1935 yılında İmralı Sosyal Sanatoryumu’nda uygulanan ceza ıslah programının ülkedeki diğer cezaevlerine etkisi - 2 (Zonguldak)

Cezaevleri için yapılan büyük ıslah programının İmralı uygulaması, herkesi heyecanlandıran verimli sonuçlar verince, konu hakkında daha cesur adımlar atılmaya başlar. Şimdi, bölgenin coğrafi özellikleri gözetilerek, mahkûmların nasıl üretici pozisyonuna getirileceği konuşulmaktadır.

Muazzam bir kömür havzası olan Zonguldak, ta eskiden beri maden ocaklarında çalışan madencilerin sağlığı, iş güvenliği, barınma ve sosyal hakları gibi konularda ülke gündemini meşgul edegelmiş bir bölge olarak işaret edilmiştir. Daha Kurtuluş Savaşı sürerken, 1921’de Zonguldak’ta çalışan madenciler için TBMM’de görüşmeler yapılmış; 1930 yılında, hem Cumhuriyet Halk Fırkası Zonguldak mutemedi, hem de Zonguldak Türk Ocağı ve Belediye Başkanı olan Bedri Bey’in çabalarıyla “Amele Birliği ve Derneği” adı altında bir yapılanmaya gidilmiştir. 

Bölgede çalışan madencilerin sağlığı için Amele Birliği’nin kullandığı üç sağlık birimi oluşturulur: Kozlu ve Kilimli Dispanseri, bir de daha küçük hizmetler için Karadeniz Ereğlisi Muayene Evi… Doktor Reşat Lûtfi Bey’in idaresindeki Kozlu Madenci Dispanseri dönemi içinde büyük şehirlerde görülebilecek kadar donanımlı bir sağlık birimidir. Ameliyathanesi, eczanesi ve yataklı servisi vardır. Burası o denli iyi organize olmuş bir sağlık evidir ki, dispanser arşivinde karşımıza çıkan istatistikler bugün bile hayranlık uyandırır. 1925 yılında 3 bin 624, 1926’da 4 bin 210, 1927’de 4 bin 547 ve 1928 yılında da 3 bin 469 madenci sağlık hizmeti almıştır. Bu şu demektir: Kozlu Madenci Dispanseri, senede ortalama 4 bin madencinin hayatını kurtarmıştır. (Bkz: Cumhuriyet gazetesi, 9 Kanunusâni (*Ocak) 1930) 

Zonguldak ve madenci isimleri o kadar iç içe girmiştir ki, 1933 yılında, Zonguldak Halkevi tarafından bir de “Madencinin Şarkısı” adıyla bir şarkı hazırlanmış ve bestelenerek maden işçilerine ezberletilmiştir.

“Yeraltında her gün / Yüksekte fakat gönlüm / Elin kara gözlüsü / Senin kara kömürün    
 Salla çekici salla / Taştan kendini kolla / Çalışmak kazandırır / Geçinilmez masalla”

Ancak böylesi her şeyiyle uygun görünen bir iş cennetinin, çalıştırılacak madenci bulma gibi ciddi bir sorunu vardır. Bu gerçeği farkeden Mutahhar Şerif Başoğlu, ıslah programında Zonguldak için bir proje sunar Adalet Bakanlığına: Bölgede bir maden ocağı satın alınacak ve mahkûmlar orada çalıştırılacaktır! Böylece mahkûmun devlete yükü ortadan kalkacağı gibi, iş esasına dayalı cezaevi sistemi, mahkûm için artı değerler üretebilecektir. Proje, rüzgârdan hızlı bir şekilde hayata geçirilir.

ZONGULDAK OCAKLARI

“Adliye Vekâleti Zonguldak’taki maden ocaklarından birisini satın almıştır. Mutahhar, yarın hemen Zonguldak’a hareket edecek ve ilk partide gönderilecek beş yüz mahkûmun yerlerini ihzar ile meşgul olacaktır. Bu beş yüz mahkûmdan sonra gönderilecekler, yeniden kiralanacak maden ocaklarında çalıştırılacaklardır.” (Son Posta gazetesi, 4 Birinciteşrin (*Ekim) 1936, Pazar, Yıl: 7, Gazete Yayın no: 2219)
Yukarıda bir bölümünü görüşlerinize açtığımız haber, aynı günlerde ulusal basında boy gösteren Tan, Kurun, Akşam, Cumhuriyet gibi önemli basın organlarının tümünde yayınlanır. Bütün ülke nefesini tutmuş, adım adım ıslah adı verilen devrimci hamlenin gelişmelerini izlemektedir sanki. Çok geçmez, bir ay kadar sonra Zonguldak projesi hayata karışır. 

“Bundan bir müddet evvel Zonguldak’a ve oradan da Ankara’ya gitmiş olan hapishaneler mütehassısı Mutahhar Başoğlu şehrimize gelmiştir. (*İstanbul)
Zonguldak’ta maden kömürü şirketleriyle, mahkûmların kömür ocaklarında çalıştırılmasına dair yapılan müzakereler müspet netice vermiş ve burada daimî amele bulmak hususunda çekien sıkıntının mahkûmları çalıştırmak suretiyle telâfi edilmesi esas itibarıyla kabul edilmiştir. Mahkûmlardan seçilmiş olan 75 kişilik ilk kafile bir aya kadar Zonguldak’a gönderilecektir. Mahkûmlar için orada hususi barakalar yapılacaktır. Barakalar yapıldıktan sonra muhtelif hapishanelerden 125 kişi daha gönderilecek ve bunlar ocaklarda çalıştırılmaya başlanacaktır. 

Hapishanelerimizi ıslah edecek ve mahkûmlar için yepyeni metodları ihtiva edecek olan yeni hapishaneler nizamnamesi üzerindeki çalışmalara Adliye Vekâletince başlanmıştır. Bu nizamname ile Hapishaneler Mütehassısı Mutahhar, Bursa Saylavı Atıf, Hapishaneler Umum Müdür Vekili Bedri, Muhasebe Müdürü Tevfik, ceza ve hukuk işleri müdürleri meşgul olmaktadırlar. Yeni nizamnamenin esasları kurulurken dünyanın en modern nizamnameleri tetkik edilmiş olmakla beraber nizamname memleketin ihtiyacına göre tesbit edilmiş ve hiçbir yerden tercüme ve iktibas yapılmamıştır.” (Cumhuriyet gazetesi, 17 İkinciteşrin (*Kasım) 1936, Salı, Yıl: 11, Gazete Yayın no: 4496, s. 2)

Dosyamızın bu bölümünü yazarken, aklımıza, 1940 yılının 17 Nisan günü Köy Enstitüleri Yasası mecliste hararetle tartışılırken, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in, enstitüleri savunurken yaptığı konuşmanın son bölümü geldi. Devrimin çocukları birbirine benziyor, hepsi devrimci oluyor galiba? Sen yapmak iste yeter ki, yollar kapalı deme, onu açacak tutkulu bir kalp, bilimsel bir akıl bütün yolları açar, üstüne tutup dağları önümüzde eğer diyesimiz geldi nedense. Ne diyordu Yücel:

“Değerli vekil arkadaşlarım. Bir takım sorularınız oldu. Bir takım kaygılarınızdan sözettiniz. Enstitü adının kullanılması konusu şöyledir kafamızda. Bu okullar işe dönük uğraş ve uygulamaların yapılacağı yerler olduğundan bu isim, enstitü ismi en uygunudur diye düşündük. Yüzyılların talih suyu artık tersine akıtılacaktır (…) Şunu da söylemeliyim ki, bu kanunla bizim yaptığımız bir kopya değildir. Ama uydurma bir iş de değildir. Biz hiçbir ülkenin sorununu çözümlerken aldığı önlemleri olduğu gibi almadık. Hepsinin tarihini biliyoruz. Cahili değiliz. Bu bizimdir, kimseden almadık, bizden alsınlar!” 
Veeee... 1937 yılının ilk günlerinde, mahkûmların Zonguldak’a gönderilmesi resmen karara bağlanır.

“Vekâlet, Ankara, Bursa ve İmralı hapishanelerinden marangoz, yapıcı ve demirci gibi 30 kadar mahkûmun Zonguldak’a gönderilmesini kararlaştırmış ve bu üç hapishane müdürlüklerine tebligat yaptırmıştır. Mahkûmlar birkaç güne kadar Zonguldak’a gidecekler ve orada mahkûmlar için barakalar hazırlayacaklardır. İlkbaharda muhtelif hapishanelerden buraya 100 kadar mahkûm gönderilecek ve çalışmaları temin edilecektir.” (Tan gazetesi, 9 İkinciteşrin (*Ocak) 1937, Cumartesi, Yıl: 2, Gazete Yayın no: 619)

Kömür ocaklarında çalıştırılacak 100 mahkûm için baraka yapacak, sanatlarında seçkin 28 kişilik ilk kafile, 13 Ocak 1937 günü Zonguldak’a gönderilir. Bu usta mahkûmlara İmralı’daki gibi aynı tip elbise ve ayakkabı giydirilmiştir. Yapacakları barakalar için gereken iş aletleri de sağlanan mahkûmlar Ankara, Bursa, İmralı ve İstanbul hapishanelerinden seçilmiştir. (Bkz: Tan gazetesi, 14 Ocak 1937)

Artık Zonguldak’taki girişim bütün ülkenin dikkatle izlediği bir film gibidir. Gazeteciler yapılanları yerinde görmek için kente giderler. Bunlardan biri de Sedat Simavi’nin dergisi Yedigün için yazılar yazan ve yazılarında “Vâ-Nu” imzasını kullanan Vâlâ Nurettin’dir. Vâ-Nu Zonguldak kentinin çehresini, ekonomisini ve sosyolojisini değiştiren bu hamle için öyle kuvvetli bir yazı yazar ki, bugün bile dönem araştırmacıları için gerçek bir kaynakçadır bu yazı. Her ne kadar yazısında Mutahhar Şerif’in adını anmasa da, ıslah programının değişik kentlerdeki uygulamalarının yansımalarını iyi bilenler bu değişimin arkasındaki isim olan Mutahhar Başoğlu’na minnet duymadan bu yazıyı okuyamazlar.

“Türkiye’de bir mucize yapılmış da farkında değilmişiz! Bu sefer Zonguldak’ı ziyaretimde bunu anladım (…) İş kanunu ihtiva ettiği pekçok feyizli maddelerle her ne kadar Meclisten çıkmışsa da pek gözönündeki yerlerde bile henüz gereği gibi tatbik imkânı bulamadığı malûmdur. İstanbuldaki misalleri gördükten sonra kendi kendime: “Ah zavallı Zonguldak!” der dururdum. Senin yeraltındaki köylüden bozma biçare amelelerin ne vaziyettedirler acaba? (…) Hatta benim şahsen sosyalist hareketlerle bir dereceye kadar alâkadar olmamın başlıca sâiki Zonguldak işçisinin yürek parçalayıcı manzarası olmuştur. Tarifi dile kolay: Yüz küsur metre yerin dibinde günde on altı saat çalışmak!.. Hem de köstebekler gibi yüzükoyun sürünerek! Her an grizu patlama tehlikesi! (…) Zira adam ezilmişmiş, ölmüşmüş, kimin kimden sorduğu var? Kapitülasyonlar kalesine sığınan ecnebi sermayenin kanuna eli uzanmıyor (…) Hepsinin üstünü pislik götürüyor. Analarından doğdukları günden beri yıkanmamışlar. Amele eksildi mi hadi bakalım köylere  kolcular yollarlar yurttaşları sürü sürü getirsin. Gelmiyormuş ne demek? Mecburdur!.. İşte Zonguldak!! Geçen gördüğüm sefer bu idi. 

Şimdi ise gördüğüm; öncelikle manevî düşkünlük ve nefsimize itimatsızlık kalmamış olduğudur. Zonguldak’taki Türk münevverler ‘Daha iyisini yapabilirmişiz, nitekim yaptık!’ diyorlar. Ve bunu haklı olarak söylüyorlar (…) Kozlu’daki 63 numaralı ocak denen Türkiş kömür ocağını gezdik. Fakat ocak deyip de geçmeyiniz! Burası bir memlekettir. Yalova büyüklüğünde bir saha ki, ortası çukur vadi, duvarları yüksek dağlar… Binalar, binalar ve ocak delikleri! İçleri hep kömür madeni… Eskiden en verimlileri imtiyazlarla ecnebilere bahşedilmiş olan bu yeraltı servetleri şimdi kâmilen devletindir. 

Üzerinde durmak istediğim nokta amele meselesidir. Türkiş’in Müdürü İbrahim Bozkurt, hasta olmasına rağmen bu müessese tarafından kurulan yeni mahalleyi gezdirdi. Ah bir sinema makinem olsaydı da gördüklerimi tesbit edebilseydim! O zaman sizin de bizim gibi koltuklarınız gururla kabarır, memnuniyetten gözleriniz yaşarırdı. 

Gördüklerimin hulâsası şudur: Zonguldak amelesi, sefaletin kömür kuyularından, modern işçi refahının şahikasına çıkmıştır (…) İşçi sekiz saatlik çalışmasını bitirip de yeni mahallesine geldi mi, mecburen hamamına girecek, yıkanıp, temiz elbiseler giyecek, Galatasaray mektebinin yatakhanelerinden aşağı olmayan ve her işçi için ayrı bir dolabı olan koğuşlarda uyuyacak… Amelenin oturacağı kendi kahvehaneleri var. Buraya radyodan başlamak şartıyla yavaş yavaş medenî âdetler de sokulacak…  

İş ücretlerini soruyorum. Gündelikler İstanbuldakinden yüksek. Müessesenin bakkaliyesi kooperatif şeklinde…Hastanesi, sineması var. Hülâsa burası, Kemalist Türkiye için bir numune istihsal merkezidir. 

(Son olarak) Türkiş Kömür Ocağı henüz inşaatını tamamlamadığı için müdüriyet odasının yapılması da en sona bırakılmış. Amele bu tasvir ettiğim kâşanelerde yaşarken, müdürler henüz barakalarda… Maroken koltuk ve ministre masalar ısmarlamak suretiyle işe başlayanlar için ne ibret alınacak levha!” (Yedigün Haftalık Resimli Mecmua, 17 Şubat 1937, Çarşamba, Vâlâ Nurettin’in “Zonguldak Kömür Ocaklarında” başlıklı yazısından alıntı, Sene 4, No: 206, Cilt: 8, ss. 7-8 ve 21)
Elbette Zonguldak’taki başarılı değişimin mimarı sadece Mutahhar Şerif değildir. Genç Türkiye Cumhuriyetinin devrimci kadrolarının başlattığı büyük reform hareketinde, Zonguldak Valisi olan Halit Aksoy ve ekibinin kenti daha yaşanır kılan, insana saygılı olan ilerici hamlelerine, Başoğlu’nun da sistem içinde ve insana yakışır bir biçimde çalıştırılan mahkûm maden işçileriyle destek vermesi, Zonguldak’ı diğer kentlere göre öne çıkarmıştır.

Maden bölgesi, Adliye Bakanlığı’nın da üstüne titrediği bir bölgedir. Ne zaman Adliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na ıslah programının durumu sorulsa; İmralı, Isparta, Edirne’den sonra mutlaka Zonguldak’ın adını da anar.

“İmralı, Isparta ve Edirne’den başka şimdi üzerinde bulunduğumuz bir yer de Zonguldak’tır. Mahkûmların sağlam olanlarını seçerek Zonguldak maden ocaklarında çalıştıracağız. Mahkûmların buradaki kazançları ve iaşeleri kendilerine ait olacaktır.” (Cumhuriyet gazetesi, 5 Birinciteşrin (*Ekim) 1936, Pazartesi, Yıl: 11, Gazete Yayın no: 4453, Aslan Tufan’ın “Tecziye Şeklinde Islahat” başlıklı yazısından alıntı)

Ülkenin tüm cezaevlerine bahar gelmiş gibidir. Döneminin en çok haber olan konusu neredeyse sözünü ettiğimiz ıslah programıdır. Kimi zaman adını anarak, kimi zaman dolayısıyla minnet dolu sözlerle Mutahhar Şerif’in başardığı iş basın harfleriyle övülmektedir. Dosyamızın Zonguldak kısmını, Halit Fahri’nin aynı günlerde Akşam gazetesinde yazdığı bir makalesiyle kapatalım istiyoruz:

“Bazen gazetelerde okuruz. Avrupanın filanca şehrinin, falanca hapishanesi tamamıyla bomboşmuş…. İsveç’in falan şehrinde hiçbir cürüm olmadığı için hapishanede mücrim olarak kimse yokmuş. Gardiyanlar kendi kendilerine hapishanede oturuyorlar, kapılarıbile sürmelemeye lüzum görmüyorlarmış… Böyle havadisleri okudukça imrenir, “Acaba bizde de böyle bir manzara görmek kabil olacak mı?” derdik. 

Bu o kadar çabuk oldu ki hayret ettim. Şile’de birkaç aydan beri hapishanede tek kişi yokmuş, cürüm işlenmediği için hapishane de bomboşmuş (…) Bugün Şile bomboş hapishanesiyle en medenî memleketlerle pekâla boy ölçüşecek mevkidedir. Çünkü bir yerde insanlığın yükseldiğini boş bir hapishane kadar ispat edecek hiçbir şey yoktur. Boş hapishane birçok hayırlı şeylerin delilidir. Hapishanenin boş olması, günden güne mektebin dolmasına, hapishanenin boş olması herkesin kendi işiyle gücüyle meşgul olmasına ve fenalık düşünmemesine  delâlet eder. 

Bütün memleket hapishanelerini bu halde, Şile Hapishanesi gibi bomboş görmeyi isterdik. Bunun ilk tezahürünü gördük… Yeni tezahürlerini de görmek istiyoruz.” (Akşam gazetesi, 8 Mart 1937, Pazartesi, “Bir Çırpıda” adlı sütunda H. F. imzalı “Boş Hapishane” başlıklı yazıdan alıntı, Sene: 19, Gazete Yayın no: 6603, s. 3)