Evet “nerede kalmıştık”? Ege Telgraf benim yuvam. Fırtınalı günlerimin limanı. Birsen anne, Aylin, Aycan… Ama Can ağabeyim yok. Fakat biliyor ve inanıyorum, semadan memnun bakıyor. Onun huzurla uyu...

Evet “nerede kalmıştık”? Ege Telgraf benim yuvam. Fırtınalı günlerimin limanı. Birsen anne, Aylin, Aycan… Ama Can ağabeyim yok. Fakat biliyor ve inanıyorum, semadan memnun bakıyor. Onun huzurla uyuması, rahmetinin esirgenmemesidir duam. Fakat Can Süphandağlı’nın “bıraktığı” İzmir’le, Türkiye’yle bugün arasında öylesine derin farklılıklar var ki! Yazacağım… O’nun hastaneye gittiği akşamüzeri, gazetedeki koltuğunda otururken verdiğim sözleri “tutmaya” geldim. İzmir basınının “yeniden uyanması” yeniden öz birliktelik uğruna her türlü faaliyete gireceğim. Bu yolda yoldaşlarım olduğunu biliyorum. Gözünü Bizans’a dikmiş kim varsa uzak dursun, zira zaman içinde “doğduğu ve doyduğu” kenti aşağılayanları bir bir teşhir edeceğim. Uzun uzun yazıp sizi sıkmayacağım bu kez. Ama hedefim haftada üç gün yazmak. Artık sevgili Aylin kardeşim ne der bilemem. Lakin inanın İzmir’de, hele kurtuluşun 100. yılında o kadar çok maksatlı yanlış var ki… “Arka sıralardan” buraya gelmiş benim, bu duruma sessiz kalmamı da kimse bekleyemez. 1919-1922 ve 1922-1950 arasını ve tabii ki 1950’den bugüne yeniden “masaya yatırılması” gerekiyor. İzmir sermayesinin acınası durumunu sergilemek gerekiyor, Bizans’ta dikiş tutturamamış “entel dantel” takımının İzmir’e akın ettirilmesinin esbab-ı mucibesini yazmak gerekiyor, mültecilerin bu kadar savunulmasının, hem de sağcı solcu demeden savunulmasının gerçek nedenlerini araştırmak gerekiyor. Bugün 16 Mayıs. Özellikle bugünü istedim başlamak için. Çünkü “tarih” iyi niyetli insanların pusulasıdır. 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa hangi niyetle emperyalizme ve yerli ortaklarına savaş açtıysa, ben de İzmir merkezli “savaş” açacağım. Lakin silahım kalemim, mühimmatım yüreğimle, beynim. Gazi Paşa’nın Samsun’a hareketinden bir gün önce İzmir’in işgal edilmesini de yeniden masaya yatırma zorunluluğu var.  Açık söyleyeyim, 15 Mayıs’ın ve şehitlerinin bu yıl bir gün sonra “anılmasını” asla kabul edemem. Mazeretleri ve gerekçeleri peşinen çöpe attım ki kimse beni arayıp açıklama yapmasın. Ama tam da dediğim bu işte, 2022 yılı başladığından beri “garip ötesi” işler oluyor İzmir’de. Garip toplantılar, esrarengiz iş birlikleri, alakasız etkinlikler, saçma sapan öneriler derken bir de 15 Mayıs’ı 16 Mayıs’ta anma dayatması! Kaldı ki, 15 Mayıs’ın salt “Hasan Tahsin Receb” merkezli anılmasını da   yıllardır garipserim. Yunanistan’da her yıl 9 Eylül süreci İngiliz destekli “kıyım günü” olarak anılırken, bizim 15 Mayıs’taki canlarına kıyılan silahsız masumlarımızı unutmamız bana normal gelmiyor. İngiliz etkisinden kurtularak gerçeklerle yüzleşmemizin artık zamanı geldi geçiyor. Anlayacağınız benim cephemde değişen bir şey yok. Yazıp konuşuyorum ama “güç” bende değil. Ortalık “mış” gibi yapan ve sürekli “sen ben bizim oğlan” tarzı duruş sergileyen “oyuncularla” dolu. Oysa oyunu kuran biz olmalıydık 100. yılda. Biz 100. yılları tartışalım ya da görmezden gelip “mış gibi” yapalım ama dünya, yeniden “savaş tamtamlarını” dinlesin. Yaklaşan kıtlık ve susuzluk şu anda bizim “arka sıralarda” yankı bulmasa da zengin olanlar paralarıyla hayatta kalabileceklerini sansa da tarihteki kitlesel savaşların on yıllar öncesindeki tüm belirtilerini bugün gören görüyor. Dünyadaki eko sistem, doğal kaynaklar, ormanlar azaldıkça yok oldukça sıklaşan depremler bizim gibi ülkelerde sadece “takdir-i ilahi” olarak görülüyor ama, Allah’ın insan kullarını dünyaya yollarken, kafataslarının içine lütfettiği beyni iktidarlar pek dikkate almıyor. Ha bir de bir virüs gibi yayılan “kibir” sorunu var. Mezarlıklar “kendini vazgeçilmez sayanlarla” dolu olduğu halde, şan, şöhret, ün ve makam derdine kendini tarihteki “tanrı” ve “tanrıcıklar” gibi görenlerin sayısı artıyor. Bilmediği halde biliyormuş gibi yapan ve tabii ki her işi eline yüzüne bulaştırıp, kalp kıran zavallılar virüs misali “öldürücü” olabiliyor. Sözün özü, kaldığımız yerden devamla, yazacağımız konu çok. Öyle her yerde okuyacağınız şeyleri de yazmayacağımı bilirsiniz. Ayrımsız “herkesin” nam için “gazeteci” olabildiği memleketimde ben sadece tarihe kayıt düşürme amacındayım, şükür ki nama da üne de şana da ihtiyacım yok. Haftaya size deprem yazayım, Damlacık yazayım, Kemeraltı yazayım… Ha bir de son zamanlarda kendime sorduğum bir soru var, onu sorayım haftaya. Bir alamete bindik gidiyoruz da sizce nereye gidiyoruz? NOT: Fotoğraf, 15 Mayıs 1919’da işgalcilerce şehit edilen Miralay Süleyman Fethi Bey’in kanlı ve delik deşik üniformasıdır.