“Hapishane dışardan beter görünür. İçinden bir başka yabansı. Korkar insan. Kuyunun dibine düşmüş gibi gelir önceleri. Sonraları hep burada doğup büyüdüm zanneder kendini insan. Hapisten kurtulmak için çareler aranır: namaz kılıp dua etmek, kaçmak için uğraşmak, kumar oynamak, atölyelerde çalışıp vakit geçirmek…Ben ise ümidi, sevgiyi, çok şükür’ü çiziyorum. Ümidi, kendimde buldum. Mutluluğa çalıştıkça erdim.” 

Balaban, gündüzleri hücrede olmadığı zamanlarda tarlada, geceleri de uyuyan arkadaşlarının resimlerini çizerek iki buçuk yılını geçirir İmralı’da. Bu arada müziği ve Fransız dilini keşfetmek için çabalar. Adanın bando takımına girer köylü “İbram Ali”.

“Müziğin ne olduğunu öğrenmek için bandoya yazıldım. Kısa zamanda notaları öğrendiğimi gören (İstanbul’dan bu iş için gelen) hoca, bana klarnet çalmayı önerdi. Üç ay içinde on tane marşı ezbere çalabiliyordum (…) Bir de keman çalmam önerildi bana. Suna adındaki Çingen kökenli delikanlı iyi bir keman ustasıydı (…) Ders verirken bana bir de keman sattı ama parayla değil, yorgan karşılığı… İki yorganım vardı, biriyle keman aldım. Çingenin amacı bana ders vermek değil, yorganı tırtıklamaktı.

Bir ara kütüphanede gördüğüm bir Fransızca kitaba takıldım. Evirdim çevirdim. Ben de elâlem gibi Fransızca öğrenmeliydim. Bir Pazar günü kütüphanede kitap okurken, yanıma bir kişi yaklaştı:

-         Parle Franse? (*Fransızca konuşabiliyor musun?)

-         Je ne se pa. Je travey. Paro kö… (Bilmiyorum. Çalışıyorum. Çünkü-)

-         Yanlış, dedi

-         Tabi yanlış, dedim.

Kahkahayla güldü.” İstersen ben sana ders verebilirim” dedi.

-         İstemez olur muyum? Kaç para vereceğim?

-         Para istemem. Sigaram yok, bir paket sigara al, yeter!”

Fransızca dersi bir hafta sürse de, Balaban ömrü boyunca Fransızcadan vazgeçmez ve o dili kendi kendine öğrenir. Bu arada resim çizmeyi asla bırakmaz. Bir gün, İmralı’dan sorumlu Savcı İzzet Akçal yine dikilir Balaban’ın karşısına.

-         Sen elinde defterle ne yapıyorsun burada?

-         Resim çiziyorum

-         İş zamanı ne resmiymiş bu? Ver bakayım şu defteri!

-         Al da bak!

Akçal, defteri açıverince ürker.

-         Ne beter surat bunlar be! Hiçbirinin gözü yok!

-         Karanlıkta uyurlarken çizdim efendim. O yüzden gözleri kapalıydı hepsinin.

-         Neden gündüzleri çizmedin?

-         Gündüzlerim tutsak, gecelerim özgür de ondan!

-         Ne, ne, ne!.. Seninle sonra görüşeceğim Balaban!

Dediğini yapar Savcı, sonra görüşür inatçı ressamla:

-         Beni çağırtmışsın?

-         Evet, çağırttım… Sana bir iş buldum.

-         Teşekkür ederim ama resim çizmeye denk bir işin var mı acaba Savcı Bey?

-         Tam sana göre… Koğuş nöbetçiliği! İki koğuş var, yerleri süpürdükten sonra, bir de hela var, orayı da yıkadıktan sonra, oturup resim yapabilirsin akşama kadar.

-         Sen beni çöpçü mü yapmak istiyorsun?

-         Ne, ne, ne?

-         Ben ressam olmak istiyorum. Çöpçü değil!

-         Osman Efendi, gel şunu götür, ekibine teslim et!

Üç gün düşünür bu teklifi Balaban. Her ne kadar onuruna dokunsa da aklında tek soru vardır: Bursa hapishanesine gerisin geri gönderilmek mi, yoksa çöpçülük yaparak resim yapma olanağını elde etmek mi daha doğru bir karardır?

Sonunda… sadece resim çizebilmek için, kendi deyimiyle ‘çöpçülük yapmaya’ razı olur. En azından pis bir işi yaptıktan sonra, tertemiz mendiller içinde bir parça sabun kırığına sararak sakladığı, uğruna nice kavgaları göze aldığı resim yapma düşüne yaklaşacaktır ya! Kabul anasını satayım!

Nâzım, oğlu Mehmet Fuat’a yazdığı bir mektubunda bu durumdan da söz eder:

“Benim köylü ressam İbrahim, İmralı adasına asrî cezaevine gitti, mamafih gittiğine de pişman olmaya başladı. Delikanlıya orada resim yaptıracaklarına, soğan toplatıyorlarmış.”

İşte bu sinir savaşı sırasında üretilir Türk resim tarihinin gurur duyduğu tablolar: “Karasabanla Çift Süren”, “Tarla Biçenler”, Balık Tutanlar”, “Belciler”, “Orak Biçenler”, “Çapacılar”, “Burçak Yolanlar”, “Dokumacılar”, “Çamaşır Yıkayanlar”… diğerleri! Artık daha huzurludur Balaban. Hatta, Anadolu Ajansının verdiği bir habere göre, adada çizdiği tablolardan ilkini İmralı cezaevinin doktoru satın alır. Ohhh, yaşasın sanat için direnmek beee!

Gel zaman git zaman, artık iyi dost olduğu Bursa Savcısı Akçal başka yere görevlendirilir. Yerine Balaban’ın “Faşist bir Çorumlu” diye andığı başka bir cezaevi müdürü gelir. (*Hiçbir yerde kaydını bulamadığımız bu dönemin İmralı Cezaevi Müdürlüğü’nü yapan kişinin, emin olmamakla birlikte, gazete haberleri üzerinden yaptığımız araştırmalara göre Şükrü Hakkı isimli biri olduğunu düşünüyoruz.)

“Bu gelen karanlık kafalı müdür, ne kadar Çorumlu varsa hafif işlere koydu. Bunlardan kimini bekçi, kimini ‘ispiyoncu’ yaptı. Bunlardan biri sürekli olarak beni denetliyordu.”

Çok geçmez, yeni müdür komünist köy delikanlısı, ressam Balaban’ı ezmek ve aşağılamak için Edirne Yanıkkışla hapishanesinin bazı hizmetleri için gönderilecek ekibin içine sokar. Balaban orada ne yapacaktır peki? Ressam ya; Yanıkkışla hapishanesinin demir giriş kapısını boyayacaktır. İşe bak!

Türlü eziyetlere dayanır Balaban. Ta ki, tahliyesine iki ay kaldığı 1948’in Nisan ayına kadar!

“2 ay sonra tahliye olacağımın sevinciyle, günlerim uzun, gecelerim uykusuz geçiyordu (…) Hesabıma yatması gereken ve anamın verdiği paralar, tamıtamına 13 bin 700 liraydı. Bu paralarla neler neler alacaktım: Önce kendime bir kat lacivert takım elbise, bir çift iskarpin, bir fötr şapka. Anama, divitinden donmintanlık. Ninelerime örtüler, hırkalar. Kız kardeşlerime ayakkabılar, şapkalar, yemeniler (…) Köydeki çocukları sevindirmek için de iki kilo akide şekeri alacaktım.

Ve ben bu düşüncelerle günleri iple çekerken, arkadaşlarımın hepsini hücrelere tıkmışlar. Yani onlardan aldıkları ifadelerle, beni boylu boyunca suça batırmaya karar vermişler. Ama, arkadaşlarımın bir teki bile bana suç atmadığı halde, Çorumlu müdürün kararı kesinmiş (…) Usulen ifadem alınıp, yargısız infaz edildim.2 ay sonra tahliye olacakken, cezam 5 yıla çıktı. Neymiş suçum? Komünist olmak ve arkadaşlarımı komünist yapmak!”

Gel de; dünyanın dikkatini çekecek kadar işini iyi yapan, muhteşem bir sistem kurmuş olan, bunları yaptığı için taciz edilerek, başka bir devlet kurumuna geçen; orada da rahat edemeyip görevinden istifaya zorlanan ve aşağı yukarı aynı günlerde Ödemiş belediye başkanlığı görevini sürdüren, “Çocuklarım, evlatlarım” diyerek, her birini bağrına basan, mahkûmlarla güneşin doğuşunu izleyecek kadar sevgi dolu Mutahhar Şerif’i hatırlama da göreyim!

Balaban, cezasını çekmek için İmralı’dan yeniden Bursa hapishanesine gönderilir. Nâzım’ın yanına!

-         Demek geldin?

-         Seni bir daha göremeyeceğimi sandım Şair Baba.

-         Nasıl geldin onu söyle?

-         Geldim ya, seni gördüm ya!

-         İmralı’dan buraya gelmek zordur.

-         Zor oldu, zor!

-         Yoksa…

-          Evet, sürdüler beni!

-         N’oldu çabuk söyle, neden?

-         Senin ne suçun vardı da 28 yıl ceza verdiler?

-         Bak şu belaya! Benim başıma gelenler, senin başınada mı geldi?

İki dost sıkıca kucaklaşırlar. İçlerine kan damlasa da gülümser her ikisi de yeniden buluştukları için!  

-         Peki ne suç işledin de sürdüler seni evlat?

-         Mahkûmların portrelerini yapmıştım.

-         Peki suç bunun neresindeymiş?

-         Benim resimlerini yaptığım arkadaşlar komünist olup çıkmışlar!

-         Allah Allah! Hiç böyle bir suç da duyulmamıştır. Saçma!.. Hepsi bu kadar mı?

-         İmralı ayaklanayazmış!

-         Kepazelik! Resim yapmakla İmralı neden isyan edermiş ki?

-         Senin şiirlerini okuyan askerler nasıl ayaklanmış?

Bir bıçak, tahtaya saplanıp, uzun süre kendi içinde titrer gibi olur: Zıııııınnnnk!

-         Peki paran var mı evlat?

-         Paralarımı İmralı müdür gaspetti.

-         Ne demek o?

-         Sonra anlatırım.

Havada, her iki dostun da kulağının dibinden geçen bir merminin kulaklarını çınlatmasına benzer, yankı yankı, ipince, sinir bozan tiz bir ses! Vınnnnnnnnn!

-         Senin İmralı’da çizdiğin ve satılan resimlerin vardı. Hangi eserlerdi onlar, adları, konuları neydi? O satılan eserlerinin paraları n’oldu peki?

-         Adaya gitmeden önce, burada senin dokuma tezgâhlarında çalışanlara bakarak yaptığım “Dokumacılar” tablosu, anamı model tutup yaptığım “Ana” tablosunu falan İzmir sergisine yollamıştık, biliyorsun, onların satıldığını İzzet Akçal söylemişti ve parası şahsî hesabıma konmuştu. Adada yapıp da sergilerde satılan ve ayrıca paraları şahsî hesabıma konan diğer tablolarım da şunlardı: “Balık Tutanlar”, “Karasabanla Çift Süren”, Belciler”, “Orak Biçenler”, “Burçak Yolanlar”, “Çamaşırcılar” ve adada anamı model tutup yaptığım “Ana” portresi. Ve ayrıca anamın bana verdiği yedi yüz elli lira para. Ve hesabımdaki paramın toplamı, 13 bin 700 liraydı. Bu paraları ben, oradan tahliye olurken alıp çıkacaktım. Beni buraya, Bursa’ya sürerken Çorumlu müdür, hiçbir gerekçe göstermeden “Vermiyoruz!” dedi.

-         Dünyanın hiçbir yerinde böyle kepazelik, böyle namussuzluk görülmemiştir. Seni resim yapıyorsun diye 5 yıl cezaya çarptırıyorlar ama yaptığın resimleri satıp parasını utanmadan yiyorlar. 

-         Öyle, zehir zıkkım olsun! Zehir zıkkım!

Sadece bu da değildir Balaban’a reva görülen!

İmralı’dan Bursa’ya getirilirken adada çizdiği yüzlerce resim ve eskiz, mikroplu bir hayvan ölüsü ya da kanatları koparılmış deniz kuşları gibi gözlerinin önünde denize atılır. Kalbi keskin bir bıçakla, elma soyar gibi soyulup kanatılırken, hadi gel de unut bakalım bunu!

Kim unutabilir ki bu acıyı, hangi yürek? Yılllar boyunca anlatıp durur bunu Balaban, içine kan damlaya damlaya. Kim sanatına dair bir soru sorsa kendisine, o bu hikâyeyi anlatır durur ölene dek!

“Resimlerimi atarken beni de atabilirlerdi suya. Ama benim yaptığım resimlerin paralarını atmıyorlardı denize. Onu ceplerine atıyorlardı. Tablolarımı İzmir’e, İstanbul’a galerilere götürdüler… Tablolar satıldı. Fakat hesabıma yatmış olan on beş tablomun parasını ceplerine attılar. Çizdiğim yedi bin kara kalem desenimi de denize attılar. Kayığa bindirilip gönderilirken, Marmara Denizi’nin en derin yerine bu resimleri yapan adamı da atabilirlerdi. Alevilerin, Bektaşilerin dediği gibi; ‘Acıyı bal eyledik’. Dramın içinden ben öylesine çıktım ki, hatta bir arkadaş çok güzel yazdı; ‘Balaban resimleriyle ölüme karşı koydu’ dedi. Benim yaptığım Şeyh Bedrettin, Nesimi, Hz. Ali’nin resimlerine komünist işi deyip saldırdılar.”

Ahhhh!

Dosyamızın bu bölümünü kapatmadan, 1969 yılında, Adana’da açtığı resimsergisine, İmralı’daki vahşete benzer (Aynı soydan gelen bir çirkin anlayışla) yine saldırı yapıldığını da söylemek isteriz. 

“Kendilerine komando süsü veren 20’ye yakın genç dün geç vakit Belediye Şehir Tiyatrosu fuayesinde tanınmış ressamlardan İbrahim Balaban’ın sergisini basmış, Türkleri küçük düşürücü olduklarını ileri sürdükleri tablolardan bir kısmını kırmışlar, bazılarını da yanlarına alarak götürmüşlerdir (…) On günden beri binlerce kişinin gezdiği resim sergisinde her an hâdise çıkabilir nedeniyle tedbirli bulunan polis, kapanış günü ortalıkta görülmemiştir. Balaban eserlerini toplamaya başladığı bir sırada içeri giren gençler duvarlardaki tabloları alıp yere çarparak parçalamış, bazılarını da alıp götürmüşlerdir. Gençler bu arada ressam İbrahim Balaban’ı da tartaklamışlardır. Olay sırasında Balaban’ın “Ben de sizin kadar Türk’üm fakat hakikâtları canlandırıp dillendirmeme kimse mâni olamaz. Beni öldürün fakat eserlerime dokunmayın” demiş ise de, sözlerini dinleyen olmamıştır.” (27 Mayıs 1969, Haber Ajansı’nın çektiği teleks haberi)

Dosyamızın bu bölümünü, hayata her zaman gülümseyerek bakmış Balaban’ın, yüzümüzü gülümseten bir anısıyla kapatalım dilerseniz.

Baskın yönetimlerle hiçbir zaman anlaşamayan, bu yüzden de başı sürekli belaya giren Balaban, 1961 yılında derdini bir türlü anlatamadığı karşısındaki savcının hiç durmadan; “Neymiş efendim, çizdiği öküzlerin boynuzları neden “orak”a, çizdiği dağlar neden “Stalin’in bıyığına” benziyormuş? Vatanı yıkmak istemeyen biri böyle ‘alengirli’ işlere kalkışır mıymış? İşi gücü yok muymuş başka?” diyen saldırılarından, “Ya’u öyle değil o! Etmeyin eylemeyin” dese de bir türlü kurtulamaz. Balaban’ı duymaz savcı. Bir daha, bir daha anlatmayı dener sanatçı ama… ı-ıh, duyan olmaz duvarlardan başka!

Sonunda sabrı gırtlağında kalın bir düğüm gibi şişen Balaban, aklını başında tutmak için kendisini, suçu kanıtlanmadığı halde suçlar gibi sorgulayan savcıdan bir hikâye anlatmak için izin ister.

“Tavşanın birini avcılar vurur; yaralı tavşan bir süre kaçtıktan sonra bir çalı dibine sokulur. Çatırtıdan başını kabuğuna çeken tosbağa içeriden bakar tavşana: “Ne o arkadaş, neden saklanıyorsun?” diye sorar. Tavşan yakarmalı bir sesle: “Aman sus, beni avcılar vurdu, yaralyım. Köpekler arkam sıra geliyorlar, burada olduğumu bilmesinler” diye yanıtlar tosbağayı. Tosbağa başını kabuğundan bir karış dışarı uzatıp: “Haaa, evet, benim çocuklar bugün ava çıkmışlardı. Seni vursa vursa benimkiler vurmuştur” der. Tosbağanın bu sözünü duyan tavşan, en derininden bir ahhh çeker; “Ulan tosbağa, ulan ben bu yaradan ölmem ama senin bu dilin öldürür beni!” der.

Elbette bu ve buna benzeyen diğer on parmağı on karaçalan insanın yüreğimizde açtığı iftira yaralarından ölmeyeceğiz. Direneceğiz, ölmeyeceğiz; çünkü biliyoruz ki; büyük kavga adamları, -sanki ihtiyaçları varmış gibi- ağzı başka kıçı başka şeyler söyleyen, cehaletten geberen ama aydın pozları atmaya bayılan entelektüel tayfanın kepazeliğinden, vardığı yeri dolduramayan basiretsiz iktidar sahiplerinden çok çekmiştir. Balaban’ın yaşantısı / ağzından çıkan sözle, eyleminin aynı olmasının bize söylediği şey çok basittir aslında: Hayatın bir aklı vardır ve onun doğrultusunda gitmezsen, hayat seni yola getirecek bir yolu her zaman bulur, dediğin gibi yaşa! Dik dur! Çünkü  tarih gaddardır, unutmaz; ne mücadele edip yitireni, ne de mücadele zamanı divanın altında saklanıp, hayatı rezil edeni!

Nâzım’la kurduğu dostluk mu? Ona da birkaç sözümüz var elbet. Böylesi dostluklar için deriz ki: Sevgili bir dostluk kolay mı kurulur? Belki de dünyanın en zor işi! Kesintisiz dikkat ve hiçbir korkunun tetikleyemeyeceği yalansız bir ağız, temiz bir yürek ve eleştiriyi ilerleme sayan bir algı şartını kaç yürek yük saymadan taşır, bilmiyoruz? Kat’a yalan yok, üstelik zinhaaar pazarlık da yok bu konuda. Yok gibi yok yani! Yok! Bu konu konuşulamaz bile kadar yok yani! Bitti!

Balaban ve “Şair Babası Nâzım”, yani iki mücadele kuşu da ömürlerini bu uğurda kavgayla geçirmiş, kesin kes yürekleri hayat ve umut dolu iki mücadele insanı olarak en çok aşka yaslanmışlardır, en çok birbirlerine; yaslanmışlardır denize, sanata. Böyle insanlar yürümeye başladığında dağlar yol açmaz mı onlara? Çiğ mi yediler karınları ağrısın? Gel de yık bakalım bu dostluğu! Hodri meydan! Biz inandığımızı söyledik, siz de duydunuz! Şimdi bir çay ve sevgili olanı düşünmek için sessizlik lütfen!