Dada anlayışı kendini ilan etti, bir de uygun bir isim buldu ya, şimdi sıra eylemlere gelmiştir. Ne yapmalı ki bu yen...

Dada anlayışı kendini ilan etti, bir de uygun bir isim buldu ya, şimdi sıra eylemlere gelmiştir. Ne yapmalı ki bu yeni ses çok uzaklardan da duyulsun? Tabi ki acilen bir dergi çıkarılmalıdır. İşte Litterature bu anlayışla doğar… ( Bu dergi sanat tarihinin en ünlü dergilerinden biri olarak kabul edilir) Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupauld, Paul Eluard gibi ünlü kalemleri ilk kez bu dergide okuruz. 1919’dan 1924’e kadar varlığını sürdüren Litterature, umulandan çok daha fazla ses getirir.(Belki küçük çaplı da olsa, 1917 ve 1918’de yayınlanan DADA 1, DADA 2 isimli dergilerin / kitapçıkların da bu etkide az da olsa katkısı vardır. ) Dadayı dada yapan polemik üzerine biraz daha durmakta fayda var. ‘Sanatıyla sanata karşı olan duruş’ için şimdi de kulağımızı incelemeci Adil Bilhan Altay’a uzatıyoruz: “…Dada, sanata karşı doğanın yanındadır. Dadaya göre doğada anlam yoktur, öyleyse sanatta da anlam olmamalıdır. Ancak bu nokta biraz karışık. Dadacılar, sanata karşı oluşlarını, geleneksel burjuva sanatına karşı olmak ve sadece yozlaşmış bir toplumla alay edip, onları aşağılamak olarak görülmesi gerektiğini söyleseler de; şans eseri ve bilinçsizce yapılanın sanat etkinliği olduğu anlaşılınca, planlı davranış bütününü aradıklarını biliyoruz.” (Bu da onların birçoğunun ‘sürrealizm ya da fütürizme’ götürecektir.) Dadaistler gerçekten sanata karşılar mıydı? Ya da sanat konusunda neden bu kadar gaddarca eleştiriler yapmışlardı? Dadaist: ‘yüksek ve güzel’ olduğu düşünülen sanatı üreten ve ona hayran olan toplumla, Birinci Dünya Savaşı’na sebep olan toplumun aynı olduğunu söylüyor; bu sanata hayran olmayı, düpedüz ve katışıksız ikiyüzlü olmakla aynı anlama geldiğini bildiriyordu. Yani dadaist, ‘sanatı’ dolaylı yollarla da olsa suçlu sayıyordu. Daha da kötüsü eğer Alman erkekleri, Fransızları ve Rusları süngüleriyle şişlemeye, sırt çantalarında Goethe’nin kitabıyla gidiyorlarsa, bunu, sanat insanlığı aptal yerine koyduğu, insanların dünyaya olduğundan daha güzel bir yer olarak görmelerine sebep olduğu için yapıyorlardı. İşte dadaistleri en çok kızdıran da buydu aslında. Dada yerleşik sosyal estetiğe bu yüzden acımasızca saldırmıştı. Dada için anlamın ve güzelliğin bozguna uğratılması, insanlığı toplu cinayete sürükleme kapasitesi olan bir sosyal ritim bozukluğundan kaynaklanmaktaydı. Dada hemen hemen her şeyi reddediyordu. Ancak yeni ve güçlü iletişim yolları da bulunmalıydı. Bunu şiirde denemiş; ‘anlamsızlığa düşmeyi başarmış’ ancak, toplum onu saçmalamakla suçlamıştı. (Bu şiire fonetik şiir, kimyasal şiir ya da optik şiir adını takmışlardı.) İşte en ünlü dadaistlerden Andre Breton’un en ünlü dada şiirlerinden birinden bir bölüm: Orman ateşi saçlı karım / Isı şimşeği düşünceli / Kaplan ağzında su samuru bel’li karım / En iri yıldızlar demeti ağızlı kokart ağızlı karım / Ak toprak üzerinde ak sıçan izi dişli karım / Amber dilli perdahlanmış cam dilli / Kesilmiş kurban dilli karım / Gözlerini açıp kapayan bebek dilli / İnanılmaz taş dilli karım…” Şiir aşağı yukarı 150 dize kadar sürüyor ve hep aynı, bu şekilde sürüyor. Şiirden başka resimde kolaj, fotomontaj yöntemi de son derece aykırı ve saldırgandı. Aslında bu yeni bir sanat değil, var olanı aşağılayan yeni bir eylem biçimiydi. Marcel Duchamp’ın ünlü ‘Pisuvar Fountain’ i başka nasıl açıklanır ki? Durun biraz, yeri gelmişken, şu ünlü pisuvardan biraz söz edelim. Duchamp, ‘Readymades’ (Buluntu Objeler) adıyla bir sergi açar, NewYork’ta... Önce Fountain (bildiğimiz pisuvar) sanat tüketicisi tarafından küçümsenir. Ama neden sonra bu ‘dünyanın en ünlü pisuvarı’ ironik olarak aziz ilan edilir ve modern sanatın dönüm noktası kabul edilir. (!) (Acayip olsa da sizinle bu sinir bozucu ‘aziz pisuvarın’ neden bu kadar ünlü olduğuna dair kendimce geliştirdiğim bir görüşü paylaşacağım. “Aynaya baktığınızda kendinizi görürsünüz / Akan siz misiniz, zaman mı? / Çünkü siz değişmektesiniz her saniye, her zaman…” diyen dadaist, insan kafasına benzeyen pisuvarın ağız yerine denk gelen tahliyesini (akıp gitmek imgesi) olarak yorumlamış olabilir. Yani çiş (yani zamanda akan hayat) yani çişten hayatlar vesaire… ya da böyle bi’şey. Bu kadar da olmaz demeyin, onlar dadaist.) Devam edelim. Dada, yeniliğe ve başkaldırıya esin kaynağı olmasıyla bir özgürleştirme hareketi sayılsa da; uzlaşmaz tutumu ve geri dönmez tutkularıyla biraz da kendi sonunu hazırladı diyebiliriz. Sanat akımlarının pat diye ortaya çıkmadığını bilen bizler, dadanın ortaya çıkışını biraz konuştuktan sonra, yavaş yavaş ikinci bölüm hazırlıklarına geçebiliriz. Ancak ‘Dada Eylemde’ başlığıyla yazmayı planladığım ikinci bölüme geçmeden önce, önemli olduğuna inandığım son birkaç notu da aktarıp birinci bölümü toplayalım. Öncü dadaist Hans Arp; “ Sosyal Estetikten Zamanla Daha Fazla Uzaklaştım” adlı yazısında diyordu ki; “… biz, dadanın büyük davulunu bütün nefesimizle üflüyoruz. (!) Dada için felsefe, kullanılmış eski bir diş fırçasından daha değerli değildir. Dada, felsefe zırvalıklarını dünyanın liderlerine bırakır. Dada, erdemin resmi sözlüğünün iğrenç entrikalarını ve burjuva kurumlarının savaş çığırtkanlıklarını kınar. Dada, saçma olan için vardır, ki bu saçmalık, anlamsızlık anlamına gelmez. Dada doğa gibi saçma ve akla aykırıdır. Böylece anlaşılmalıdır ki dada; doğadan yana ve sanatın karşısındadır…” Kafalar iyice bulanmadan bir genel değerlendirme yapıp bu ortamdan çıkalım. Dada hareketi, kesinlikle doğduğu zamanın özel koşulları göz önüne alınarak incelenmelidir. Söz edilen zamanlarsa büyük toplumsal bunalımların olduğu zamanlardır. Ama her ne olursa olsun, 19. yüzyılın modernist anlayışı olan dada, savaş arifelerinin karamsar çaresizliğini merkez alsa da, sadece dönemini değil, ardı sıra gelen tüm anlayışları da etkilemiştir. Saçmadır ama anlamsız değildir. Örneğin Tristan Tzara’nın 1921’de sahnelediği ‘Gazdan Yürek’ adlı yapıtı, her şeyi alaya alan, kontrolsüz mantık akışıyla yazılmış, tamamen görselliğe dayanan bir oyundu. Kartondan giysilerle yapılmış boyun, göz, kulak, ağız ve kas, sırayla sahneye gelip, üç perde boyunca hiçbir anlamı olmayan şarkılar söylüyorlardı. Örneğin göz, tek düze bir sesle ‘heykeller, mücevherler, kızartmalar’ sözlerini üst üste yineliyor, ardından ‘sigara, sivilce, burun’ nakaratına giriyordu. Böylece de akılcılık, aydınlanma ve düşünsellik gibi kavramlar öncü akımlar tarafından sorgulanıyor ve alaya alınarak reddedilmiş oluyordu. Dadaizmin diğer edebiyat anlayışlarından en önemli farkı, diğer akımların oluşması için sosyal bir tarihe ihtiyaç duyulmazken, dada için bunun şart olduğudur. Buradan anlamamız gereken şey, dada anlayışının, sanat tarihinden çok politik toplumbilim tarihinin konusu olması gerektiğidir bence. Gerçi ‘Dada Eylemde’ bölümünde bu konuyla ilgili birçok küçük hikâye anlatacağım ama yeri gelmişken birini hemen aktaralım. Dada sanatçıları bir sergi açar. Eserlerini sergileyen sanatçılar serginin sonunda, sergiledikleri bütün eserlerini sergi salonunun önünde, üst üste koyarak tümünü ateşe verirler. Amaç çok barizdir; mantıksal düzene alternatif yaratmak ve mantık dışı bir düzen oluşturmak yoluyla yeni bir gerçeğe ulaşmak. Yani… dadaizm öldü, yaşasın dadaizm! DADA EYLEMLERİ Ocak 1920’de Tristan Tzara, bavullarında‘davullar ve trampetlerle’ Paris’e geldi” der Soupault bir yazısında. Amaç, İsviçreli, Macar, Alman ve diğer Avrupalı dadaistleri Paris’te bir araya getirmektir. Çok geçmez, Paris Törenler Sarayı salonunda dadayı tanıtmak amaçlı bir şiir gecesi düzenlenir. İşte ‘dadanın kuyruğu’da o gece kopar. Bir edebiyat anlayışı olarak incelemeye çalıştığımız Dada akımının ikinci bölümü olan “Dada Eylemleri” yazısını size iki kademeli bir anlatım yöntemiyle sunacağım. Birinci bölümde en ünlü dadaist eylemlerini alt alta yazdıktan sonra, ikinci bölümde üç en ünlü “toplumun intihar ettirdiği” dadacının yaşamlarından ve sanatlarından örnekler vereceğim. 23 Ocak 1920. Paris, Törenler Sarayı. André Breton ve Louis Aragon’un çevresinde toplanan Littérature grubu, bir şiir gecesi için bir aradadır. Her şey çok normal başlar. Tzara, Léon Daudet’nin bir söylevini okurken, aniden zil ve kulak tırmalayıcı kaynana zırıltıları duyulmaya başlar. “Azgın” dadaist Picabia sahneye, altında L.H.O.O.Q. (Götü sıcak) harflerinin görüldüğü bir tablo çıkarır. Bu tablo Mona Lisa’nın yüzünün, bıyık çizilerek Marcel Duchamp’a dönüştürülmüş halidir. Anam anam, çıt yok davetlilerde. Depremi andıran bir sessiz sarsıntı… Hemen ardından ıslıklar, bağırmalar, çağırmalar, tehditler, hakaretler… Salon birbirine girer. Duchamp’ın yeni Mona Lisa’sı, “götü sıcak” adıyla tam bir panik ve infiale yol açmıştır. Herkes bir ağızdan birbirlerine sövmekteyken, dadaistlerin gözünde muazzam bir ışık parlamaktadır; Dada başarmıştır, dada panik yaratmıştır. Daha önceki günlerde sahneye şiir okumaya çıkan Tzara’nın rastgele eline geçirdiği bir gazetedeki sıradan haberleri saçma sapan bir şiir vurgusuyla okumasında oluşan kaynaşma, “götü sıcak Mona Lisa kılığındaki Marcel Duchamp” tablosunun sahnede görüldüğü an tavan yapmıştır. Ortalık birbirine girmişken dadaistler bağırarak açık saçık şarkılar söylemektedir. O karmaşada “Kahrolsun burjuva sanatı! Zafer, zafer!” sesleri duyulmaktadır. 15 gün sonrası… 5 Şubat 1920. Bu kez Büyük Saray’daki Bağımsızlar Sergisi’ndedir dadacılar. Tzara, kendilerine kuşkuyla bakan kalabalığı etkileyip, seyirci toplamak için, dada topluluğuna, dönemin en önemli isimlerinden biri olan Charlie Chaplin (Şarlo)’in katıldığını duyurur. Her ne kadar kuşkuyla bakılsa da, bu ünlü ismin dadacılara gerçekten katılıp katılmadığını görmek için hayli dinleyici toplanır yine. Neyse, dadacılar, havai fişekler ve kahve makinelerinin sinir bozucu tıkırtıları eşliğinde bir şeyler okur, bir şeyler söylerler. Ama ne okunanların ne de söylenenlerin düzenli ya da sistemli bir bütünlüğü yoktur. Her şey saçma sapandır. Çığlıklar, patlamalar, deli deli bağırmalar sürerken aniden salonun ışıkları söner. İzleyiciler, Charlie Chaplin’in dadacılara katıldığı palavrasına tepki vermeye başladığındaysa, mikrofon son sesine kadar açılıp; “Yaptıklarımızı anlamıyorsunuz değil mi? Zaten biz de henüz yaptıklarımızdan pek bir şey anlamıyoruz” sesi duyulur. Ve üstüne sağır edici bir mekanik ses. Ses dadacılar tarafından bağıra bağıra tekrarlanırken, salonda muazzam bir protesto ve ıslıklama başlar. Dadacılar sıvışıp toz olurlar. Bir kez daha başarmışlardır: “Panik uyarıcıdır.” Bu kez Oeuvre Tiyatrosu’ndayız. Mart 1920. Azgın dadacılardan André Breton boynunda Picabia’nın sözlerinin yazılı olduğu bir eylem yapmaktadır: “Bir şey sevmeniz için, onu uzun süre okumuş ya da duymuş olmanız gerekir aptallar!” Ötede dada eylemcisi Dessaignes, kendisine atılan domateslerin kafasına çarpmasını sağlamak için şapkasını çıkarmış; kafasını domateslere doğru uzatıp şarkı söylemektedir. Mayıs 1920’de Gaveau Salonu’nu dolduran dadacılar toplanan kalabalığa şöyle bir bildiride bulunurlar: “Biz dadacı diye bildiğiniz öncüler, az sonra sahnede kafalarımızı kazıtacağız.” Bu beklenmedik duyuru, zaten şaşkın ve sinirlenmiş toplulukta alay edilme duygusuna bağlı bir öfkeye neden olur. Silindir şapkalı kışkırtıcı dadacılar anında yumurta ve sebze yağmuruna tutulurlar. Soupault atılan iri bir domuz butuyla yaralanır; sahneye bornozla çıkan Soupault, ağzı gözü kanarken elinde bulunan isim verdiği balonlarla konuşmaktadır hala. Balonlara ünlü politika ve sanat adamlarının adıyla seslenmektedir: “Clemenceau, Millerand, Cacteau…” Ötede elinde kocaman kasap bıçağı olan Eluard, Ribemont-Dessaignes’in söylediği, kafadan uydurma bir opera şarkısı eşliğinde can çekişmeyi oynamaktadır. Alman üniformasıyla ortalıkta gezen diğer dadaist Benjamin Péret, hiç durmadan “Yaşasın Fransa ve yaşasın kızarmış patatesler” diye bağırmaktadır. Aragon’un üstündeyse bir mareşal üniforması vardır ve savaş üstüne bir söylev çekmektedir. Tzara ve geri kalanlarsa “Vazelin’in senfonisi” adını verdikleri bir aryayı (!) hep bir ağızdan söylemektedirler. Bu bedava ve yoldan çıkarıcı eylemler aylar boyunca devam eder; dergiler kitaplar ve el ilanları arttıkça artar. Tüm protesto ve skandallara rağmen konferans ve gösteriler iki yıl kadar sürer Paris’te. Bu arada dadacı yayınlar bütün vitrinleri işgal eder. Aragon Littérature’de çıkan “Sistem Do” yazısıyla etkinliği anlatmayı ve örgütlemeyi sürdürür.Sistem Do (Bir anlamı yok bunun) özgürlük sağlar size. Her şeyi kırıp dökme özgürlüğü. Kızdığınız her şeyin efendisi olun; kırın ve parçalayın. Yasalar yaptılar, estetik kuralları sürdüler önümüze ve bunlar pek ince şeylerdir dediler. Nerede ince şey bulursanız kırıp dökün. Gücünüzü gösterin dostlar. Bir an gelecek bir şey size direnecek. Kıramadığınız o şey sizi kırıp efendiniz olacak…” Şu Aragon neymiş ilk zamanlarında değil mi? Hele şu sava bakar mısınız: “Kırılgan olan kırılır.” Ne demek şimdi bu? Şu demek ki; Dada tam bir budalalıktan yanadır. Ama bu budalalık öylesine hızla örgütlenip, karamsar savaş toplumunu öyle derinden etkilemişti ki burjuva basını tüm gazetelerinde dadacıları birer şeytan elçisi, birer zebani olarak nitelemişlerdir. Comoedia Gazetesi’nde “Dadacılar aileyi, dini, vatanı aşağılamaya devam ettikleri taktirde silahların konuşacağı” yazılır. Bir başka gazeteci, “çarkları çılgınca dönen bu dada isimli saçma makinenin tek amacı yüce Fransa sanatının berraklığını bulandırmaktır” diye yazar. Bu arada Eluard “Atasözü (Proverbe)” adlı dadaist dergiyi yayınlamaya başlar (1921). 1921 Şubatındaysa Dada dergisi ‘Dada’ sözcüğünü açıklayabilene 50 Frank ödül vereceğini yazar ve dadanın benimsediği “saf aptallık”ı benimsemeyen herkese karşı başkaldırma eylemine girdiklerini ilan eder. Yazı dünyasında da tuhaf seslenişleri olan dadacılar, aktif eylemden uzak duramazlar yine de. Max Ernst’in Montaigne Galerisi’ndeki kolaj sergisi açıldığında, dadacılar, afişlerin ve panoların arkasında saklanıp, sergi açılışının yapılacağı sıra aniden gürültü düdükleriyle ortaya çıkıp, ‘sergiye gelenlere küfür etme’ eylemleri yapmışlardı örneğin... 23 Mayıs 1921, dada tarihi için son derece ilginç bir olaya tanıklık eder. Bu tarihte dadacılar, afişler aracılığıyla bir devrimci mahkeme kurduklarını duyururlar. Bu mahkeme “Özgür Adam” kitabını yazdıktan sonra, son derece tutucu bir tavır alan (burjuva değerlerine doğru eğilim gösteren) Maurice Barrés’i yargılayacaktır. Bu fikir Aragon’un fikridir. Bréton da destekler Aragon’u. Ancak dada liderlerinden Tzara buna karşı çıkar. Tzara’ya göre bu yargılama eylemi bilinçli ve anlamlı bir eylemdir. Bir dada eylemi de anlam kazanırsa dadanın öleceğini iddia eder. (Neyse bu tartışmayı merak eden üstüne gitsin diyelim ve biz mahkemeye bir göz atalım.) MAHKEME: Barrés’i temsil eden bir manken getirilir ortaya. Tüm dadaist şairler toplanıp,yerlerini alırlar.Tzara şakalar yapıp, şarkı söyleyerek “dada içinde bir dada eyleminin” peşindedir. Bir süre sonra dayanamaz ve mahkeme başkanı Breton’a dönerek : “Sayın başkan, takdir edeceğiniz gibi hepimiz birer pisliğiz. Dolayısıyla küçük farklılıkların, büyük ya da küçük pislikler olmamızın hiçbir önemi yoktur.”…Breton’un yanıtı ipleri koparır: “Tanık gerçek bir budala olarak mı tanınmak istiyor yoksa tutuklanmak mı istiyor?”…Kopuş işte tam da bu noktada başlıyor… Kaçıranlar için biraz toplamayı deneyelim… 1921 de, “zihnin güvenliğine saldırıyla suçlanan” Maurice Barrés’in gülünç davası dadayı böler. Bu dava fikrini ortaya atan Aragon ve Breton işi gereğinden fazla ciddiye alırlar ama Tzara bu ciddiyeti dadaya ihanet olarak yorumlar. Bunun üstüne Breton kulis çalışmaları yaparak, Tzara’ya hakaret etme yollarını arar ve her fırsatta bunu yapar. Dada tam ortasından yırtılan bir kağıt gibi iki cepheye ayrılır ve çok geçmeden de (3 yıl sonra) dağılmaya başlar. Bu dağılmayı bireysel dada anlayışı sürer gibi düşünmeliyiz. Dağılan, grup eylemleridir sadece. Çünkü dada 1930’ların ikinci diliminde bir kez daha kuvvetli bir atak yapacak; ardından 1968 kuşağının dejenere edilmesinde bir burjuva silahı olarak yeniden kullanılacaktır. (Katmandu kutsiyeti, “ don’t make war, make love” aldatmacası, gençliğin apolitize edilme çabaları vesaire) Yani dadadan kurtuluş yok. (DEVAM EDECEK)