Çevremiz ve doğamız bir bütün. Bizler yaşadığımız coğrafyayı, tarihi ve doğası ile bir arada korumak mecburiyetindeyiz. Bu nedenle ülkelerin hükümetlerine, yerel yönetimlere ve halka eşit miktarda görev ve sorumluluk düşmektedir. Halkın bilinçli olduğu toplumlar, bu talebi hem yerel yöneticilere hem de ülke idarecilerine dikte ediyorlar. 

Günümüzde Avrupa’nın her yerinde tarım ayaklanmaları, boykotları gündemde. Avrupa çiftçileri bunu neden yapıyorlar? Öncelikle, tarım hayvancılık ve gıda üretim sektörlerinde çalışan toplum, batı medeniyetinin en saygın kitlelerini oluşturur. Kuzey enlemli coğrafyalarda, çok daha güçlükle gıda üretimi yapılabilmekte, daha ziyade orta ve güney Avrupa ülkeleri, tüm diğer ülkelerin gıda rezervlerini oluşturmaktadır. 

Avrupa Birliği’nin Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya gibi üretici kesimlerine yaptığı zirai destek çok fazladır. Ancak yine de Ukrayna- Rusya savaşının tetiklediği artan üretim maliyetleri, gaz, mazot kaynaklarının kısıtlanmasına bağlı sorunlar, Avrupa’da Çiftçilerin üretim maliyetlerini inanılmaz oranda yükseltmiştir. 
Gıda ve hububat arzını kapatmaya, halkın açlık yokluk çekmesini önlemeye çalışan devletler, İthal ve daha ucuz ürünlerin alımına yöneltmiştir. Bu durum ziraatla uğraşan çiftçilerin elini daha da zorlaştırmış, yüksek maliyetle ürettikleri ürünleri satamaz olmuşlardır. Çiftçiler her geçen gün daha fazla, traktörleri ile iş bırakma, yol kapatma, hükümet politikalarını boykot etme eğilimindedir. 

Diğer tarafta, çok büyük hayvan üretim çiftliklerine karşı küresel sermaye devlerinin baskıları devam etmekte, karbon salımı çok yüksek olan bu tesisler birer birer kapatılmakta, yerine, yapay et üretim tesisleri kurulmaktadır. Oysa hacim olarak belli kapasite üzerindeki büyükbaş hayvan çiftliklerinin kurulması engellense, daha fazla orta ölçekli ve geleneksel üretimlere meyil edilseydi, böylesi bir problem de konuşuluyor olmayacaktı. 

Bir başka noktada, dünya sermaye devleri, bilimsel olarak karşılığı bulunmayan vegan, vejeteryan beslenme modellerini telkin etmekte, insanların et yemeden yaşamaları şeklinde yeni bir akımı pompalamaktalar. Bir başka açıdan, kuş gribi, deli dana, sığır vebası, şarbon gibi salgınlar ileri sürülerek sürekli şekilde toplu katliamlar organize edilmektedir. Oysa, göçmen kuşlar ve okyanus aşan deniz canlıları gibi, dünya üzerinde sürekliliği devam eden bir sirkülasyon söz konusudur. Yani Hint okyanusundaki bir yunus balığı ile ege kıyılarında dolaşan bir caretta kaplumbağasının birbirinden ayrı düşünülmesi imkânsızdır. 
Aynı şekilde, Bursa’nın Karacabey ilçesinde Eskikaraağaç köyünün muhtarını her yıl bir kez ziyarete gelen ve bu geleneği 13 yıldır sürdüren Yaren leyleğin, dünyanın hangi kıtalarında gezmekte olduğu bilinmez. Eğer ki Yaren Leylek, kanatlarında herhangi bir bakteri taşımış ise, bu kıtalar arası seyahat ile her bir uca taşınmış demektir. 

Öyleyse, bir bölgede, itlaf çalışmasına başlamak, diğer bir açıdan aslında kaçınılmaz olan bir salgını önlemekte nafile bir çabadır. Tüm göçmen kuşları yok etmediğiniz sürece, kümesteki tavukları telef etmenin bir anlamı olmayacaktır. 

Dünyamıza bir bütün olarak bakmak, her bir köşesindeki sorun ile ilgilenmek, çözüm odaklı yaşamayı öğrenmek zorundayız. Bu uyumu, kendimizden ve en yakın çevremizden başlayarak sağlamalıyız. Evimiz, iş yerimiz, sokağımız, mahallemiz. Köyde yaşıyorsak, tüm köy ahalisi ile birlikte, toprağı, üretimi ve yeraltı su havzalarımızı korumalıyız. Ve çok geç olmaksızın bu işe bugün başlamalıyız.