Sarı kediyi takip et! Refik Ahmet Sevengil’in; “Çocukluğu eski İstanbul hanımları arasında geçmiş (…) anâneye sadık, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ekseriya ellerini ya dizlerinin ya...

Sarı kediyi takip et!

Refik Ahmet Sevengil’in; “Çocukluğu eski İstanbul hanımları arasında geçmiş (…) anâneye sadık, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ekseriya ellerini ya dizlerinin ya da göğsünün üstünde kavuşturarak otur(an), gülerken parmakları birbirine bitişip güzel bir siper haline gelen eli ile ağzını örte(n); (…) dudaklarında sönen gülümsemesi bir müddet de gözlerinde devam ede(n), gayet iyi tentene öre(n), yastık işle(yen), beyaz işi yapa(n)” diye anlattığı Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, 18 Ağustos 1924 günü Son Telgraf gazetesinde tefrika edilmeye başlanan, ardından da Maarif Matbaası tarafından 1925 yılında yayımlanan romanı “Ben Deli miyim?”, ‘namusa ve ahlâka aykırı yayın’ olarak değerlendirilmiş ve mahkemeye verilmiştir. Kitabın yazarı, tarihe gülünç izler bırakan bir davanın kahramanı olarak hatırlanır bugün. “Rica ederim gülmeyiniz, iş pek naziktir, şaka götürmez. Pek az kimse kendine karşı böyle bir şey sormak cesaretini gösterebilir. Çünkü tımarhaneye kayıtlı olandan üniversite profesörlerine kadar herkes, her şeyden önce kendi akıl ve zekâsının hayranıdır, bütün kutsal şeylerden önce buna imanı vardır. İşte herkesin kendi dâhi oluşuna bu büyük inanışı, illetin derinliğini gösteriyor. Miskin insan, volkanlı kafalardan fışkıran düşüncelerin ateşine dayanamaz: Bütün beyinleri adi, yavaş, sönük, ahmakça fikirlerle oyalamak ister. Kaynar beyinleri ölçüden yukarı düşündürtmemek için din, ahlâk, edebiyat, sosyoloji sınırları çevrilmiştir. Bu engelleri bir sıçrayışta atlamak isteyenlerin yakalarına polisler yapışır. Götürüleceğiniz yer ilkin bir mahkeme salonu veya doktor muayenehanesi, sonra ya hapis veya tımarhanedir. Suçlu, deli siz misiniz, yoksa bütün insanlık mı? Bütün insanlığı iyileştirmeye uğraşmaktansa bir kaç kişiyi suçlu, deli adlarıyla damgalayıp pencereleri demirli taş yapılar içine hapsetmek efendilerin kolayına gider. Hürriyet! Vah zavallı, bunu sana kim vaat etti? Bu oyuncak kelime ile akıllılar acaba daha kaç yıl oyalanacaklar? Hürsün, öyle mi? Canın ne yapmak istiyor, bana söyle… İlkin, arzunu yerine getirecek paran yok. İkinci olarak, kanun, din, ahlâk kitaplarını aç. Her davranışının onlarla kayıt altına alındığını görürsün. Ondaki formüllere uydurmadıkça parmağını kımıldatamazsın. Hele bunu yapayım de, rezil olursun. Hele inan bakımından, ahlâkça, huyca belirli sınırları bir-iki adım öteye geç, hayvan-ı natık denilen kurt sürüsü seni parçalamak için sivri dişlerini hemen gösterir. Bu dünyadaki en büyük cinayet onlardan başka türlü düşünmektir. Herkesin tersine düşünenler yalnız, delilerdir. Onun için, salt hürriyetin gerçek temsilcilerini ve koruyucularını başka insanların arasında aramak yanlıştır. Canım neler yapmak istiyor. Bana deli diyecekler diye korkuyorum. Akıllı olmak ne büyük ahmaklık, ne iç yakan bir sıkıntı, ya rabbi!” Yazar ve romanın yayımlandığı Son Telgraf gazetesinin sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fevzi Lütfü (Karaosmanoğlu), 25 ve 29 Eylül 1924 günleri, iki kez yargıç önüne çıkarlar. Bu gülünç mahkeme, edebiyat araştırmacıları için hazin ve eşsiz bir kaynak yaratır. İç acıtan bir kaynak! Mahkemeye çıkmadan iki gün önce, 23 Eylül 1924 günü, Son Telgraf gazetesinin 99 numaralı sayısının ikinci sayfasında; “Hâkimlere, Kar’ilerime, Efkâr-ı Umûmiye’ye” (Yargıçlara, okuyucularıma ve kamuya) başlığıyla açık bir mektup yayımlar Hüseyin Rahmi: “Bugün kirli bir top gibi mahkeme parkelerine fırlatılmak istenen bu isim bu ana kadar memleketin hiçbir mülevves meselesine karışmamıştır. Ve hemen kırk yıldır kafasına doldurduğu felsefeyi etrafına saçan bir mürebbi birdenbire âdâba mugayir bir tavır alarak halka edepsizlik telkinine nasıl kalkışır? (…) Söyleyiniz efendiler, “Ben Deli miyim?” hikâyesi edeben, fikren, ruhen, tasviren “Şıpsevdi”den, “Tebessüm-i Elem”den, “Cehennemlik”den vesâirlerinden pek başka türlü bir şey midir? Hepsinde aynı muharririn dimağını, felsefesini, sinir galeyanlarını ve bazen bil’icab üryân bir ifade ile ahlâksızlıkla gırtlak gırtlağa mücadelelerini görmüyor musunuz? Aralarında âdâba mugayerete doğru derin bir başkalık varsa anlatınız… O halde içinden türlü türlü devreler geçen otuz beş senedir âdâba mugayeret maznûniyetiyle bana yan bakmayan adliye bugün birdenbire bu isnadla neden beni huzuruna çağırıyor? Yoksa dünkü muhitin hayatında bugünkünden fazla edeben mübâlâtsızlık, ahlâksızlık mı hüküm-fermâ idi? Vicdanınızdan sorduğum sual işte şudur: Değişen ben miyim, adliyeniz midir? İşte efendim her şey bu sualin içinde düğümlüdür. Zaman en büyük hallâldır. Onun çözemeyeceği ukde yoktur. Bu adalet nidası Victor Hugo’yu da, Gustave Flaubert’i de, Guy de Maupassant’ı da ve pek çok sâirlerini de huzuruna çağırmıştır. Madame Bovary hikâyesinin davası meşhurdur. Fakat bu davaları ihdâs eden müddeilerin, hâkimlerin hep nâm ve nişânları unutulmuştur. Bugün Fransızların ve diğer medenî milletlerin hatırâ-i ihtirâmında yaşayan ve takdirle, tevkirle, şükrânla, minnetle yâd edilen o büyük muharrirlerin isimleri ve eserleridir… Ben bir mütehassisi imdâdıma çağırarak sanatın fenni bir zemininde yürümeye uğraşıyorum.  Şimdiye kadar edebiyatımızda gidilmemiş bir yol. Bazı riyâkârlar için hazmı nâ-kabil satırlar var. Ben susayım, lâkin bu ictimâî marazlar cemiyeti inletiyor. Yaralar işliyor. Her gün artan mikropların virüsleri etrafa yayılıyor. Susmak, Abdülhamit devrinde bu, Meşrûtiyet’te bu, Cumhuriyet’te de mi böyle olacak?” “Cumhuriyet’te de mi böyle olacak?”… Çok üzücü bir ses! Benim aklım yetmiyor, siz yanıtlayın yazarı! Bu açık mektuptan iki gün sonra, yargıç önüne çıkar yazar ve yayıncı. 25 Eylül 1924’de! Hüseyin Rahmi’nin savunmasındaki çığlık, bugün bile çın çın yankılanmaktadır: “Hekt-i ırz, izale-i bikr, fi’l-i şeni ve emsali tabirlerin istimallerine edep ve kanunun müsaadesi vardır. Fakat bunların tercemelerine asla…. Tabirin Arabisini, Farisisini söyleyen müeddeb, sırf Türkçesini kullanan edepsiz oluyor. Ağleb-i hal!... (*Elimden geldiğince Türkçeleştirerek; Namusu ayaklar altına alma, bekâret bozma, ırza geçme ve benzeri söz ve kavramları Arapça ya da Farsça kullanmaya toplumsal ahlâk ve yasaların izni vardır. Ama bunların Türkçesini söylemeye asla… Bu söz ve kavramların Arapça ya da Farsçasını söyleyen ahlâklı, Türkçesini kullanan ahlâksız. Hâle bak!) Roman ahlâkın aynasıdır. Onun objektifi gördüğü manzarayı alır. Müddeiumûmi istiyor mu ki roman, gördüğü çirkinlikleri, yaraların kokusunu değiştirsin. Riyâ, cehil ve taasuba âlet olarak hakikati diri diri gömdürmeye razı olsun (…) Mâzi, şahsın ef’al ve ahlâk aynasıdır. Hâl, bir imtihan sahası, istikbâl cümlemizin en büyük hâkimidir. Biz sustuktan sonra o söyleyecektir.” Romanın yayıncısı Fevzi Lütfü Bey’in savunması da hayli ilginçtir. Sanki mahkemede değildir yayıncı; bir konferansta, realizm üstüne söylev çekmektedir. “Üstâd, realist bir romancıdır. Eserin mükemmel ve hakiki olduğuna şüphe yoktur. Eğer üstâd Hüseyin Rahmi’yi bu eseri yazdı diye mahkûm ederseniz, onun edebî tarzını (realizmi) mahkûm etmiş olursunuz.” 26 Eylül 1924’de, Tevhid-i Efkâr gazetesi mahkemeyle ilgili ilginç ayrıntılarla dolu bir haber yayımlar: “Dün sabah saat on birde, Beşinci Ceza Mahkemesi’nde, ‘Ben Deli miyim?’ tefrikasından dolayı, yazar Hüseyin Rahmi ve Son Telgraf Mesul Müdürü Fevzi Lütfü aleyhinde açılmış olan ‘Genel ahlâka aykırı yayın’ davasına bakıldı. Salonda yaklaşık beş yüzü geçen kişi bulunuyordu. Dinleyiciler içinde birçok doktor, hâkim, subay ve kendilerine ayrılmış yerde oturan bayanlar dikkat çekmekteydiler.” Gazete, Hüseyin Rahmi’nin mahkemedeki savunmasından bölümlere de yer verir sayfalarında: “Babamın adı Said’dir. Paşa rütbesindedir. Heybeliada’da otururum. Yazarlık yapıyorum. Çocuklarım yoktur. Benim kabahatim bazı bazı nezahatten çok ayrılan çıplak anlatışımdadır. Yalandan hoşlanmayan, hakikati veren kalemim sanat gereği olarak çoğunlukla konunun derinliğine iniyor. Örtülmesi gereken pisliği karıştırıyor.” 29 Eylül 1924 günü yapılan ikinci duruşmada, “Kitaptaki edebe mugayir sözlerin bir deli tarafından söylendiği gerekçesiyle” beraat eder yazar ve yayıncı. Beraat kararından sonra, mahkemeyi izleyen kadınlara reverans selamı verir Hüseyin Rahmi Bey. Gariptir ki; bu hareketi de gazetelere haber olur. Anlaşılan, birini yakalamaya görsünler, canını çıkarana kadar uğraşacaklar. Bu haberin yayımlandığı Tevhid-i Efkâr gazetesine bir mektup yazarak, bunu neden yaptığını anlatmaya çalışır yazar. Ama boşuna bir çabadır bu! Gazete, arkasında pis pis gülen bir şeytan saklı olduğu halde, bakın bu mektubu nasıl yorumlar: “Üstadın mektubundan, genç hanımların alkışları üzerine, ruhunun gençleştiğini, nazik ve nazenin ellerin çırpınması karşısında kalbinin de çırpındığını anlıyoruz. Davayı takip eden zümreler arasında sanatçının dikkatini erkeklerden çok latif cinsten olanların çekmesi buna delalet eder. Kendine üst üste selam ve reveranslar yaptıracak kadar heyecan içinde bırakan seçkin hanımlardan söz açarken Hüseyin Rahmi ‘Melek zümresi’ tabirini kullanıyor. Yani hâkimler heyetine ve özellikle savcıya karşı; hanımların, onun koruyucu melekleri olduğunu anlatmak istiyor. Üstadın hayatın çirkinliklerinden, riyakârlıklarından,  yarım ve tam deliliklerinden bıkmış ve bezmiş olan ruhuna, kendi için çırpınan hanım elleri gerçekten bahtiyarlık hissi verdi ise yazar, yalnız beraat kararıyla değil, aynı zamanda mahkemeden ‘saadetle’ de çıkmış oluyor… Heybeliada’da tek başına ve bir kenarda yaşayan Hüseyin Rahmi için bundan büyük mazhariyet olur mu?” (Oral Çalışlar, “Dantelle Kitabın Raksı” başlıklı yazısından alıntı, 27 Ağustos 2000, Cumhuriyet Dergi Eki, Sayı: 753, sf. 4-5) Bazı gazeteler, kendi akıllarınca alaycı bir dille Hüseyin Rahmi Bey’e saldıradursun; gerçek ahlâkın ne olduğunu bir kez daha düşünmemize neden olan bu tuhaf mahkeme, sadece Türk basınında değil, Avrupa basınında da ilgi görür. Efdal Hoca kitabında Muhsin Ertuğrul’un bir yazısından alıntı yapar bunu anlatırken: “Avrupa’nın hemen hiçbir yeri yok ki sokaklarında anadan doğma çıplak güzel heykeller dikilmiş olmasın. Bunların önünden annelerimiz ve kızlarımız yalnız sanat hisleriyle mütehassıs olarak geçiyor. Kimse dönüp bakarak şehveti hatırından bile geçirmiyor. Şüphesiz ki İstanbul müddeiumûmisi, Rahmi Bey’i ithâm ederken bunu biliyordu.” (Berliner Tagblat gazetesinden aktaran Muhsin Ertuğrul, Temâşâ Muhasebeleri-Tiyatroyu Kontrol, Vakit gazetesi, 8 Kasım 1924) Son derece kırılgan bir karakteri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, her ne kadar bu gülünç davadan beraat etmiş olsa da; büyük cesaretle giriştiği tartışmalarıyla da hatırlanır. Örneğin, basına ve sanat eserlerine saldıran, acımasız bir sansür işleten II. Abdülhamit döneminin; saraya kelle gönderen ve adı ‘basın haydutu / jurnalci sahtekâra’ çıkan Malûmât gazetesi sahibi ve başyazarı Baba Tahir’in gazetesini; çıkardığı Boşboğaz İle Güllâbî gazetesinin ilk sayısında, -üstelik kapaktan- köpek olarak gösteren bir karikatür yayımlamıştır. “Koca köyü köpeksiz sanıp, elindeki çomağı bir kenara koyanlar, tarihin her döneminde bu korkusuz çıkışlarla uğraşmak zorunda kalırlar” der gibidir yazar. Hüseyin Rahmi, sansürle daha önce de karşı karşıya gelmiştir aslında. Sansürcünün zehirli yılanlara benzer parmakları, “Mürebbiye” adlı romanı sinema filmine çekildiğinde de sarılmıştır yazarın boğazına. Her ne kadar o olayda mahkeme kepazeliği yaşanmamış; her ne kadar bu kez Türk sansürü yazarın peşine düşmemiş olsa da; Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiye’si, bu kez, saçma sapan biri tarafından, İstanbul’a giren İşgal Orduları Komutanı Fransız Mareşal Louis Franchet d’Esperey tarafından yasaklanan ilk Türk filmi olarak tarihe geçmiştir. 1919’da! Mürebbiye, 1919 yılında, Malûl Gaziler Cemiyeti adına, ilk tiyatro oyuncularımızdan, Gedikpaşa Tiyatrosu temelinden gelen Ahmet Fehim Efendi tarafından senaryo halinde yazılarak sinemaya aktarılır. Ahmet Fehim ustalığının doruğundadır 1919’da, 63 yaşındadır. Senaryosunu yazdığı Mürebbiye’nin aynı zamanda yönetmeni ve filmin önemli rollerinden biri olan Dehri Efendi rolündeki oyuncusudur! Siyah-beyaz ve sessiz film olarak çekilen filmde; romana sadık kalınmıştır. Dehri Efendi’nin konağına mürebbiye olarak alınan Anjel adında, 25 yaşındaki dünyalar güzeli Fransız yosma, konaktaki bütün erkekleri birbirine düşürür. Güldürü olmasına güldürüdür Mürebbiye ama; eleştirisi de çok serttir. Batıcılığı şeklen alan Türk toplumu ve aydınına çok sert bir tokat atılmaktadır. Bir Fransız kadının yosma olarak filmde yer alması, hatta başkarakter olması dönemin işgal makamlarını feci derecede rahatsız eder. General d’Esperey, bir Fransız kadınının ahlâksız olarak gösterildiği bu filmin; onun şahsında tüm Fransızları küçük düşürdüğünü bahane ederek filmi yasaklar. Film bu bakımdan Türk sinemasının hem sansürlenen ilk filmi, hem de başka bir milletin eliyle sansüre uğrayan ilk filmimiz olarak tarihe geçer. Mürebbiye filminin, gerek İstanbul içinde oynatılması ve gerekse Anadolu’ya gönderilmesine yasak konsa da, bu yasak hiç uygulanamadan delinir. Gizli gizli sinema salonlarında gösterime sokulan bu film, zamanı içinde bir karşı duruş eylemi olarak ilham ve cesaret verir İstanbullulara. Ahmet Fehim, İstanbul’u işgal eden kuvvetlere karşı bu filmin ‘sessiz bir direniş’ olduğunu söyler sonraki yıllarda. Ahmet Fehim’in çektiği bu film, bir ilkler filmidir: Türk sinemasındaki ilk roman uyarlamasıdır örneğin. Sonra, öpüşme sahnesinin ilk kez çekildiği ve bir kadın kahraman üzerine kurulan ilk Türk filmi de, Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiye’sidir. Sinema tarihçisi Mustafa Nihat Özön ise (1896-1980) film için şöyle der: “Romana adını veren kadın kahraman, Türk ailesine mürebbiye olarak kapılanan, ailenin bütün erkeklerini birbirine düşüren düşük ahlâklı bir Fransız yosmasıydı. Bundan dolayıdır ki, Gürpınar’ın 1898 yılında yayımlanan, alafrangalığa düşkün bazı ailelerin başlarına gelebilecek gülünç ve tehlikeli durumları anlatan bu romanı 1919 yılının İstanbul’unda, bilinçli ya da bilinçsiz, bir protesto özelliği kazanıyordu. Nitekim film tamamlandığı vakit işgal kuvvetlerince güçlük çıkarıldı, hatta Anadolu’ya gönderilmesi yasaklandı.” Fuat Uzkınay’ın görüntü yönetmenliğini yaptığı filmin rolleri, dönemin en iyi oyuncuları tarafından canlandırılmıştır. Dehri Efendi (Ahmet Fehim), Mürebbiye Anjel (Mme. Kalitea), Şemi (Raşit Rıza Samako), Ahçıbaşı (Behzat Haki Butak), Bayzar Fasulyeciyan, Şahap Rıza, İsmail Zahit, diğerleri… Ben deli miyim diye başladığımız söz nerelere geldi, bakar mısınız? Hüseyin Rahmi, eskimeyen dönem tanıklıkları ve tabu sayılan konuları, ‘edebiyat putlarını’ yerle bir eden cesaretiyle yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor hâlâ. 1911 yılında yayımlanan ‘Şıpsevdi’ romanından kazandığı 700 altınla yaptırdığı -şimdi Hüseyin Rahmi Müzesi olan- Heybeliada’daki köşkünde; Hulûsi Bey, yengesi, yengesinin kızı, komşuları ve onlarca kedisiyle geçirdiği 32 yıldan sonra 8 Mart 1944, Çarşamba günü, saat 15.30’da aramızdan ayrılır. (Meraklısına Not: Tevhid-i Efkâr gazetesi, Hüseyin Rahmi’nin, Heybeliada’da “tek başına” yaşadığını bile yazmış; böylece yazarın yalnızlık tutkusuyla alay etmiş aklınca, yuh!) Yazarın ölmeden önce son sözü: “Kedilerimi iyi doyurunuz!” olur. “Sarı” isimli kedisinin, Hüseyin Rahmi toprağa verilene kadar, yazarın cenazesini takip ettiği birçok kaynakta yazılıdır. Bir de, mezarın başında tanıdığı bir komşu kadının dediği:“Hüseyin Rahmi’nin reçellerini, Hüseyin Rahmi’nin romanları kadar severim” tümcesi… Kedilerin takip ettiği yazarı, bugün kendini Victor Hugo ya da Shakespeare sanan bazı edebiyat cüceleri takip etmiyorlar, ne yazık! Eskimiş-miş Hüseyin Rahmi Gürpınar! Bir sarı kedi kadar olamıyoruz, yuh! Böyle dediğim için bana diş gösterenler, abarttığımı düşünenler, yanıt verin o zaman bana; neredeyse insandan kaçan biri olarak, Heybeliada’daki köşkünde, kendini tüm yaşamdan soyutlamış bir halde yaşayan Hüseyin Rahmi’nin başına gelen bu sansürler, yasaklamalar, mahkemeler, bugün bize ne anlatmaktadır sizce? Biz bugün yazarı sadece Kemal Sunallı, Adile Naşitli, Ayşen Grudalı, Şener Şenli “Süt Kardeşler” filminden biliyorsak, vay bize vaylar bize! “Her ne denirse densin, düşüncesi henüz olgunlaşmamış uzak bir diyarda yaşıyoruz. Bu memlekette herhangi bir eseri beğenip yazarını övecek bir makam yoktur. Fakat cezalandırmak için bin dil, bin kalem ve o kadar makam hemen çalışmaya geçer. Burada feylesofluk hakaret gören bir vasıftır. Eğitimciler sefildir. Öğretmenler açlıktan ölür. Fakat dört satırlık Türkçeyi doğru anlatmayı başaramayan bilgisiz eğitimciler, cepleri kâğıt paralarla şişkin gezerler. Bizde en büyük marifet, esen rüzgârın yönüne uymayı bilmektir (…) Bu çıbanlar hangi kötü kullanışın eseridir? Bunu biliriz, lakin ortada tek kabahatli bulamazsınız. Gitgide bu derde deva aramak, bu sorundan söz etmek suç sayılır. Abdülhamit zamanından beri, bu memlekette susmanın mükâfatı, söylemenin cezası vardır.” BİTTİ