Nâzım Hikmet’in çırağı İbrahim Balaban İmralı’da - 1

“İşte anamın sütü, karımın eti, gülüşü çocuğumun / İşte sürülen toprak  / İşte İnsan: Dağın, taşın, kurdun, kuşun efendisi / İşte poturunda yamalar / İşte karasaban / On yıl mapusta yattı ama kaybetmedi umudunu Balaban” 

İş esasına dayalı duvarsız hapishane mucizesi İmralı, toplumun çokça tanıdığı bazı isimleri de ağırlamıştır zaman zaman. İdam edilmeden önce adada tutulan Demokrat Partili siyasiler; Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan bunlardan en tanınmış olanlarıdır. Sonra, sanat dünyasının tanınmış isimlerinden, sinema oyuncusu Yılmaz Güney ya da Rum ressam Angulos Stafonodis’in de İmralı’ya yolu uğramıştır. 
Ancak Nâzım’ın çırağı ressam İbrahim Balaban’ın, 1945 ila 1948 yılları arasında, yaklaşık 2 buçuk sene kadar tutulduğu İmralı’ya dair anlattıkları hayli ilginçtir. Hem Mutahhar Şerif Başoğlu’nun, İmralı üzerindeki “gücü ve etkisi ortadan kaldırıldıktan” sonra İmralı’nın ne hale geldiğinin anlaşılması, hem de ilginç bir İmralı mahkûmu olan Balaban’ı anmak istediğimiz için, Balaban’ın İmralı günlerini anlatacağımız bu bölümü biraz uzunca yazmak istiyoruz.
Dünya çapındaki ressamımız Balaban, henüz birkaç yıl önce, 9 Haziran 2019 günü, çoklu organ yetmezliğinden 98 yaşında öldüğünde, çeşitli yayın organları kendisiyle ilgili birçok yazı, makale ya da söyleşiler yayınladılar. Çok daha önce yapıldığı halde, ölümünden bir gün sonra, 10 Haziran 2019 günü, Sözcü gazetesinde yayınlanan söyleşisinde, dosyamızı ilgilendiren bazı ayrıntılar vardır: 
-     İmralı’da kaldığınız zaman içinde, sizin resimlerinize zulüm yapılmıştı. Anlatır mısınız? 
-    Evet, bir dönem beni İmralı Cezaevi’ne attılar. Orada çizdiğim yüzlerce resmi denize döktüler. Bu büyük bir haksızlıktı, sanat katliamıydı. 
-    Neden attılar resimlerinizi denize? 
-    Cezaevinde koğuştaki arkadaşlarımın portrelerini yaptım. Resimlerini yaptığım için o arkadaşlara da komünistliği aşıladığıma inanıyorlardı. “İmralı'ya komünistliği bulaştırdı” diyerek beni oradan sürdüler. Resimlerimi de denize attılar. Komünistim ya ben, onun için atıyorlar resimlerimi… Resimlerim de komünist, hastalık gibi görüyorlar bunu. O üç yıl içinde satılan resimlerim olmuştu ve o paralar cezaevi yönetimindeydi. Ne yazık ki bana ait olan o paralardan beş kuruş vermediler. O dönem suç icat etmek istedikleri zaman, “Komünist bu adam” diye kulp takarlardı, artık iflah etmezdin. Hemen hapse... Her dönem bir kulp bulundu adaletsizlik için. O zaman 'Komünist' diye kulp takıp hapse atılanlar vardı.
Bu durum ressam Balaban’n çok gücüne gitmiş olacak ki; İmralı’da kaldığı günlere ait bu anısını hemen her söyleşisinde dile getirir. Bazı ufak tefek farklılıklar olsa da acı, tüm hüznüyle kendisini hissettirmektedir yine de. 

Ölümü üzerine, 2013 yılında yapılan bir söyleşisi, Haziran 2019’da, Bilim ve Ütopya dergisinde bir kez daha yayınlanır Balaban’ın. “Ressam Yunus Emre’nin Nâzım’la Yedi Yılı” başlığıyla yayınlanan söyleşinin altında çift imza vardır: Mert Can Yılmaz ve Fatma Kahraman! “Ressam Yunus Emre” yakıştırmasını Nâzım’ın Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta, Balaban’ı tanımlamak için kullandığını biliyoruz:  
“Ben burada, içeride bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, berberlik ediyor içerde. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim.”

Şimdi ressamla ilgili yayınlanan söyleşinin dosyamızı ilgilendiren bölümlerine göz atalım.
-    Bir dönem Bursa Cezaevi’nden İmralı’ya gidiyorsunuz. Bu dönemde neler yaptınız? Nâzım’la iletişim kurma şansınız var mıydı?
-    Ben İmralı’da hem müdürün bana verdiği işi yapıyorum hem de çıkıyorum kırlara karasabana koşulmuş öküzleri sürenleri resmediyorum. İmralı Adası’nda 2,5-3 sene içinde çizdiğim resimler beni müthiş geliştiriyor. Öylesine ustalaşıyorum ki kısaca bir hesap ettim, 7000 tane desen çizmişim. 
3 sene kadar İmralı’da kaldıktan sonra “komünizm” propagandası yaptığım gerekçesiyle tekrar Bursa Cezaevi’ne gönderildim, sürüldüm. Nâzım Hikmet’e orada yaptıklarımı anlatınca ilk sorduğu şey o çizdiğim desenlere ne olduğuydu. Bense hepsini yırtıp atmıştım. “Onlar kim bilir ne müthiş eserlerdi” dedi. Bense kafamı işaret ederek “Onların hepsi işte burada, tekrar yaparım” dedim. “Hadi yap da görelim” deyince işte o zaman “İlkbahar” tablosunu yaptım. Bitirdiğimde müthiş şaşırdı ve daha sonra beni öylesine önemsedi ki bana dersler vermeye başladı.
İmralı’da yaptığım resimleri Nâzım Hikmet’e gönderiyordum. Bir ara kendi portremi yapmıştım, onu gönderdim. Çok sonraları Piraye yengede o portreyi bulduk, bir sergimde de teşhir etmiştik.  O sıralarda ben çift sürenlerin, balık tutanların resimlerini yaptım. 8-10 tane portre yaptım. Bunların hepsi İstanbul ve İzmir’de satıldı. O para benim hesabıma yatırıldı fakat beni komünizm propagandası yaptı diye, İmralı’yı ayağa kaldıracak diye sürdükleri zaman, benim hesabımda mevcut olan paradan 10 kuruş (bile) bana vermediler, beni sürdüler. Sadece bir don bir gömlekleydim. Bu parayı istemedim de, çünkü töhmet edilen suç “ağırdı”. Ben oradaki bazı delikanlıların portrelerini yapmışım, o delikanlıların da hepsi komünist olmuş diye bir suç atıldı. Ne şahit var ne yargı... Hiçbir şey yok.
-    Nâzım’ın size dersler verdiğini söylediniz. Ondan neler öğrendiniz?
-    Üç bilimin dersini verdi. Sosyoloji, ekonomi politik ve diyalektik felsefe. Bu bilimler o dönemde herkesin bildiği bilimler değil. Üç ay boyunca Nâzım Hikmet’ten dersler aldıktan sonra (…) üç bilim dalını mükemmel bir şekilde öğrendim. Öğrendikten sonra beni imtihan etti. İmtihansa çok ilginçti. Sonraları birçok insana, üniversite mezunlarına, profesörlere, yazarlara bu imtihandaki soruyu sordum, yanıtını veremediler. Soru ise şöyleydi. “Bir adam 8 saat bir yerde çalışınca bunun karşılığı 100 lira alıyor. Fakat bir avcı 1-2 dakika içerisinde bir sansarı vuruyor ve sansarın getirdiği para 1000 lira oluyor. Yani avcının 1-2 dakikalık emeği 1000 lirayken 8 saat çalışanınki 100 lira oluyor. Buradaki ayrıntı nedir?” Ben “Sansarın arkasında onlarca avcının koşuşmasından ötürü, bir tanesi vurduğu için ötekilerin emeği adamın emeğine naklolunur” dedim. Geldi boynuma sarıldı.”
Genç okuyucu için Nâzım ve Balaban’ın kitaplara konu olan ilişkisini ve kısaca da olsa Balaban’ın neden cezaevine girdiğini anlatmak, konuyu daha kolay anlamaları için yararlı olacaktır diye düşünüyoruz. Çünkü bunu yapmazsak, anlattıklarımızın kişisel düşüncelerimiz ya da yoruma dayalı bir hikâyeler olarak algılanması riski var ve biz bunu istemiyoruz.

AYINGACI BALABAN

1930’lu yılların ortasından itibaren tüm dünyada Hint keneviri bitkisinin ekimi yasaklanır. O yıllara değin Türkiye’de birçok yoksul köylünün geçim kaynaklarından biri de yasaklı olan bu bitkidir. Yasaktan sonra birçok köylü, geçinebilmek için “ayıngacılık” da dedikleri kaçak olarak bu bitkinin gizlice dikimini ve satışını yapmaya başlar. İbrahim’in babası Hasan Çavuş  da onlardan biridir. Hasan Çavuş bir gün, kaçakçılıktan eline geçeceği kazancı alması için ortak çalıştığı ayıngacıların yanına oğlu İbrahim’i gönderir. 1937 yılının Aralık ayıdır. Henüz 16 yaşında olan İbrahim, her şeyden habersiz, ayıngacıların bulunduğu yere gider. Ancak diğer köylüler ayıngacıları jandarmaya ihbar etmiştir ve jandarmanın yaptığı baskında hepsi yakayı ele verirler. Jandarmalar genç İbrahim’i falakaya yatırıp saatlerce döverek, işkence eder. Bu olay Balaban’ın zihninden ömür boyu silinmez. Jandarmaya olan öfkesi hiç dinmez ressamın. (Belki de tablolarındaki jandarmaları hep çirkin bir yaratık gibi çizmesi bu yüzdendir?)
Diğer ayıngacılar ve Bursa’nın Seçköy köyünde doğan İbrahim tutuklanarak 1 yıl hapis ve 16 bin lira para cezasına çarptırılır. İbrahim’in yaşı küçük olduğundan cezası 6 aya indirilir. Bursa Cezaevi’nde 6 ay hapis yattıktan sonra, 1938’in Mayısında özgürlüğüne kavuşur Balaban. Ancak çok kısa sürer bu özgürlüğü. Devletin tahsildarı 16 bin lira cezayı almak için kapıya dayanmıştır. Kendi deyimiyle; “16 bin lira istiyorlar. Hâlbuki bizim köyü satsan, yan köyü satsan bahçeleriyle bağlarıyla beraber; mümkün değil o parayı bulamazdık.” 

Bu paranın ödenmemesi demek, genç köylü İbrahim’in 3 yıl hapiste yatması demektir… Parayı ödeyemezler ve 1938’in Aralık ayında İbrahim Balaban için yeni hapislik dönemi başlar. Bursa hapishanesinde eline geçen her kâğıt parçasına desenler karalamaktadır Balaban. Resim onu hayata bağlamaktadır sanki… 
1940 yılının sonunda Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi’ne nakledilir. Nazım henüz gelmeden nâmı gelmiştir hapishaneye. Balaban, ilerleyen  günlerde Nâzım Hikmet’in boya parası karşılığında mahkûmların portrelerini çizdiğini duyduğunda içi içine sığmaz. En sonunda, kendi portresini çizdirmek bahanesiyle Nâzım’ın karşısına çıkar. Nâzım’ın yanına gittiğinde en güzel giysilerini giymiş, hatta kravat bile takmıştır. Nâzım onu bir baba sıcaklığıyla karşılar. Bu genç köylü delikanlısının resmini çizmeye başladığında İbrahim onu dikkatle izler. Resim çizildikten sonra İbrahim Balaban kendi resmine uzun uzun bakar. Ancak hem yepyeni ceketinin eskitilerek çizilmiş olduğunu, hem de kravatının çizilmemiş olduğunu görür. Köy delikanlısı söylemek istediğini bir türlü söyleyemeyince Nâzım, “Resmin bir kusurunu mu gördün yoksa?” diye sorar. Balaban resme şöyle bir baktıktan sonra, “Benim kravatımı yapmamışsın?” der. 
-     Sen her zaman kravat takar mısın?
-    Takmam ama, şimdi var ya...
-    Köylüler, çift sürerken, ekin biçerken, burçak yolarken kravat takarlar mı?
-    Takmazlar ama.. Şimdi ben... çift sürmüyorum ki...
-    Aferin, güzel söyledin... Ama ben seni, bir köylü çocuğunun resmini yapayım diye oturttum karşıma. Şehir züppelerine çeviremem senin resmini.
Balaban yüzü asık, sessizce dinlerken Nâzım sormaya devam eder:
-    Sizin köye tahsildar gelir miydi?
-    Gelirdi
-    Kravatı var mıydı?
-     Vardı
-    Elbiseleri de, aynen böyle ütülüydü değil mi?
-    Evet
-    Ben, böyle güzel bir köylü çocuğunu, tahsildar kılığına sokamam.
İbrahim Balaban, Nâzım’dan resim çizmeyi öğrendikten sonra diğer mahkûmlardan kendine model bulup portreler çizmeye başlar. Aynı zamanda da kendi terine ekmek banıp yemek için hapishanede berberlik gibi el becerisi gerektiren işler yapar. Bir gün berberlik yaptığı dükkânda Nâzım’la karşılaşır.   Nâzım, daha önceki muhabbeti hatırlayıp, Balaban’a “Resmini yeniden çizebilir miyim?” diye sorması üzerine köylü ressam Balaban karşı çıkar Nâzım’a.
-    Geçen sefer çizdiğim resim istediğim gibi olmadı, tekrar resmini çizebilir miyim evladım?
-    Ben sana resmimi çizdirmem.
-    Neden evladım, neden çizdirmek istemiyorsun?
-    Çünkü ben de resim çizmesini biliyorum.
-    Ya! Öyle mi, benim resmimi de çizebilir misin peki?
-    Çizebilirim tabii.

Nâzım, İbrahim’in eline hemen bir kâğıt kalem verir ve kendi resmini çizmesini ister ondan. Resim henüz bitmeden Nâzım, İbrahim’in yeteneğine bayılır. Onun bu konuda hiçbir eğitim almamış olduğunu, köy okulunda sadece üç sene temel eğitimden geçtiğini öğrenince daha da şaşakalır bu yeteneğe ve “istemez okul mokul” deyip kucaklar Balaban’ı. Balaban, Nâzım’a, “Beni yanında çıraklığa kabul ediyor musun?” dediğinde, Nâzım’ın cevabı “Sen de beni ustalığa kabul ediyor musun?” olur. 

O günü yıllar sonra şöyle anlatır Balaban: 
“Çıraklığa kabul edildiğim gün, o saat ve o anda utanmasam; ‘Yaşasın Tutsaklık!’ diye bağıracaktım. Dünyada benden başka hiçbir öğrenci, cezaevini mekân tutup da dünyanın en büyük şairi Nâzım Hikmet’i hoca olarak bulmamıştır. Nâzım Hikmet gerçekten de büyük bir adamdı. Beni kültürle donattı, ressamlığa yöneltti. Bir güneşti ve ben o güneşin içinden doğdum.” 

Nâzım Hikmet, Seçköylü İbrahim Balaban’la bir öğretmen gibi ilgilenir. Ama ne öğretmen! Bir insanın başına gelebilecek her şey işte o günlerde başına gelir genç köylü delikanlısı Balaban’ın. Felaket günleridir o günler!

Hapisteyken ailesi Balaban’ı evlendirmek üzere bir kızla nişanlar. Birlikte hapse girdikleri ayıngacılardan biri “O kızı ben alacaktım” diyerek kavga çıkarır ve Balaban’ı hapisteyken bıçaklar. Balaban yaralı kurtulur. 1941 yılında hapisten çıkar ve kısa sürede sevdiği kızla evlenir. Hasmı, İbrahim’i rahat bırakmaz. Her karşılaştıklarında aralarında kavga çıkar. İbrahim en sonunda hasmını vurmak zorunda kalır ve adam öldürmekten tekrar hapse girer. 
“15 Şubat 1942’de düğünüm yapılır. “Ben alacağım bu kızı” diyordu beni vuran. Bizim sülale dayatıyor “namımız elden gidecek” diye. Düğün başlayıp gelin ata binince işin rengi değişti. Bizim efe azmıştı, iki tabanca, dört bıçak, fişeklerin haddi hesabı yok. Ben çekildikçe o, üstüme geliyor, çekildikçe öfkem büyüyor. Ve de sabrım tükendi. Yıl 1942 Kasım ayı, nasıl oldu bilmem, ikimizin ortası karıştı, önce benim tabanca patladı sonra onunki. O, mezara ben (yine) cezaevine…”
Hapisteyken önce dedesini kaybeder. Ardından, 1943’ün yılbaşı günü, annesinin ziyareti sırasında,  babası Hasan Çavuş’un hasmının ailesi tarafından oturduğu kahvede sırtından vurulduğunu öğrenir. Babası hastaneye yetiştirilmeye çalışırken hayatını kaybetmiştir. Aradan geçen kısa zaman zarfında çok sevdiği eşinin doğum sırasında öldüğü haberi gelir bu kez. Geriye kalan çocuğu da çok fazla yaşayamaz. Bu sırada “Şair Baba” dediği Nâzım en büyük destekçisidir Balaban’ın. Yaşadığı öfkeyi, kini ve acıyı resme dökmesini, umutlu olmasını salık verir acılı genç dostuna. Dinler ustasını çırak. Babasının kağnı arabasıyla hastaneye götürülüşünü “Cinayet”, ilk eşinin doğum anında yaşamını kaybedişini  de “Doğum” adlı tablolarında çizgilere hapsederek tarihe çakar ressam. Nâzım,  nasıl şiirinde başka bir ressam dostuna, Abidin Dino’ya “Sen  mutluluğun resmini çizebilir misin?” diye sorar, yazsaydı, Balaban’a da “Sen acının resmini çizmişsin be Bursalı” derdi herhalde!

Nâzım, işte tam da bu insan sinirlerinin sancıdan iflas ettiği günlerde, Balaban’ın bir an önce özgürlüğüne kavuşabilmesi için İmralı Cezaevi’ne gitmesini önerir ona. Çünkü oraya kabul edilmesi için her şeyi uygundur Balaban’ın: 21 yaşından küçük, 40 yaşından büyük değildir. Cezasının bir kısmını özellikle de varsa hücre cezasını önceden başka bir cezaevinde çekmiştir ve kalan cezası 2 buçuk yıldan az ama 10 yıldan da fazla değildir. Cinayetten yatmaktadır ve iyi huyludur. 
Çok gönül rızasıyla olmasa da; Balaban 1944 yılının sonbaharında, Bursa hapishanesindeki 15 mahkûmla birlikte İmralı Sosyal Sanatoryumu’na gitme hakkını kazanır.