Cahit Sıtkı Tarancı’yı hepimiz daha çok bir şair olarak bildik. Şiirlerindeki yalnızlık duygusu ve hüzünden kimi zama...

Cahit Sıtkı Tarancı’yı hepimiz daha çok bir şair olarak bildik. Şiirlerindeki yalnızlık duygusu ve hüzünden kimi zaman yüreğimizin ucu yandı kavruldu, kimi zamansa onun münzevi haline kederlenip, onun pek az coşkulu şiirlerini bağıra bağıra okuduk sevdiklerimize. Oysa ki Cahit Sıtkı, şiirlerinin yanında, para kazanacak kadar iyi bir düzyazıcıdır aynı zamanda. Cumhuriyet gibi döneminin en etkili yayın organında öyküler yazacak kadar iyi bir düzyazıcı... Elbetteki dünya kadar şiirini ezbere biliriz Cahit Sıtkı’nın. Bazılarıysa, neredeyse konunun çoook uzağında olanlar tarafından bile bilinir. Örneğin: “Yaş otuz beş / Yolun yarısı eder / Dante gibi ortasındayız ömrün” dizelerini bilmeyen var mıdır ülkemizde? Ya da “Haydi Abbas, vakit tamam / Akşam diyordun işte oldu akşam / Kur bakalım çilingir soframızı / Dinsin artık bu kalp ağrısı” diye başlayan ‘Abbas’ şiirini? Şiirlerini ezbere biliriz de... Bu şiirlerin hikâyelerini çoğu zaman es geçeriz. Çoğumuz da bunu düşünmeyiz bile. Oysa ki bu hikâyeler, bize başka kapılar açan, kederlendiren ya da duygularımızı bileyen şiirler kadar değerlidir. Bugün birinci hikâyeyi, Abbas’ın hikâyesini anlatacağım sizlere. Sonraki yazıda da; ‘Abbas” şiirinde Cahit Sıtkı’nın yana döne “Var git / Böyle ferman etti Cahit / Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan / Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan” dediği, o ünlü “Beşiktaşlı” ilk sevgilinin hikâyesini... 30 Temmuz 1944 tarihinde, asıl adı Hüseyin Cahit olan Cahit Sıtkı Tarancı’nın yazdığı bir yazı yayımlanır Cumhuriyet gazetesinde. Edremit Ilıca, Sahil Muhafaza Taburu’nda, iki yıl süren askerliğini henüz bitirmiştir yazar. Bu yazı Türk şiirinde efsane olacak bir Cahit Sıtkı şiirinin özüdür aslında. Çocukken büyükannesinden dinlediği bir masaldan söz ederek başlar yazı. Ardından yazısına şöyle devam eder şair:Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza âşık olur; ve sevgilisini bulmak ümidiyle yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felâketler gelecektir, pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, tâkâtten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeğe uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkmayasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış? "Abbas!" demen kâfi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yarin hicranile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şâd eder. Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selâmete çıkacaksın.” Cahit Sıtkı, büyükannesinden dinlediği masalı hiç unutmamıştır. Belli ki çok etkilenmiştir dinlediği masaldan. Hepimiz çoğu şeyi unutsak bile, çocukluğumuzda duyduğumuz bazı şeyleri asla unutmayız. Ama ilginç olan hikâyenin devamı aslında. Devam edelim mi? Şair, 1941 yılında askere gider. Yedek subay olarak...Görev yeri Edremit-Ilıca, Sahil Muhafaza Taburu’dur. Bölük komutanı Cahit Sıtkı’ya, kendisine bir emir eri seçmesini ister. Emir eri? Henüz geldiği ve kimseleri tanımadığı bu yerde nasıl seçecek ki emir erini? Üstelik Diyarbakır’da bakır rengi bir gelenekçi tutumu da çok iyi bilen biriyken üstelik...O bakır rengi gelenek der ki; hiç bir asker emir eri olmak istemez aslında. O savaşıp, ülkesini kurtarmaya / korumaya asker olmuştur. Bu babayiğit delikanlılar askerde ne yaptın dediklerinde, “Komutanımın bulaşıklarını yıkadım” mı diyecek yani? Neresinden bakarsan bak, zor mesele... Devamını Cahit Sıtkı’dan dinleyelim: Bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeğe gönlüm razı olmadı. Bölük yazıcısından künye defterini istedim. Şu Anadolumuz ne zengin memleket yarabbi! Pötürgeli Hasanlar, Aksekili Ömerler, Akçaabadlı Hakkılar, Malatyalı Osmanlar, Erzincanlı Mehmedler, neler de neler! Kim bilir, bu Anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! Yaprakları çevirmeğe devam ederken, Abbas oğlu Abbas ismi gözüme ilişti. Durdum, bu sahifeye daha muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, Midyat’ın Cobin köyünden. Masaldaki Abbas aklıma geldi. İçimden: "Acaba?" dedim ve kendi kendime gülümsedim. Vakit öğleydi. Bölük talimden dönmüş olmalıydı. Nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra, Abbas oğlu Abbas’ı bana göndermesini tembih ettim.” Ardından yemeğe gider Cahit Sıtkı. Birilerine emir vermeye de alışık değil ki zahir. Aklında bir türlü kurtulamadığı yalnızlık duygusu, bir türlü doyamadığı için hep ölümden söz ederek aklından savmaya çalıştığı yaşamak arzusu... Diyarbakır’ın ünlü ailelerinden olan, Pirinççizadelerden zengin babasının oğlunu Vali yapmak isteği... Ama içinde hiç bitmeyen bir yazma arzusu... Çirkin olduğunu düşünmesi... Kafası karmakarışıktır. Aniden arkasında biri durur şairin...Emrine geldim komtanım! Hayran hayran bakmaktan kendimi alamadım. Fidan gibi bir boy, yağız bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge, katıksız, siyah, merd gözler. - Adın ne oğlum? dedim. - Abbas oğlu Abbas, komtanım! - Memleket neresi? - Vilâyet Mardin, kaza Midyat, köy Cobin. Çakı gibi asker, vallahi künyesini bir çırpıda söyleyiveriyor. Yalnız Türkçesinin kıt olduğu ne kadar belli. Ziyanı yok. onun bu halinde de bir şirinlik var. Tekrar soruyorum: - Sen kaç aylık Abbas? - Ben ihtiyat komtanım!” Cahit Sıtkı bakıp kalır bu her konuştuğunda ağzından kuşlar kaçışan askere. Bu aslan parçası askeri nasıl emir eri yaparsın şimdi? Yazık değil mi? Ona hafif makineliyi emanet etmek varken nasıl bulaşık yıkatırsın? Kıt’aya gelmeden evvel, askerliğini yapmış arkadaşlardan duyduklarını hatırlar yeniden. “Anadolu uşakları emir erliğini pek istemezler! Onurlarına dokunur! Ve bunun için, emir erleri genellikle sakatlar arasından seçilir!” Dönüp tekrar Abbas’a bakar, görünürde sakatlığı yoktur Abbas’ın. Dayanamaz sorar Cahit komutan: - Sen sağlam yoksa sakat? - Ben sakat komtanım! - Ulan senin neren sakat?” Sol kolunu gösterir Abbas. Çolaktır!... Uzun, kederli bir bakışmadan sonra Abbas’ın emir eri olup olamayacağını sorar Cahit Sıtkı. Abbas, esas duruşunda bunu seve seve kabul edeceğini söyler. Sonra? Sonrası Cahit Sıtkı için düğün bayramdır. O sadece bir emir eri kazanmamış, bir yoldaş kazanmıştır kendine. Bir dost...Oturduğum evin aşağı kattaki odasını ona verdim. Yatağını, çantasını, torbasını ve hizmetini eve taşıdı. Memnun olduğunu her halinden seziyordum. Abbas, sabahları, talim saatinden bir saat evvel beni uyandırır, leğeni, ibriği getirir, elime su döker, sonra kahveyi pişirirdi. Öğleyin de, sefertası ile tabldottan yemeğimi alır, mahfele getirirdi. Ve akşamları, ben tembih etmediğim halde, talimden sonra eve uğrayıp sivilleri giyeceğimi hesaplayarak, evden bir yere kımıldamazdı. Söylemeğe lüzum yok, evin temizliğinden ve intizamından o mes'uldü. Vazifesini hiçbir ihtara lüzum hissettirmeden, insiyaki, belki de otomatik bir surette yapıyordu. Kendisine çok iyi muamele ettiğim halde disiplin haricine çıktığını hatırlamıyorum. "Abbas!" demem kâfiydi. Sanki kayıbdan çıkar gelirdi; ve daima pürüzsüz bir esas vaziyetinde, ve daima emre intizaren, kılı kıpırdamadan... Beni siyanet etmesini de bilirdi. Onu çarşıya, jilet, mektub kâğıdı veya sigara veyahut yemiş almağa gönderdiğim zaman, hem en iyisini alır, hem de ucuzunu almağa çalışırdı. Abbas komutanına zarar gelmesini ister mi hiç? Ve kırk para artsa, getirir iade ederdi. Ben söylemeden, her hafta sivillerimi bölüğün terzisine götürür, ütületirdi. Ev dışında da Abbas’ın koruyucu kanadlarını üstümde hissederdim. Herhangi bir şeye ihtiyacım olur diye, mahfel civarından ayrılmazdı. Akşamları parkta bile beni uzaktan kollar, hâl ve hareketlerimden bir şeye -meselâ sigara, meselâ mendil- ihtiyacım olduğunu sezerek koşar gelir. Bermutad esas vaziyetinde ve bermutad kılı kıpırdamadan: ‘Buyur komtanım!’ derdi. Emir eri değil hızır! Bu hususta subay arkadaşlar beni adeta kıskanırlardı. Ben de gülerdim memnuniyetimden. Abbas’a karşı kalbim minnet ve şükranla doluyordu.” Günün birinde, çok yorgun ve kederli bir anda Abbas’ı çarşıya gönderir Cahit Sıtkı, “nevale” için... Rakıydı, kebaptı, taze salatalıktı filan... Abbas rüzgârlardan hızlı gidip geldiği gibi, sofrayı da aynı hızla kurmuştur bile. Cahit Sıtkı’nın aklında eski Fransız şairlerinden dizeler uçuşmaktadır. "Yeryüzünde olduğumuz o unutulmaz zamanlardı!”... Ardından bir de birinci cigarası tellendirir şair. Yıldızlı bir yaz gecesidir. Kederin dibindedir ve aklında İstanbul, Beşiktaşlısı. Yani her şey olması gibidir, kalbindeki geberten kederden başka... Kederin en iyi ilacı nedir? Güvenmek, güvenebileceğin bir insanla konuşmak, ağlaşmak... Abbas’ı çağırır yanına Cahit Sıtkı.Abbas, askerlik nasıl? - Çok iyi komtanım! - Memleketten mektup geliyor? - Yoh komtanım! - Niye ulan? - Ben de yazmıyor komtanım! - Sen niye yazmıyor Abbas? Köyde senin karı var, çoluk çocuk var. Sen merak etmez hiç? - Ben merak eder, eder komtanım! Ben yazdı beş ay var. Cevab yoh. Şimdilik bende yazmıyor komtanım! Hakkı var Abbas’ın! Ara beni, arayayım seni! Bahsi değiştirdim: - Sen beni seviyor Abbas? - Helbet seviyor komtanım! - E... niye seviyor? - Sen iyi komtanım! (Eliyle kalbini göstererek), sende kalp temiz komtanım!” Bir yandan Abbas’la muhabbet ederken, bir yandan kalbindeki keder yangınını söndürmek için buzlu rakıları yuvarlar üst üste Cahit Sıtkı. Belli ki paçayı fena kaptırmıştır bu yaz gecesi. Aklında tüm geçmişinin albümleri açılmıştır. Bu anı, bu ruh halini tek bir dizede ölümsüz kılacaktır daha sonraları şair; “Hangi pencereye koşsam, gece"... Abbas’a bakar uzun uzun. Sonra neden, onu bir ağaca benzetir. İçinden şairane duygular geçer. “Bir derdin varsa açabilirsin ağaçlara / Ağaç yaprak verir, sır vermez rüzgâra.” Bu yüksek samimiyete yenilip, Abbas’tan medet umar Cahit Sıtkı. “Bak Abbas, sana bir şiir okusam, dinler misin?” ... Abbas esas duruşa geçer. Cahit Sıtkı usulca başlar okumaya:Haydi Abbas, vakit tamam / Akşam diyordun işte oldu akşam Kur bakalım çilingir soframızı / Dinsin artık bu kalb ağrısı Şu ağacın gölgesinde olsun / Tam kenarında havuzun Aya haber sal çıksın bu gece / Görünsün şöyle gönlümce Bas kırbacı sihirli seccadeye / Göster hükmettiğini mesafeye / ve zamana Katıp tozu dumana / Var git Böyle ferman etti Cahit, Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan / Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan” Çııııınnnn bir sessizlik olur ilkin....Sonra Cahit Sıtkı’nın iç çekişi yankılanır çiçek kokan yaz gecesinde. Ve çolak emir eri Abbas’ın, bir yeraltı nehri gibi sessizce içine akan gözyaşlarının kederi ıslatır geceyi... İki yoldaş, iki çaresiz kuş gibi birbirlerine bakarlar uzun uzun. Neden sonra, komutan konuşmaya başlar geceyi rahatsız etmekten korkan bir sesle. Kalbi yüzeye çıkmış, kalbinin her atışı görülecek kadar incelmiştir derisi. Şaka yapıp, bu sisi dağıtmaktır amacı. Abbas’ın hüznü gece kadar büyüktür, Beşiktaşlı sevgilinin hasreti ondan da büyük!- Sen İstanbul’u bilir Abbas? - Bilir komtanım! - Sen Beşiktaş gördü? - Gördü komtanım! Ben muvazzaf yaptı Orhaniye Kışla. - Ben seni İstanbul’a göndersem gider? Benimle eğleniyor musun komtanım gibilerinden yüzüne bakar Abbas şairin. - Yarın alay komtanından izin alır, seni İstanbul’a yollar Abbas! - Beni kimse yok İstanbul, komtanım! - Beni kimse var Abbas! Sen gidecek İstanbul’a! - Baş üstüne komtanım! - İstanbula gitti. Karaköy var. Sen biliyor? - Biliyor komtanım! - Sen tramvay binecek, Beşiktaş inecek, ben sana adres verecek. Orda var bir kız, benim sevgili. Ben onu çok seviyor Abbas! Sen kaçıracak o kız, getirecek bana! - Baş üstüne komtanım!” Gece biter bitmesine ya, Allah böyle hasret komasın kimseleri. Ne mantık mantığa benzer böyle havalarda, ne akıl akıllığını yapar. Bu hasretlik değil en ağır işkencedir; mevsim yazsa, havada hafif hafif bir rüzgâr varsa ve sen değilsen hasretliğinin yanında… Ertesi sabah, herhangi bir sabah gibidir gene. Cahit Sıtkı kalkıp üniformasını giymiş, kı’taya gitmeye hazırlanmaktadır. Kahvesini içip evden çıkacakken, Abbas’ın kaldığı odadan içeri bakıverir. Odada bir valiz hazırlanmış. Belli ki yolculuk var. Merak edip sorar. - Bu ne Abbas? - Ben İstanbul gidiyor. Sen söyledi komtanım! - Sen beni sevgili getirecek? - Helbet getirecek komtanım!” Cahit Sıtkı’nın sözleri büyür gırtlağında. Hiç bir şey diyemez. Kendi deyimiyle “akmayacak cinsten yaşlar toplanır gözünde”... Sonra çıkıp gider kapıdan. Kendini sokağa atar. Aslında bu yazıya bir son yazmak gelmiyor içimden. Sadece, Allah yolunuza Abbas’lar çıkarsın inşallah deyip susuyorum. Abbas şiirini bir de bu hikâyeyi düşünerek okuyun bakalım, bir farkı olacak mı?