“Topraktı, güneşti bildikleri yasa / Ekmeğe ve aşka inanıyordular / Bin yıldır kurumuyordu sırtlarının teri / Hacet kapılarında bin yıldır ırgattılar / Neydi bu açlık, bu karanlık / Her çağda neden gürültüye gidiyordu elleri / Anlamıyordular”

Suçu ıslah etmek için uygulanan benzer sistemler arasında, haklı olarak dünya adalet sistemleri tarihine geçen iş esasına dayalı İmralı Cezaevi’nin en büyük özelliği, aranan koşullara uygun olsa bile, siyasi suçluları ıslah için bünyesine kabul etmemiş olmasıdır. İbrahim Balaban’ın durumu ise biraz karışıktır.

30’ların ortalarında ülkemizde gündeme alınan cezaevleri ıslah programı, Mutahhar Şerif Başoğlu’nun büyük mücadelesi sonucu çok başarılı sonuçlar verip, yüzümüzü ağartırken, uygulanan programa kadar dönem suçlularına nasıl bakıldığı sorusunun da yanıtlanması gereklidir bize kalırsa. Suç işleyenlere, özellikle de insan canına kıymış olanlara gaddar bir önyargıyla bakılmakta, o insanlar toplum dışına itilmektedir. Dönemin suç algısı, -tuhaf bir şekilde- neredeyse antropolojik bir gen aktarımıymış gibi kabul gören bir anlayışa da prim vermektedir. O zamanki kriminoloji anlayışına göre; “cinayet işlemeye eğilimli” olarak adlandırılan ve ismini İtalyan Psikiyatr Cesare Lombrozo’dan alan “Lombrozo” görünümlü bu mahkûmlar da İmralı’ya nakledilip, ıslah olur mu, olmaz mı diye incelenmiştir. Sonuç olumludur. Özellikle Mutahhar Şerif’in, şefkat dolu ve insan haklarına saygılı uygulamaları sayesinde, İtalyan psikiyatra göre insanları tiplerine göre ayırıp, bazılarını suçlu, potansiyel suçlu ya da ıslah olmaz olarak nitelendirmenin yanlış olduğunun farkedilmesinin ardından bu düşünceden kısmen de olsa uzaklaşılmıştır.

İbrahim Balaban, 1944 yılının son günlerinde, İmralı’ya nakil hakkını elde ettiği zaman, adaya gitme konusunda çok da istekli değildir. Çünkü genç ressam Bursa hapishanesinde birlikte kaldığı ve “Şair Baba” dediği Nâzım Hikmet’ten ayrılmak istememektedir. Yatacağı 8 sene daha vardır Balaban’ın ve Nâzım, İmralı’da geçirilen bir günün, iki gün sayılması kuralını düşünerek, genç dostunun bu ayrıcalık hakkını kullanmasını istemektedir. Bursa’da kalsa 8 sene yatacağı yerde, İmralı’da 4 senede özgür kalabilecektir Balaban. Bu bir mahkûm için geri çevrilmemesi gereken altın bir fırsattır.

Sonunda Bursa hapishanesinin 3030 numaralı mahkûmu, köylü ressam İbrahim Ali Balaban İmralı’ya gitme konusunda iknâ olur. İlk kez trene ve vapura binecektir genç köylü. Ama yapılan yolculukta, başka kimseye uygulanmayan bir şey yapılır Balaban’a; Nâzım’ın arkadaşı olduğu için çoktan siyasi olarak -komünist olarak- damgalanmıştır ve İmralı’ya kelepçeli olarak götürülen tek mahkûm o olur.

“Nâzım, bir çocuk gibi dudaklarını bükerek, yıldızlara kaldırdı başını ve gözleri yıldızların orada bir vakit avundu. Sonra… kucaklaşıp ayrıldıktan sonra, on beş kişiyle beraber demir kapıdan dışarıya çıktım. Bu kez demir kapının dışında anam karşıladı beni. “Oğlum” deyip kucakladı. “Gidiyorsun” dedi, “ne zaman göreceğim bir daha seni?”

-         Yakında gelirim ana.

-         Kaç ay, kaç yıl?

-         İmralı’da ceza tez tükenirmiş.

-         İnşallah!

Bu kez de jandarmalar girdi aramıza. Anamı iteleyip, bileklerime kelepçe taktılar. İmralı’ya giden maphusların elleri kolları özgürce sallanırken, benimkilerin kelepçeli olmasına anam kaygıyla baktı.

-         Neden senin ellerin kelepçeli?

-         (Ben “Nâzım Hikmet’in öğrencisiyim de ondan!” diyemedim. “Kelepçenin hatırı kırılmasın, benimle birlikte İmralı’ya gitsin” dedim)

-         Ana olmak ne zormuş meğer!

-         Adam olmak da zor!

-         Zor…

-         Allahaısmarladık, hoşçakal ana!

-         Güle güle oğlum, yolun açık olsun!” (İbrahim Balaban, “Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl”, Berfin Yayınları, Haziran 2003, Birinci Baskı, İstanbul, ss. 55-56)

Herkese uygulanan kelepçe serbestisi “komünist” damgası yiyen Balaban’a uygulanmamıştır!

Lombrozo, gen derken, hazır genlerden söz açılmışken, Balaban’ın Nâzım’la ilişkisine dair bir hikâye düştü aklımıza. Genlerden mi söz ediyoruz, buyrun gen üzerine bir hikâye daha anlatalım o zaman.

-         Sendeki bu kabiliyet, soyundan gelen ve genlerinde var olan bir dürtü Balaban. Resim yapma aracı olacak olan kalemi kendin keşfetmişsin gibi …

-         Ne kadar da şaşmıştım! İlk günü hiçbir şey çizmedim onunla; yanlış bir şeyle başlamaktan korkuyordum sanki. O gün koynuma koyup uyudum onunla. Sabah uyandığımda, anamı gergefin başında nakış işlerken gördüm. Anamın işlediği çevre dallarından birini gözüme kestirip cesaretle çizdim: ‘Bir dal bir çiçek’. Ne iyi, ne güzel bir kalemdi bu! Nasıl çizersen öyle oluyordu; şaştım!… Dalın üstüne bir de kuş kondurunca anama gösterdim… Anam, ‘keşke kız olsaydın da nakış işleseydin’ diye yakındı.

-         Anan artık yakınmaz senin erkek oluşuna, çünkü ressamlık daha çok gereklidir nakkaşlıktan.

-         Bir gün karasabanla çift sürerken babam; ben dönüm başından, karşı yamaçtaki çift süren adamın resmini çizmiştim öküzleriyle… Çizdiğim bu resmi beğenip sordu babam: ‘Yanında olduğum halde benim resmimi çizmiyorsun da, neden taa karşı yamaçtaki çiftçinin resmini çiziyorsun?…’ ‘Bizim öküzler çok kocaman, benim defterime sığdıramıyorum onları…’ ‘Aferin’ dedi babam…

-         Bir aferin de benden! Perspektifli görüş bile çocukken başlıyor demek ki ressam olacak bir kişide… Sonra?

-         Babam, benim o cevabımı senden çok beğenmiş olacak ki: ‘Bizim öküzler, herkesinkinden daha kocamandır, doğru!’ deyip övündü: ‘Ya benim resmimi neden yapmıyorsun?’ Bu soruya da çocukça bir cevap: ‘Sen de kocamansın, babamsın…’ Bu cevaplar Hasan Çavuş’un o kadar hoşuna gitmiş olacak ki, cebindeki ‘Serkisof’ saatini çıkarıp hediye etti bana. Oysa ben, saatin üzerindeki rakamları bile tanıyamıyordum. Ama öylesine sevinmiştim ki, bu armağandan ötürü, günün birinde bizim öküzleri ufaltıp sığdıracaktım defterime.

Ustam Nâzım Hikmet, benim bu anıma hiçbir şey söylemeden kalktı, divanın altından küçük bir sandık çekip açtı ağzını:

-         İşte bunun içi boyayla fırça dolu, al bakalım hepsi de senin!… Haydi ne duruyorsun? Ben de bir bakıma babanım senin, çekinme… Şu resmimi yapan sen, öyle bir yaşam içinden gelen bir delikanlı, çok büyük sanat eserleri vaat ediyor bana. (İbrahim Balaban, “Nâzım Hikmet ve Biz”, Milliyet Yayınları, 1998, s. 33)

(Meraklısına Not: Nâzım Hikmet, İbrahim Ali Balaban’dan 19 yaş büyüktür. Nâzım 1902, Balaban 1921 doğumludur.)

Balaban İmralı’da

“Koca bir su! Deniz! Amma da su haaa! Hem de mavi, dalga dalga. Hem de derin, kuyu gibi! Suyun içinde bir avuç toprak! Denizin içinde bir avuç toprak! Denizin içinde bir dağ! Dağ değil ada! İmralı adası örs biçiminde. İmralı adasını asrî cezaevi yapmışlar. Denize güvendikleri için kilit asmamışlar.”

Balaban, İmralı’yı işte böyle anlatır kitabında, sonra da birinci ağızdan sayfalarca İmralı’yı, İmralı’da yaşadığı şaşkınlıkları sıralar bütün samimiyetiyle. O şaşkınlığını anlattıkça, biz daha çok şaşırırız.

Mudanya’dan İstanbul’a doğru yol alan vapurun ambarında gider mahkûmlar İmralı Adası’na. Sonra kayığa bindirirler hepsini, kayıktan da İmralı mahkûmlar kolonisinin toprağına indirirler. Adanın toprağına ayak basar basmaz nefesleri kesilir gibi olur mahkûmların … Cennete mi geldiler, her yerde sırım gibi sebzeler, her yerde saçak saçak meyveler…

“Armutlara bak, armutlara! Dalları yere değmiş, neredeyse kırılacak dallar. Birkaç tane koparayım da yükü hafiflesin. Armudun dibine varan, bir tane koparıp ısırdığı sırada… Bekçinin sesi: Ulaaaannn ayı oğlu potuk! Olsun da öyle ye!” (…) Bağlara bak bağlara! Bağlardaki asmalar sıra sıra! Asmalarda üzümler salkım salkım! Hadi git de bir salkım üzüm kopar… Yok canım, bu üzümler daha olmamış. Baksana karşıdan belli, hepsi ekşidir bunların! (Bekçi nasıl bir korku verdiyse artık!)

Mapusları uslandırmak için karanlıktan çıkarıp aydınlığa koymuşlar. İşte su, işte güneş, işte toprak, işte hava diye, dünyanın en güzel denizinin ortasında İmralı adasını asrî cezaevi yapmışlar. Burada bin mahkûm çalışmaktadır.Kilitsiz ve kelepçesiz. Jandarmalar karakolda silahlıdır. Gardiyanlar atların üstünde, elleri kamçılı, ağızları düdüklüdür (…) Mahkûmları mahkûmlar çalıştırır (…) Çift sürenler, ekin biçenler güneşin altında cayır cuyur… Burçak yolarken çakırga dikeni adamın eline batar. Soğan dikenler dizi dizi. Dağlardan bellere yol yapan ekip hamarat. Balıkçı ekibi, göbek atan dalgaların üstünde çekiyor ağları…”

Sonra da bizi hayret içinde bırakan bir tümce yazar notlarının arasına Balaban: “İmralı Adası, yukarıdan bakılınca bir cennet, içine girilince bir cehennemdi.”

 Peki acaba neden böyle diyordu Balaban? Bu karşı çıkışın altında ne vardı?

“Bağlarda üzümler salkım salkım, ağaçlarda armut, elma, şeftali ve kiraz birer dünya nimeti, sanki (burası) bir cennet iken, bu ballı yemişleri eken, biçen, yetiştiren insanlar cehennemlikti, yani mapustular (…) Tarlalarda buğday ekilip biçiliyor, soğan dikilip sökülüyor, zeytinler toplanıp tuzlanıyordu. Motorlar dolusu uskumru balığı çiroz yapılmak üzere dizim dizim asılıyordu güneşe. Trikotaj dokuma atölyelerinde top top kumaşlar dokunuyordu. (Ve) bunları üreten mahkûmların enselerinde boza pişirilerek, cezalarının “üçte biri” bağışlanıyordu. Üretilen bu mahsüller, İstanbul ve İzmir pazarlarında satılıyordu.” (age., s. 59)

Balaban’ın kafasında henüz tam olarak bilmediği ama çok çok sevdiği “Şair Baba”sını “komünist” diyerek, türlü saçma iftirayla hayatını karartanlara karşı, komünizmin bir vatan hainliği, bir küfür olmadığını anlatmak isteği vardı belli ki. Oysa ki -kendisinin de kitabında söylediği gibi- “Nâzım Hikmet, bana komünizm düzeni hakkında en ufak bir söz bile söylememişti. Öyleyse benim zorum neydi komünist olmakla?” (age., s. 68)

Sonra da İmralı’da yapılanlara karşı, kimsenin kimseyi sömürmemesini isteyen, basit ama insancıl bir sesle, tam olarak bir komünist olmadığı halde muhalif olmasının nedenlerini anlatmaya başlar:

“İmralı’daki mapuslara ve samimi olduğum arkadaşlara, kendimi örnek komünist tipi olarak göstermek durumundaydım (…) Vurguncuların, sömürgenlerin uydurduğu iftiralarla komünizmi karalamak (ve mazlum halkı) bu mantıksız safsatalara inandırmaya uğraştıklarını anlatıyordum (…) Sırası geldikçe ben komünist olduğumu söylediğim halde, hiçbir kimse bana: “Komünistlik ne demektir?” diye sormuyordu. Neden?... Çünkü onlar kendi duyumlarına ve yorumlarına göre komünizmi kötü bir sosyal çarpıklık olarak algılıyorlardı. Örneğin komünistleri; “Rus casusu”, “Dinsiz”, Vatan haini”, “Kadınları ortak kullanan”, “Tarlaların sınırlarını kaldırmak isteyen” kişiler sanıyorlardı.

Bildiklerini sandıklarının, yanlış ve karalama olduğunu göstermek için ben; onların karşısına iyi ve örnek bir insan olarak, ayrıca yaptığım becerilerle (yaptığım resimler, çaldığım enstüruman, okuduğum kitaplarla) işte böyle, iyi ve kültürlü bir insan kimliğiyle çıkarak, komünizmi kitaplardan ve dergilerden öğrendiğim kadarıyla; “sınırların kalkması”, üretim araçlarının ortak mülkiyetine, ulusal gelirin gereksinime göre bölüşülmesine dayalı toplumsal düzen”, “kimsenin kimseyi sömürmemesi”, “herkesin birlikte çalışıp birlikte üretmesi” olarak anlatıyordum.” (age., ss. 68-69)

Mazlumların neyin karşılığı olursa olsun, bir bedel karşılığı eziyet çekmesini, emeklerinin çalınmasını anlamıyordu Balaban; bunu kabul edemiyordu belki de… Ancak onu rahatsız eden başka bir sorunu daha vardır genç ressamın: Adada yapması istenen işlerden ötürü resim çizecek vaktinin kalmaması! Bu durum onu hepten çileden çıkarmaktadır.

Bir gün, ona daha sonraları resim yapma konusunda çok yardımı dokunacak olan ve kendisini Bursa hapishanesinden tanıyan Bursa Savcısı İzzet Akçal’ın yanında patlar Balaban.

-         Hani bu ada cennet gibiydi? Hadi be sende! Soğan sökerken kıncıkıcılar, labadalar, ciciler suratıma bakmaz oldu. Çakırganın anasını avradını!.. Ulan ben bu adaya soğan sökmeye mi geldim! Ne zaman resim çalışacağım? (…) Çalışmıyorum işte, çalışmıyorum ulan!

-          Ne, ne, ne?

-         Resim yapmak istiyorum!

-         Burası iş esası üstüne kurulmuştur. Her mahkûm mutlaka bir işte çalışacaktır.

-         Çalışmıyorum, sür beni (buradan o zaman) !

-         Ne, ne, ne?

Atını mahmuzlayıp basıp gider Savcı… Balaban söylendiğiyle kalır uzun çınlamalar içinde. Günler böyle böyle geçerken…

“Dün soğan topladık. Bugün çapa, yarın bel işi var, yani kirizma. Dayanılır gibi değil, resim yapmadan nasıl dayanırım?”

Böyle bir mutsuzlukla geçer mi günler yahu!

Balaban dayanır cezaevi müdürünün kapısına. Dinletemez derdini… Ne olur peki? Üç gün de olsa “kapalıya” tıkarlar onu. Sonra bir daha, sonra bir daha, sonu gelmeyen isyanlar derken…

-         Çık dışarıya!

-         Çıktım.

-         Yürü müdürün odasına!

-         Yürüdüm… Beni istemişsin?

-         Uslandın mı?

-         Suçum ne ki?

-         Çalışmamak!

-         Soğan sökmeyi bin kişi yaparken, resim çizmeyi bir kişi yapar!

-         Ne, ne, ne? (Belli ki uslanmamışsın!)

-         Ben soğan sökmesem de resim yapsam, ada denize mi batar?

-         Suuus!.. Edebiyat yapma!.. Osman Efendi götür bu haylazı soğan tarlasına!

-         Soğan işi bitti efendim!

-         Burçak tarlasına götür o zaman!

-         Başüstüne efendim!

Ahhh çekmekten, ah sözü ağzında eskir Balaban’ın… Küfrün bir tutamı bir kuruş!

Bir gün kantinden bir defter, bir de kalem alır mutsuz mahkûm. Bütün gün soğan söküp, burçak yolmaktan kimsenin yüzüne bakıp resim çizemeyen Balaban, ancak herkes uykuya düneğe çekildiğinde arkadaşlarının portrelerini çizebilmektedir. Az uyuyormuş, olsun varsın, resim çiziyor ya! Şöyle anlatır o gece ressamlığını inatçı köylü, çektiği tarifsiz acıyı, sımsıcak sözlerle anlatır:

“Sapsarı uzanmışlar gaz lambasının altına. Gözleri karanlıkta gözükmüyor bunların. Resme önce gözlerden başlanır ama olsun, bu kez burundan başlayalım. Çizdikçe, kundaklanmış bebekler gibi dizildiler defterime, yorganların altında sarı sarı kelleler… İmralı’da gündüzleri tutsak, geceleri özgürdür. Bir kez olsun resim çizmenin mutluluğuyla kapıdan çıkıp, gecenin içinde soğan ve burçak tarlalarına doğru yürüdüm. Kaybettiğimi arar gibi, köyde bıraktığım yerleri arar gibiydim.” (s. 62)

Bu hikâyeyi anlatırken aklımıza arşivimizdeki bir gazete kesiğini düştü. Ahhh, aklımıza düştüğü an, yüzümüzü yağmur bulutlarının sardığı bu gazete kesiğini arşivlemiş olmasaydık ama… ahhh, biliyoruz işte! Bilmediğimiz, bu körlüğün, bu sanata ve sanatçıya reva görülen barbarlığın ne zaman biteceği?

“Çağdaş Türk resminin ünlü sanatçısı Balaban’ın Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’le birlikte yatarken yaptığı iki tablo, İmralı ve Gökçeada cezaevlerinin ambarında bulundu. Cezaevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun, tabloların kurulacak cezaevi müzesinde sergileneceğini söyledi (…) Ertosun'un Hürriyet’e verdiği bilgiye göre İmralı ve Gökçeada cezaevlerinin kapatılmalarının ardından ambarlardaki sayım sonrasında ünlü ressam İbrahim Balaban’a ait iki tablo bulundu. Balaban'ın Nâzım Hikmet’le birlikte tutuklu olduğu Bursa Cezaevi’nde yaptığı iki tablodan ilki ‘‘Çapa Yapan Hükümlüler’’ adını taşıyor. Tablonun yapılış tarihi 1946. Balaban’ın ikinci tablosu ise 1945 tarihli ve ‘‘Öküzlerle Çift Süren Hükümlüler’’ adını taşıyor.” (Hürriyet gazetesi, 23 Şubat 2003, Pazar)