“Biz her zamanda şifte-hâl-i mahabbetiz / Mevkuf-ı nev-bahar değildir cünunumuz”  (Biz her zaman aşk düşkünüyüz / Deliliğimiz sadece ilkbahara bağlı değil.)  (17.yüz...

“Biz her zamanda şifte-hâl-i mahabbetiz / Mevkuf-ı nev-bahar değildir cünunumuz”  (Biz her zaman aşk düşkünüyüz / Deliliğimiz sadece ilkbahara bağlı değil.)  (17.yüzyıl şairlerinden Ahmed Fasih Dede’nin şiirinden alıntı) 20 Haziran 1997’de Türk yazın sanatının bir büyük hocası, Cahit Külebi sonsuzluğa uçtu gitti. Üstünden 24 sene geçmiş, ne çabuk? Bugün deniz kıyısında otururken aklıma birden Cahit Külebi düştü, niye ki? 1938’de yazdığı ‘’Haziran’’ şiirinde sanki bilmişti şair Haziran’da göçeceğini. Ondan mı acaba? “Her akşam bulutlar / Bilmez telaşımı / Her akşam bulutlar / Belki de haziran bulacak naaşımı / Belki de haziran” Hatırlıyorum; birkaç sanat dergisi, ömrünü adadığı öğrencilerinden birkaçının anılarını yayınlamıştı. Kimi dergilerse sadece 1917’de Zile’nin Çeltek Köyü’nde doğduğunu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni 1940’ta bitirdiğini, 1951-1983 yıllarında TDK üyeliği yaptığını falan yazıp bırakmıştı... O günden sonra, şairin üstüne dişe dokunur bir anma yapıldığını da hatırlamıyorum. Oysaki Türk yazınında isim yapmış bazı şairler bakın neler demiş Külebi için. O çok sevgili dostu ve meslektaşı Orhan Veli; “Külebi’nin şiiri gelecek yıllara Cahit Külebi devrinin bir tarihi olarak kalacaktır” derken, Cemal Süreya; “Kırın şairi... Cahit Külebi Türkiye coğrafyasının şiirini yazıyor. Hiç bir şair şiiri Cahit Külebi gibi bitiremez” der. Ötede Behçet Necatigil, Külebi’nin o müthiş, o çocuk, o Anadolu kokan şiirini bakın nasıl niteler; “Cahit Külebi aydın bir saz şairi içtenliği, bir Karacaoğlan rahatlığı ve temiz bir dil ile zaman zaman kötümser, güvensiz kendi türküsünü söyledi.’’ Bir kaç yazı, hayatına dair kabaca bir iki not. Oysa aynı günlerde, ülkemizde, vatanseverlik yarışında katiller ulusal kahraman ilan edilmekte; Bahçelievler’de yedi kişiyi kurşunlayan ve yaklaşık yirmi senedir yakalanamayan (!) bir katil, devletin milletvekiliyle aynı araçta kaza yapıp öldüğünde, ülkenin başbakanı ‘’Vatan evladıdır, şehidimizdir’’ diyerek bütün dünyaya Türk ulusunun, vatan evlatlarına nasıl sahip çıktığını göstermekteydi. Devlete egemen olanlar katillere sahip çıkarken, Külebi’nin “Yurdumuz” şiirini okumuş olsalardı, kimin ‘vatan evladı’ olduğuna dair bu saptırma, bunca yıl sonra hâlâ içimizi böyle sızlatmazdı.  “... Türkiye bayrağımız gibi dalga dalgadır; / Sivas kiliminden yolları / Gökte yıldız kadar köyleri vardır. / Uzak köyler / Harap köyler / Uzak köylerimizde doğan hemşeriler / Neler konuşurlar / Neler düşünürler / Ne yerler? (...) Ya yurdumuzun kadınları / Hep yanık tenlidirler; / Hepside çınar gibi / Yahut veremlidirler. / Uzak kadınlar / Sıcak kadınlar / Ya onların doğurduğu Karacaoğlanlar / İşçiler, balıkçılar, çobanlar.’’  (“Yurdumuz” şiirinden alıntı - 1944 ) Aslında kurgulanmış bir yazı yazmak gelmiyor içimden. Bu tuhaf ülkede neyin değerli olduğunu, politikacıların ve hukukun yeni adı olan medyanın belirlediği bir düzende Külebi’nin ölümünün kimseyi o denli ilgilendirmemesine çok şaşırmıyorum. O bir çocuktu Niksar’da, sonra şehirli bir öğretmen. En çok Anadolu’ydu şiirlerinde. Hele bu çocuk, şehirli bir öğretmenle yan yana gelmeye görsün... “Kamyonlar kavun taşır ve ben / Boyuna onu düşünürdüm. / Niksar’da evimizdeyken / Küçük bir serçe kadar hürdüm. / Anladım bu şehir başkadır / Herkes beni aldattı gitti / Yine kamyonlar kavun taşır / Fakat içimde şarkı bitti.’’  (Şairin “İstanbul” şiirinden - 1939 ) Gerçi bu şiiri yazdığı yıl henüz öğretmen olmamıştı ama bu şiir, bu duyarlılık onu diplomasından önce öğretmen yapmaz mı sizce de? Aslında Külebi şiirini konuşmak için bir takım insanların şiiri açıklamak adına uydurdukları soyut sözcükleri bilmeye; ve hatta şiiri bile bilmeye gerek yok bence. Okuma yazma bilmek ve yüreğindeki tıpırtıyı duymak yeter. Şu satırları gecenin bir yerinde yazarken, o büyük denize doğru akan bir ırmağın renksiz bir balığı gibi hissediyorum kendimi. Ne insanların bilinçli bir şekilde okumadan uzaklaştırılmasını değiştirmek ne de “Ey millet! Külebi’yi bilmeyene mahalle bakkalı veresiyeyi kesecek” gibi bir mesajım var. İçimde bir yerler acıyor. Sanki biri elini mideme sokmuş, bir o yana, bir bu yana karıştırıp duruyor. İşte öyle, hüzün bırakıyor içimdeki tozlu topraklı yollarda şehire kavun taşıyan kamyonların tekerlek izleri. Sanki kamyonlar o korkunç gürültüleriyle, yüreğimin ovalarından, hani Külebi’nin dediği gibi: “...ya çöl, ya ayaz” olan yüreğimin ovalarından geçiyor. Bir denize doğru gidiyorlar. Asla karanlık değil yolları. Şöyle biraz gündüz, biraz gece gibi. Hayat gibi. “Gittim deniz kıyısına oturdum. / Akşam karanlıklarla sarmaş dolaş. / Ben de denize akıyordum / Irmaklar gibi yavaş yavaş.” (“Alacakaranlıkta” şiirinden alıntı ) Külebi deyince nedense hep aklımın bir köşesinde bir kadın silûeti belirir. Bu silûet; bir dalgacı âşığın alay ederek sevdiği biri, uğruna sözlerin hiçbirinin kifayet etmediği, Külebi’nin sevmeye ömrünün yetmediği bir ahu dilber oluveriyor kafamda. Hoş, “Kadınlar” şiirinin 13. ve 14. dizelerinde kız istemeye giden mahçup bir delikanlının savunmasını hatırlatan bir ikilik okuruz Külebi’de: “Hiç hovarda meşrep değilim. / Kim ne derse desin.”  İyi de Cahit hocam, ateş olmayan bir ocağın tüttüğü nerede görülmüş? Sen Nâzımların, Orhan Velilerin kuşağısın. Sanata ve sanatçıya değer verilen, şiir yazdığı için hapse atılan, hapse atıldı diye adına dergi çıkarılan şairlerin kuşağı. Kızların yolda üstüne atladığını söylüyor Nâzım, Orhan Veli için. Nazım’ı zaten herkes biliyor. Hiç tanımadığı bir İtalyan kadın ayarlamamış mıydı yurt dışına çıkışını? Sana gelince; ben söylemeyeceğim hikâyeni okuyana, sen söyleyeceksin şimdi: “İlk ustam oldu benim halk / Belleğimde akıp giden ırmak. (...) İkinci ustamsa doğa. / Şiirimde alın terim. / Bozkır türküsüyle doldu ciğerlerim. (...) Üçüncü ustamdı kadınlar tekdüze yaşantıya. / Kaynar dururlar semaver gibi. (...) Gözleri çıra gibi yanar / Ak badem olur tenleri / Güvercin kanadına benzer elleri.” (“Şiir Yöntemim” adlı şiirinden alıntı ) Ha koca Külebi, mahçup, yere bakarken bile, aklından neler geçiyor bir bilsem? Diyorum ki, rakıları şöyle bir açsak, bir koyu, bir demli, bir güzel, kadınları konuşsak. Nasıldı şu İstanbul’daki; “İstanbul’da bir sevdiğim vardı / Keçi yavrusuna benzer / Rüzgar eserdi hafiften gözlerinde / Halden anlardı. / Bütün Şehzadebaşı bilir hikâyemizi / Gülhane Parkı bilir, gemiler bilir / Gelip geçen bakardı.” (“İstanbul’daki” şiirinden alıntı  ) Devam edip gidiyor şiir. Esma’nın hazin hikâyesini de hatırlıyorum. Şimdi bu sofrada uygun düşer mi bilmem ama şöyle dudak ucuyla mırıldanmadan geçemeyeceğim. “Esma’yla çocukluğumuzda / Sokakta oynadığım zamanlar / Dizge çorap giyerdi / Yalınayak gezerdim. / Bir koku vardı Esma’nın / Çamurlu çatlak ellerinde... Bir ışık yanıp sönerdi şimşek gibi / Eteğinin çoraplarına değdiği yerde... Efendime söyleyim, bir gün / Kızı bırakmadılar dışarı / Cihanda tek başıma kalmıştım / Düşünerek Esma’yı...” Sahiden Esma’yı gördün mü o parkta? O da seni gördü mü? Bunca zaman geçmiş aradan. Senin deyiminle: “... Caddeler geçti kentin ortasından / Delik tastan akan su gibi / Esma da çocukluğumda kaynayıp gitti.”  Ne hissettin hocam onu tanıyınca? Gerçi şiirinde anlatmışşın ama eminim biraz da olsa heyecan duymuşsundur. Yoksa kalkıp Esma’nın yanına niye gidesin ki?  “Gitti bir sıraya oturdu / Gittim yanına oturdum / Çorapları gibi, güzel gözleri / Zayıf yanakları solgundu / Ne ben konuşabildim / Ne de o bir şey sordu” İstersen burada keseyim hocam? Daldın gittin. Ne o? Gülümseme mi o yüzündeki, yoksa acı mı veriyor eski aşklar? “Gözlerin gözlerime değince / Su katılıyor rakıya” Dur, dur, dur hocam. Bu dizeleri deniz kenarında, uzak ülkelere bakarken, ırmaklar gibi denize akarken, balıkçılar ağlarını çekerken, öldükten sonrasını konuşurken ve yanık yanık türkü çekerken okuyacağız. Şimdi izin ver de şu Esma’nın hikâyesini bitireyim. “Anladım ki gidişi gidiş değil / Hali duruşu bir hoş. / Küçücük, tozlu, eski pabuçlarında gezen bakışlarımız / Yaralı kalplerimiz gibi bomboş... Öyle saatlerce oturduk. / Bir çift laf edemedik. / Ayağımızın dibinde, yaprakların içinde / Bir şey yitirmiş gibiydik.”  (“Esma’nın Hikâyesi” şiirinden alıntı  ) İçelim hocam. Bitişlere ve yeniden başlamalara! Akşam alacasında deniz kenarında, nedense aklımda Külebi’nin sessizce çekip gittiği bu dünyadan... Bir hastane odasında öldüğü... En azından bir daha balık yiyemeyeceği, sabahın altısında radyoda halk türküleri dinleyemeyeceği, ne bileyim karanlık odalarda tütün dizen, ıslak ıslak bakan Niksarlı bir güzelin tütün rengi gözlerini bir daha hiç göremeyeceği... Böyle şeyler geçiyor aklımdan bugün. Bir de koca şairin ölümle bile kendince dalga geçtiği:  “Tanrı görünce beni, Azraile kızacak: - Niye getirdin bu çocuğu, diyecek. / Daha gün görmemiş, cahil, habersiz / Çok vakti varmış yaşayıp sevişecek. / Azrail kızarıp bozararak /  -Efendimiz bir yanlışlık oldu, diyecek / Yeniden dünyaya getirecek değil ya / Alıp cehenneme girecek. / Zebaniler de beni görünce şaşarlar birden /  -Bre Azrail getirilir mi buraya, derler / Böylesi, kırlarda gezip tozmalı, gül koklamalı... Akşamları seyretmeli gün batarken / Pencereye vuran yağmuru geceleri ... -Al götür, getirdiğin yere bırak, derler / Şaşırır Azrail mahçup / Geri getirse, adet değil / Bir yana gizleyemez korkusundan / Elimden tutar öyle / O benden utanır, ben ondan.”  (“Cehennemde” şiirinden alıntı ) Hafifçe gülümsüyorum galiba. Yanı başımda üstü başı perişan bir kız çocuğu. Yalvarır gibi gözüme bakıp, elindeki çiçeği bana uzatıyor. Kızın gözünde sadece çiçeği satmak isteyen bir tüccar hainliği. “Sana bir Külebi okusam, bu çiçeği denize atar mısın?” diyorum. Kız tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor. Neden sonra “Atmam” diyor. “Peki” diyorum “sana para versem?” “Tamam” diyor “o zaman iş değişir.” Denize doğru dönüp, gözlerimi yumup, başlıyorum yüksek sesle şiiri okumaya “Gözlerin gözlerime değince / Su katılıyor rakıya. / Ülkeler de kadınlara benziyor / Başlıyor yansımaya (...) Türküler yitirdim dağlarda / Çiğdemleri rüzgar okşar ya / Sarkar ya söğütler ırmağa / Rakıya su katılır gibi / Gözlerin başlar yansımaya’” (“Kadınlar, Ülkeler, Denizler” ) Bir an gözlerimi açıp, çiçek satan kıza doğru baktım. “Dişi şiirini birlikte okuyalım mı?” diyecektim. “Tekrarı kolaydır.” Sonra gülmeye başladım halime. Ne kız vardı ortada ne de ucuz sanat duyarlılığı için para verdiğim denize atılmış bir gül. “Bu denize gül atmak da nereden çıktı şimdi? Şiir okuyacaksan adam gibi okusana” diye de kendime çıkıştım. Akşam iyice çöküyor şehre. Yıldızlar silik de olsa belirmeye başladılar. Solda ay. Önünden renkli ışıkları yana yana süzülen bir uçak. “Kırmızı ama dudakları, neden kırmızı? / Bilir miyim elleri sıcak ya, neden sıcak? / Bir bakmıyor mu bana doğru / Kalbim meydan, havalanan binlerce uçak”  (“Dişi” şiirinden ) Hadi Külebi, git bugünlük, yeter, hüzünden boğuldum. Seni 1947’de üstüne şiir yazdığın bir büyük şairin, Bâki’nin dizeleriyle uğurluyorum. “Hat-ı nazm-ı paki çemenzar-ı cennet / Elinde kalem çeşme-i ab-ı kevser”  (Temiz şiirinin yazısı cennet bahçesi / Elindeki kalem kevser suyunun çeşmesi )