mi insanlarımız? Şimdi Bayraklı her yönden sahipsiz bırakılmışlığının sonuçlarını yaşıyor. Yıkım kurallarının hiçbiri uygulanmıyor, toz önleyici tedbirler dünyada uygulanırken, biz de her adım can emniyeti ile değil, şeytani maliyet hesabıyla değerlendiriliyor. Ve ne yazık ki denetim göreviyle sorumlu bazı muktedirler, her ortamda “ne yapalım yani, bir an önce yıkım bitsin diye hoşgörü gösteriyoruz” diyebiliyor! İddia ediyorum, Bayraklı’da tarihte görülmemiş bir aymazlık egemenliği var. Hafriyat + İnşaat + Siyaset + Devlet iş birliği, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan “milleti” canıyla tehdit ediyor. AKP, CHP, MHP, İYİ Parti, İlçe Belediyesi, Valilik, Kaymakamlık ve tüm vekiller! Bayraklı halkınıza yaşattıklarınız için kalbi teşekkürlerimi kabul buyurun!