1935 yılında İmralı Sosyal Sanatoryumu’nda uygulanan ceza ıslah programının ülkedeki diğer cezaevlerine etkisi - 1 (Ödemiş)

Mutahhar Şerif Başoğlu’nun İmralı’da gerçek bir mucizeye dönüştürdüğü ıslah programının, ülkedeki diğer cezaevlerine de yansıması çok gecikmez. Ülkedeki birçok cezaevi, suçun ıslahı ve suçlunun tedavisi tamamlandıktan sonra topluma yeniden kazandırılması üstüne kurulan yeni sistemi uygulayarak, insanı yücelten bu yeni anlayışla çiçeklenmeye başlar.
Cumhuriyetçi genç devlet, 1933 yılında yaralı ya da eksik kaldığımızı düşündüğü her alanda büyük bir  reform hareketine başladığı zaman, cezaevlerine dair sıkıntılar da gündeme gelir. Mahkûmlar ve cezaevlerini ilgilendiren o kadar çok sorun vardır ki! Cezaevlerinde bir ıslah programının gerekliliği, aşağıda bir bölümünü sıraladığımız sorulara bakılarak bile anlaşılabilir:
-    Hapishanelerimiz bugünkü durumlarıyla kendilerinden beklenen yararlılıkları sağlıyorlar mı?
-    Başka memleketlerde cezaevleri teşkilatı nasıldır? Biz de nasıl olmalıdır?
-    Mahkûmlar suçlarına göre ayrı yerlerde mi tutulmalıdır? Çocuk mahkûmlar ne olacak?
-    Eğer böyle bir tasnif yapılmamış ise, bunun ne gibi olumsuz sonuçları olabilir?
-    Mahkûmlar çalıştırılarak ıslah edilebilir mi?
-    Eğer iş esasına dayalı bu sistem değerlendirilecekse, hangi tip mahkûmlar buna uygundur?
-    Mahkûmlara kuru ekmekten başka sıcak yemek de verilmeli midir? 
-    Hapishanelerin konforu yükseltildiğinde bu durum suçluyu suça teşvik eder mi?
-    Suçlular ya da toplumda yer edinemeyenler, sıcak yemek ve rahatı görerek suç işlemeyi ve hapishaneye girmeyi cana minnet sayarlar mı?
Buna benzer onlarca soru daha…
Dönemi içinde kamuoyunu fazlasıyla ilgilendiren bu durum için, dönem gazetelerine yansıyan bazı anket çalışmaları bile yapılmıştır.
Tanınmış Adliye Müfettişi ve sonradan müsteşarlık da yapan Kenan Ömer Bey’e göre: 
“Her içtimaî müessesenin dev adımları ile terakkiye doğru yürüdüğü bir zamanda, eski zamanlardan devren alınan hapishanelerin ıslaha muhtaç olup olmadığını düşünmek bile fazladır. Hapishanenin, bir tecziye veya işkence yeri olmaktan çok bir terbiye yuvası olması her medeni insanın arzu ettiği bir şeydir (…) Birçok yerde mahpus ve mevkuflar bir arada bulunur. Birçok yerlerde çocuklar en azgın dejenere insanların yanına atılır; onların menfi tesirleri altında ahlâkları daha berbat ve kendileri cemiyete daha muzır bir hale getirildikten sonra dışarı bırakılır. Bence hapishaneler ahlâki noksanları ikmal ettirebilecek kuvvette pedagoglar eline verilmeli; kendilerine her insan için icap eden bilgiler öğretilmeli; konferanslarla mahpusların ahlâki noksanları tamir olunmalı; cürüm işlemek kabiliyeti, aksi âmillerle karşılaştırılarak, cemiyetin birer zavallı ferdi olan mahpuslar birer insan olarak hapishaneden çıkarılmalıdır (…) Mahpusların iaşe meselesine gelince; maddi ve manevî kudretleri insan muamelesine lâyık görerek sıhhatlerini bozmayacak derecede doyurmak, cemiyetin şüphesiz vazifesidir. Fakat bu vazife, hapishaneleri miskin ocağı haline getirecek bir dereceyi bulmamalıdır. En salim yol, mahpuslara çalışma ufku açmak ve kendi hayatlarını kendilerine kazandırmayı gaye ittihaz etmektir. Bugünkü şartlar altında hapsedilen şahısları ıslah edilmiş farzederek cemiyetin ortasına atmak, cemiyeti daha büyük tehlikeye sokmaktan başka bir mana ifade etmez.”
Hukukçu Muslihiddin Adil Bey de, Kenan Ömer’den farklı düşünmemektedir:
“Hapishanelerimizin, kendilerinden beklenen faydaları tamamıyla temin edebilmeleri için asrî ihtiyaçlara göre ıslahı zaruridir (…) Kanaatimce hapishanelerde kadın ve erkek için ayrı ayrı sanat ve ve iş daireleri bulundurmak lazımdır. Mahpuslar burada hem ileride çalışabilecekleri bir sanat ve mesleğe hazırlanmış olurlar, hem de el işleri vücuda getirmek suretiyle emeklerinin mahsulünden kendilerine meşru bir hisse alırlar ve bu paranın bir kısmı mahpusların iaşe masraflarına az çok tekabül edebilmek için ayrılabilir. Diğer kısmı, hapishaneden çıktığı zaman kendisine küçük bir sermeye olabilmek için hapishane idaresince mahpus namına biriktirilir (…) Hemen her hapishanede kunduracılık, küçük mensucat, el işleri, marangozluk gibi atölyeler vardır. Burada mahpuslar muayyen saatlerde çalıştırılır ve müstahsil hale getirilir. Bundan başka hapishanelerde okuyup yazma bilmeyenlere dersler verildiği gibi manevî varlıklarını yükseltmek için kendilerine ahlâkî nasihatlar da yapılır (…) Yeni kanunların hedefi, mahkûmları inletmek değil, cemiyetin herhangi bir sebeble kaybettiği bu zavallıları mümkün olduğu çarelerle tekrar namuslu bir insan gibi cemiyete iade etmeye çalışmaktır (…) Memleketimizin her tarafında büyük suçlar için hapishanelere lüzum olmasa gerektir. Hem ihtiyaca, hem de masrafa uygun olarak memleketin münasip noktalarında tedricen beş on büyük hapishane açmak ve mahkûmları suçlarına göre buralarda toplamak doğru olabilir.” (Vakit gazetesi, 7 Birinciteşrin (*Ekim) 1933, Cumartesi, Yıl: 16, Gazete Yayın no: 5657) 
Belli ki İmralı Sosyal Sanatoryumu çok büyük düşünsel emek, fikir birliği ve dünya örneklerini titizlikle incelemenin sonucunda başarılmıştır. Mutahhar Şerif’in İmralı girişimi, açıkgörüşlülüğü ve cesareti, suç ve suçlunun ıslahı konusundaki ısrarcı tutumu, başlarda toplumun sürekli kanayan bir yarasına radikal bir yaklaşım gibi görünse de, sonradan konusunda dünya literatürüne giren muazzam bir reform hareketine dönüşmüştür.
Henüz İmralı’ya gidecek 50 kişilik ilk kafile yola çıkmadan yaklaşık bir ay önce, 10 Ekim 1935 günkü Akşam gazetesi, yapılmak istenen şeyin bütün ayrıntılarını önceden bildiren bir haber yayınlar. Bu haberden, Mutahhar Şerif’in İmralı’ya giderken kafasında neler olduğunu anladığımız gibi, yapılmak istenen bu uygulamanın neredeyse kesin gözüyle bakılan sonuçlarından sonra, ülke çapındaki cezaevlerinde neler yapılacağını da düşünmemizi sağlayan, heyecan verici ayrıntılar gözümüze ilişir.
“Adliye Bakanlığı bir seneden beri hapishanelerin ıslahı hakkında araştırmalar yapmaktaydı. Bu işle uğraşan bir heyet, bütün dünya hapishanelerini tetkik etmiş ve ceza işleriyle meşgul hukukçuların hapishaneler hakkındaki en son eserlerini de okuyarak, Türkiye’nin hususiyetlerine uygun olarak bir cezaevi kurulmasına karar vermiştir. En son telakkilere göre, mücrimleri ıslah etmek, onları cemiyete faydalı bir unsur haline getirmek için İmralı adasında ziraî bir cezaevi kurulacaktı. Yapılan araştırmalar neticesinde bu tarzdaki cezaevlerinin büyük faydaları görülmüştür. Belçika’da patates ziraatıyla uğraşan bir cezaevi buna misal olarak gösterilmektedir (…) Diğer taraftan halı imâline uygun mıntıkalarda da, cezaevleri birer halı imâlathanesi haline getirilecektir (…) Sinop Cezaevi’nde ağaçlardan sigara kutusu (*Tabaka), ağızlık gibi eşyalar yapılmaktadır. Mahkûmların elinden bu eşyayı pek ucuza alıp, pahalıya satan ve bu suretle geçinen bir esnaf zümresi vardır. Bu yüzden, mahkûmların uzun bir emek sarfettikten sonra ellerine pek az para geçiyor. Mahkûmları bu esnafın elinden kurtarmak kabil olursa, bir mahkûm ceza müddeti zarfında birkaç kuruş biriktirmek suretiyle memleketine döner ve küçük bir teşebbüse atılabilir.” (Akşam gazetesi, 10 Teşrinievvel (*Ekim) 1935, Perşembe, Yıl: 18, Gazete Yayın no: 6099, ss. 1 ve 4)
Cezaevleri ıslah programının, dönemi içinde halka nasıl yansıdığını da görmekte yarar var bizce. Dönemin çok okunan bir gazetesi rastgele insanlara aynı soruyu sorar: “Tüze Bakanlığı mevcut hapishanelerde esaslı ıslahat yapmaya ve İmralı adasında asrî bir hapishane yaptırmaya karar vermiştir. Oradaki mahkûmlar  ziraatle meşgul olacaklardır. Bu konuda ne dersiniz?” 
İstanbul Maltepe, Tüfekçi Sokak, Numara 19’da yaşayan Selâhaddin isimli biri şöyle bir yanıt vermiş: “Bu hususta akla gelen bütün sözleri söyleyebilmek için 48 saat lâzımdır. Buna da ne benim, ne sizin vaktiniz, ne de okuyucuların tahammülleri müsaittir. Bu itibarla, hapishanelerin ıslahı için mevcut olan sarih sebepleri saymaktan vazgeçelim.” 
Gazetenin “Halkın Sesi” başlığıyla yaptığı ankete dönemin şöhretli isimlerinden biri de katılmıştır.
“Medenî bir memlekette hapishanelerin asrîleşmesinden tabiî ne olabilir ki? Yalnız bu işte sürat göstermek lâzımdır. Mezarlıkların ıslah edilmesi düşünülürken, hapishaneler bugünkü hallerinde bırakılacak değil a? Şehir Tiyatrosu Sanatkârlarından Galip”  (*İsmail Galip Arcan) (Son Posta gazetesi, 18 Birinciteşrin (*Ekim) 1935, s. 2)
İmralı’dan sonra, pancar üretimi yapılan Edirne, mahkûmların kömür ocaklarında çalıştırıldığı Zonguldak ve halı tezgâhlarıyla harekete geçen Isparta cezaevleri yeni programda devlet eliyle sistem değişikliğinin uygulandığı ilk yerler olurken, hemen ardından duvarları çiçeklenen ilk yer, Mutahhar Şerif’in memleketi Ödemiş’teki cezaevidir. 
Büyük Islah Programının Ödemiş Cezaevi’ne Düşen Gölgesi
“Ödemiş Cezaevi esaslı suretle ıslah edildi ve bir sanat müessesesi haline getirildi” başlıklı gazete haberinin ayrıntıları şöyle:
“İzmir (16) / Ödemiş Cezaevi; ıslah edilmiş ve bir sanat müessesesi haline getirilmiştir. Cezaevinde bir marangoz atölyesi ile kundura ve çorap imâlathaneleri açılmış, mahkûmlara sanat öğretilmeye başlanmıştır (…) On beş kişilik bir temizlik teşkilâtı cezaevinin temizliği ile meşguldür. Çamaşırların temiz tutulması için 12 kişilik çamaşırcı teşkilâtı vardır. Kimsesiz, fakir ve yardıma muhtaç olanlar için Ödemiş Cezaevi’nde bir de Yardım Kolu vardır. Cezaevinde bulunan mahkûm berberler hep birarada çalıştırılmaktadır. Tıraş mahalli daima surette gardiyanların nezareti altındadır. 
Cezaevinin müsait olan geniş bahçesinde bahçıvanlık ihtisası olanlar çalıştırılmakta ve bu bahçede yetiştirilen sebzeler fakir mahkûmlara dağıtılmaktadır. Bir etüv makinası (*Mikropları öldürme ve sterilizasyon amaçlı bir makina), bir de hamam vardır. Bütün koğuşlara sobalar kurulmuştur. Aşçı teşkilâtı; mahkûmların yemeklerini pişirmekte, uyku ve yatma kalkma zamanlarında mahkûmlar bir asker intizamı ile hep birden hareket etmektedirler. 
Çorap, fanila ve kundura imâlathaneleriyle, marangoz atölyesinde altmış kişi çalışmaktadır. Ödemiş Halkevi’nin açmış olduğu cezaevindeki kursa bütün mahkûmlar devam ederek ders görmektedirler.” (Akşam gazetesi, 19 Kanunusâni (*Ocak) 1936, Pazar, Yıl: 18, Gazete Yayın no: 6198)
Sözü edilen derslerin verildiği kurs, Ödemiş Halkevi tarafından cezaevinde açılır. Kursun sorumlusu, Cumhuriyet İlkokulu Öğretmeni Kâmil İçsel’dir. Cezaevinde kalan 210 mahkûmun katıldığı, yoğun katılımdan ötürü (A) ve (B) sınıflarıyla açılan eğitim kursu, 4 ay 10 gün sürer. 19 Mayıs 1936 tarihli bir gazete haberinden; 210 mahkûmun katıldığı, ancak kurs sonunda yapılan sınavı geçmeyi başaran 126 kişinin, cezaevi bahçesinde yapılan bir törenle diploma almaya hak kazandığını öğreniriz.
“Ödemiş Cezaevinde şahadetname dağıtma töreni yapılmıştır. Törende başta İlçebay H. Seçkin olduğu halde birçok kişi bulunmuştur (…) Tören çok samimi geçmiştir. Halkevinin bandosu konuklara tatlı dakikalar yaşatmıştır. Halkevi, sınavda kazananlara sigara paketleri armağan etmiştir (…) Burada her alanda ülkü ödevlerini örnek özverilerle yapmakta olan halkevimiz başkanı M. Baran’la, cezaevi direktörü Ziya Doğulu (*Başka bir kaynakta “Doğuer” olarak anılmaktadır. Bkz: Anadolu gazetesi, 12 Temmuz 1936), kurs öğretmeni Kâmil İçsel’i tebrik etmeyi borç biliriz.” (Anadolu gazetesi, 19 Mayıs 1936, Salı, Yıl: 25, Gazete Yayın no: 6615)
Ödemiş Cezaevindeki bu hareketlilik, çok geçmez, yaklaşık iki ay sonra başka bir etkinlikle yine kendisine ulusal basında yer bulur. Dönem gazeteleri, Ödemişli Mutahhar Şerif Başoğlu’nun başında olduğu ıslah programının gölgesindeki iyileşmeyi büyük ve heyecanlı sözlerle sayfalarına taşırlar.
“Ödemiş Cezaevi her bakımdan değişiklikler göstermekte, örnek bir iş yuvası halini almaktadır. Mahkûmlar belediye ve yol işleri gibi genel işlerde çalışmakta, 150 kadarı da cezaevinde tütün dizmekte, bina içerisinde atölyelerde kunduracılık, çorapçılık, örmecilik, dokumacılık ve marangozluk yapmaktadırlar.
Cezaevi okuma salonu, kitaphanesi, hamamı, bakkaliyesi, tıraş yerleri, ortada fıskiyeli havuzu olan teneffüs meydanlığı, her bakımdan çevreye örnek olacak derecede vukufla işlenmiş olan bahçesiyle gelenleri sevindiren alımlı zenginlikler göstermektedir. Bahçenin önüne yeni dikilen Atatürk heykelinin açım töreni yapılmış; Atatürk içten sevgi ve saygı ile selamlanmıştır. 
Cezaevinin çalışkan direktörü bay Ziya Doğuer mahkûmlara her hafta söylevler vermektedir. Gerek çevre, gerek mahkûmların sevgi ve saygılarını kazanmış olan direktörü kutlularız.” (Anadolu gazetesi, 12 Temmuz 1936, Pazar, Yıl: 25, Gazete Yayın no: 6662)
Okuma yazma oranının düşük olduğu dönem Türkiyesinde, cehalet, haklarını bilmemek ya da kendilerini savunamamaya dayalı, gelenek temelli suç işleme oranı ve “münevver insan” olma ilişkisinin üzerinde önemle durulmasından olsa gerek; ıslah programının tamamında okuma yazma bilmek, kitap okumak, her tür eğitimin başarılı olması için hiç olmazsa temel eğitimden geçmek ya da mutlaka bir ‘kitaphane’ ya da Ödemiş Cezaevinde de olduğu gibi bir okuma odası olmasına özen gösterilmiştir. Öyle ki, bugün -neredeyse 100 sene sonra bile- okuduğumuzda, on parmağımızı ağzımıza sokturan bu doğru devrimci hamlenin karşısında şaşırıp kalıyoruz.
Döneminin tanınmış gazetecisi Sadri Ertem, Son Posta gazetesindeki “Görüşler” köşesinde bu konuya oldukça can acıtan bir dille değinmiştir.  
“Bir gazetede şu satırları okudum: “İstanbul Hapishanesi mahkûmları İmralı hapishanesindeki mahkûmlara yüz liralık kitap hediye etmişlerdir.”… Bu haber, gazete sütunları arasında, çölde kumların ortasında kaybolan sular gibi süzüldü, geçti, gitti. Bu tantanasız, gürültüsüz, şatafatsız haberin arkasındaki dekor ve ruh yepyenidir. Dekor pekçoklarımıza malûm olmayan hapishanedir. 
Hapishane sosyetenin bir duvarla kendinden ayırdığı insanların günlerini hürriyet hasreti ile çırpına çırpına geçirdikleri demir ve beton kafestir. Kelepçe, gardiyan, bitmeyen bir ölüm şarkısının tekrarlanan sesidir. Yaşayanlarla aralarına sıra sıra gardiyanlar, duvarlar, kilitler, süngüler, kelepçeler yerleştirilen insanlar bir başka hapishaneye ne yanık bir ah, ne bir destan, ne ekmek içine sokulmuş kiloluk esrar, ne de kalın bir bıçak göndermişlerdir. Halbuki bizim hayalimizdeki hapishane ruhu; ya bir kanlı hovardalık, ya bir derebeylik yahut esrarlı bir tereddi hikâyesinden başka bir şey değildir.
Okusunlar diye kitap gönderdiler.
Ben hiçbir baba bilmiyorum ki çocuklarına hediye olarak böyle kitap ciltleri yollamış olsun. Oğluna 16 silindirli otomobil satın almayı, fukaraya beş kuruş sadaka vermekten daha basit bir iş sayan insanlar bilirim ki, 20 kuruşluk bir kitap alıp çocuklarına vermekte ne kadar hasistirler. Müesseseler tanırım ki, kuruldukları zamandan beri kültüre İstanbul Hapishanesi mahkûmları kadar yerinde bir hizmette bulunmamışlardır. Misaller çoğaltılabilir. Bundan ne çıkar?
Şimdi düşünüyorum: Bizde insanlara ve müesseselere kitap hediye etmeyi bir âdet haline koymak için hepimizi hapishaneye mi sokmak lâzım gelecek?” (Son Posta gazetesi, 2 Birinciteşrin (*Ekim) 1936, Cuma, Yıl: 7, Gazete Yayın no: 2217, ss. 1 ve 8)