GENÇ BİR ENDÜLÜS ATLISI İÇİN, PORTAKAL ÇİÇEKLERİNİN SUYUN ÜSTÜNDEKİ AYA SÖYLEDİĞİ AĞITLAR ÜZERİNE KISA BİR DENEME; 18...

GENÇ BİR ENDÜLÜS ATLISI İÇİN, PORTAKAL ÇİÇEKLERİNİN SUYUN ÜSTÜNDEKİ AYA SÖYLEDİĞİ AĞITLAR ÜZERİNE KISA BİR DENEME; 1898’in 5 Haziran günü, Granada’ya bağlı Fuente Vaqueros kasabasında, İspanya’nın en ünlü şairlerinden biri doğar. Federico Garcia adını verirler ona. Karıncalarla, kurbağalarla, ‘’kara gökte sarı yılanlar’’ dediği bol yıldızlı gecelerde sürer çocukluk günlerini. Kır, gök ve ıssızlık içinde; nehirlerin coşkusu ve yüz yıllık zeytin ormanlarının hayranlığını doluşturur çocuk ceplerine. Yıldızlardan ötedeki karanlığı hiç bilmeden aya âşık bakar... Bir tek oyuncağı olur ömrünce: bir kukla tiyatrosu. Onlara şarkılar söyler, onlara yıldızları anlatır. O kuklalar ki yirmi sene sonra canlanıp, dünya tiyatro tarihinde eşsiz birer karaktere dönüşecektir usta yazarlarının elinde. ‘Bernanda Alba’ olarak, ‘Marianna Pineda’ olarak, ‘Yerma’ olarak ve daha bir sürü... Anlatır o durmadan; ağaçları, kâğıttan kuşları, eski masalları, şeftali kokan ağustosları... 1921’de bu masallar, şiir tekniğiyle elden geçip bir kitaba dizilirler. Biraz kırık, biraz hüzünlü, biraz çocuk dizeler küçük Frederico’nun kısa hayatında yeni bir dönemi başlatır. “Şiirler Kitabı” adıyla yayınlanan bu kitapta, “Serüven Düşkünü Bir Salyangozun Başına Gelenler” masal – şiiri, onun varacağı noktanın ilk sinyallerinden biri olur. Hem çocuk, hem düşünür, hem ulusal, hem evrensel olabilen kaç şiir vardır şu dünyada? ‘’...Yarı ölü karınca der acıklı bir sesle: ‘’Yıldızları gördüm ben.’’ / ‘’Yıldızlar da neymiş?’’ der karıncalar korkuyla / Salyangoz düşünceli yineler: ‘’Yıldızlar mı?’’ / ‘’Evet” der karınca da “yıldızları gördüm ben; / tırmandım da en yüksek ağaca patikada / karanlığımda gördüm parlayan binlerce göz.’’ / Salyangoz sorar gene: ‘’Bu yıldızlarda ne ki?’’ / ‘’Bunlar taşıdığımız ışıklar baş üstünde” der karıncalar kızgın. / Salyangoz da: ‘’Bense’’ der ‘’bir otları görürüm.’’ (‘’Serüven Düşkünü Bir Salyangozun Başına Gelenler’’ şiirinden) Akar gider şiir. Çocukluğunun kurbağalarını, karıncalarını, yıldızların parlaklığını, dalı çiçeği böceği katıp coşkusuna, akar gider. Kitabı bazı çevrelerde heyecana yol açsa bile, İspanyol halk edebiyatına yaslanmış şiirleriyle bir oyun yazma denemesinden sonuç alamaz. ‘’Pervanenin Nazarı’’ adlı ilk oyunu sadece bir gün sahnede seyirci bulur... Dert değil, zaten o bir şair değildir ki. O bir hukuk öğrencisidir. Bu şiirleri kendisi için yazmaktadır... Yalnızlığında, çalıştığı hukuk kitaplarına bir türlü kendini veremez; balkon demirlerine dolanmış sarmaşıkların arasından sızan portakal çiçeklerinin kokusundan kendisini alamaz. Eli hukuk kitabında olsa bile aklı Guadaquivir Irmağı’ndadır. Tek boynuzlu bir atın sırtında, elinde tahta bir kılıç ve başında tüylü külahıyla, düşsel bir dünyaya gitmektedir hep: Çocukluğuna... ‘’...uzağa gideceğim ( ... ) yıldızların yanına / istemek için İsa Efendimizden yine / masallarla beslenmiş eski çocuk ruhumu / o tüylü külâhımla, tahtadan kılıcımı...( ‘’Küçük Alanın Şarkısı’’ şiirinden alıntı) Gönülsüz de olsa hukuk fakültesini bitirir Federico. Erken kalkanın hükümeti devirdiği günlere on sene gibi bir süre kalmışken, hukukçu olur. Kral III. Alfonso, Eylül 1922’deki General Primo de Rivera’nın darbesiyle devrilince, İspanya çok kanın akacağı bir iç savaşa doğru sürüklenmeye başlar. Bu gerilim sekiz sene tırmanır. 1930’da Başbakan Rivera’nın , muhalefeti silah gücüyle sindirmesi zaten hassas olan toplumu patlama noktasına getirir. Federico Garcia her ne kadar aktif politikaya karışmış olmasa da ateşleyici iki etkisinden sözetmekte yarar var yine de. Birincisi, 1804-1831 yılları arasında yaşamış ve bir bayrak üzerine özgürlük sözleri yazdığı için idam edilen ünlü kadın kahraman Marianna Pineda’nın hayatını oyunlaştırması, ikincisi çıkardığı “Horoz” adlı dergiyle, bir eski yeni tartışmasına neden olduğudur. Daha doğrusu Horozcular ve karşısındakiler! Bütün bunlar olurken, elden ele geçen iktidar, 14 Nisan 1931’de Madrid’de Alcala Zamora başkanlığında cumhuriyeti ilan eder. Primo de Rivera çekilmek zorunda kalır. Federico ve diğer sanat insanlarının rahat nefes aldığı bir üç yıl başlar. Aslında bir çoğu gibi bizim Federico’nun rahat nefes aldığı değil, bundan sonra nefes alabileceği son üç dört yıldır bu. Federico Garcia seminerleri sırasında ülkesinin içinde bulunduğu bu ateşten günlere çok yakından tanıklık eder. Bu sırada Avrupa’nın ortasında başlayan bir yangının yalazı aydınlatır bütün Avrupa’yı. Ve İspanya bu güçlü çığlığa kapayamaz kulaklarını. Ateşin yalazı, askerin rugan çizmelerinde parlamadan önce, 1933’te 106 milletvekiliyle beraber Almanya parlamentosu başbakanı olan Adolf Hitler’in kırlangıç kuyruklu smokininde parlar. İlginç bir giysidir bu; üstünde diplomasiyi taşıyan bu model, altında, ayağını una bulamış korkunç tırnaklı bir kurtu gizlemektedir. Pis bir kokudur yayılan. Öyle derin bir kokudur ki bu, dünyadaki yaklaşık elli milyon kişinin kanını zehirleyecek kadar pis... Yurtseverlik çığlıklarına, milliyetçi ırkçılık ve üstünlük hegamonyasının salyaları bulaşacak ve dünya hayatı boyunca utanarak anacağı 2. Dünya Savaşı’na girecektir bir kaç hasta ruhlu liderin yüzünden. Toplumlarda ekonomik bir çöküş yaşanırken, insanlar gitgide belirginleşen bir hak ve eşitlik savunusuyla dalga dalga sokağa inmeye başlar. 1919’da Rosa Luxemburg-Liebknecht’in komün girişimleri Alman milliyetçilerinin kışkırtma propagandası olurken; ötede İtalya’da Duçe, ağzını şekilden şekile sokarak yoksul Afrika’da istilalara başlar. Akdeniz’in tek hakimi olma düşleriyle koca İtalya ulusu savaşlara sürülmüştür. Bu kaynaşmaya seyirci olan Stalin’in Rusyası pastadan pay kapma sevdasıyla Finlandiya üzerinden Avrupa’nın tam ortasına, Macaristan’a inmeyi kurmaktadır. Dünya çıldırmış, kimin gücü kime yeterse derdine düşülmüştür. Sömürgeler birer birer bağımsızlık savaşı başlatır, uyuyan dev Asya, zavallı Afrika, kimliğini aramaya başlar. Ortam, milliyetçiliği kışkırtmak için mükemmel bir zemin sunarken, silah fabrikatörleri hiç durmadan silah üretmeye başlar. Üretilen bu silahların, birilerinin eline verilmesi gerekmektedir. Yoksa bunca silah, depolara sığmayan bunca tank top… ordu niye kurulsun ki? Savunma yatırımı yapıyoruz yalanını kimseye inandırmak gerekmez özetle. Yirminci yüzyılın ilk yarısına doğru şiddetli bir savaş endüstrisi bir çoğunu zengin ederken, kan ticareti bütün ülkelerde içerden ya da dışardan çirkin yüzünü gösterir. Biz yine Federico’nun ülkesi İspanya’ya dönelim. Tarih 15 Temmuz 1932... “Yaşam Bir Düştür” oyunu oynanıyor. Kralcılar tiyatroya saldırıyor. Ve Federico Garcia, ısrarla uzak kaldığı iç savaşta artık tarafını bilen ya da zorla taraflı kılınan bir noktada duruyor şimdi. Yine de aktif bir politikacı gibi değil de, sanatçı kimliğiyle sürdürür çalışmalarını. İnanılmaz bir inatla uzak durur bu kanlı oyundan. 19 Aralık 1932’de Madrid’de; kurduğu, yönettiği ve oynadığı tiyatro topluluğu “La Barraca”, resmi bir gösteri sunuyor devletin en üstündeki insanlara. Büyük bir başarı alıyor oyun. İçinden şunu tekrarlar Federico: ‘’Tanrım şükürler olsun. Her şey yoluna giriyor.’’ Federico Garcia şiddetle başarıdan başarıya koşarken, içindeki sancıyı dindiremeyen bir yenik asker olan Primo de Rivera’da yıllardır özlediği yere ulaşmak için, İspanya’ya faşizmin girişini ilan eden örgütü kurar aynı günlerde: “Falange Espanyola”... Bu örgüt; askeri bir düzen halinde, aşırı milliyetçi bir çizgide, “bölünmez, büyük ve hür İspanya” sloganıyla 29 Ekim 1933’te kurulur. Tarihe İspanyol faşizmi adıyla geçecek general Franco yönetiminin ilk ayağıdır bu. Ardından 27 Mart 1934’te Asturiaslı maden işçilerinin ayaklanmasında silahlar patlamaya başlar. Sağ iktidar dişlerini göstermektedir artık... Aşağıda Benito Mussolini, ileride Adolf Hitler büyük bir keyifle kışkıran İspanyol milliyetçiliğini alkışlarlar. Bu gidiş hiç de iyi değildir. Kan akışı bir türlü durmaz ve 1935 Haziranı’nda karşı güç olan, sosyalist ve radikallerden oluşan “Halk Cephesi” kurulur. Şimdi güçler eşitlenmiştir. Seçim yapılır ve Falange Espanyola taraftarları ezici bir farkla kaybeder. Yer altına iner falanjistler. Kralcılarla biraraya gelerek yeni ve güçlü bir faşizan birlik oluştururlar. Bu günlerde ilk kez Federico Garcia aktif politikaya girer ve faşizmi lanetleyen bir bildiriye imza atar. Kriz günleri başlamıştır artık. İsyan kapıdadır. Genel grevler, kilise yakmalar, adam öldürmeler sokağı kana bulamıştır. Bu kez sağcı hareketin başında general Calvo Sotelo vardır ve Sotelo bir çatışmada polis tarafından vurulmuştur. Bu ölüm olayı, Fas ve Kanarya Adaları’ndaki İspanyol garnizonlarını karıştırmış ve isyan, generallerin isyanı olarak hızla yayılmıştır. Yeni lider general Sanjurjo’dur. Raslantıya bakın ki, isyanın başına geçer geçmez bindiği uçak düşüp, Sanjurjo ölünce isyanın dağılmaması için derhal bir lider seçilmelidir. Lider, Kanarya Adaları Valisi General Franco’dur. Franco başa geçer geçmez; generallerin isyanı, din çevrelerinden, milliyetçi yönelişlerden de destek alarak acımasız bir süreç başlatır İspanya’da. İnsan avı başlamıştır. Hareketin düşmanı olan herkes sorgusuzca vurulmaya başlanır. Şüpheliler için tedirginliğin daha doğrusu ölümün adı, Almanya’da nasıl gestapoysa İspanya’da da “Kara Müfreze”dir artık. En yakın dostlarıyla başbaşa verir Federico Garcia. Bir yanında büyük dostu Pablo Neruda, diğer yanında Salvador Dali. Endülüsün sedef dişli ayını, ısırılmış yeşil bir elmaya benzeyen benekli kurbağalarını, yeşil gecede zeytin ağacının altında kundak bezi yıkayan genç kızlarını bırakıp gitmek mi, yoksa yarın bir kez daha şiir yazmamak ihtimali mi daha İspanyolcadır?... Dostlar çaresizlik anlatırlar. Kısa konuşurlar: “Kaç!” Hoş, her ne kadar direkt politikaya bulaşmamış olsa bile, kalemi faşist düşüncede olmadığını bildirir Federico’nun. O uluslararası bir şair olmuştur henüz otuz sekizini sürerken. Tuhaf bir şeyler vardır onda hem. Hani nasıl söylenir, bir erkeğe aşk dolu dizeleri bir kadının yazmasına kimse şaşırmaz da, bu dizeleri bir erkek yazdığı zaman iş değişir. Federico’nun murıquitalara (*oğlanlara), ya da Ignacio Sanchez Mejias’a hayranlık bildiren şiirleri de vardır. (Meraklısına Not; Ignacio Sanchez Mejias; İspanya’nın en ünlü boğa güreşçilerinden biri kabul edilir. Manzanares arenasında gösteri sırasında ölmüştür.) Federico eşcinseldir ama dili çatallı ve gerçek bir Endülüs atlısının çığırtkanlığı vardır dizelerinde. Halkın içinden ve onların çok tuttuğu da biridir aynı zamanda. Kendi deyimiyle ‘’... dokunaklı şarkılarında, pudralı bir soytarının elbisesi var’’ dır. O İspanya ruhunu yakalamış, tehlikeli bir şairdir. Değilmi ki: “... ey sümbülün, abanozun yaman kadını / bir yasemin beyazlığı soluklarında! / Ey Manila, başörtülü Venüs, bir şey var sende / gitardan ve Malaga şarabından.” (“Ağıt” şiirinden) diyen o değil midir? Her ne kadar bir kadına yazılmış olsa bile, kübist sesleniş yakıştırılana mesaj vermez mi? Bu kadınlı şiir, İspanya adında, kara tül şalının içindeki esmer yanağı benli bir çingenenin, Malaga şarabı kokan hüzünlü bir ânının fotoğrafı olamaz mı aynı zamanda? Ağaçların içinden akan sarı nehre bakar bir gece balkonundan. Ay suyun üstüne düşmüş, ırmağı sarıya boyamıştır. Portakal çiçeklerine sürerek binlerce ışık elini ay, ağıt koyuluğunda akmaktadır zeytinlerin arasından buğday tarlalarına doğru. “Ağaçlar! / Gökyüzünden düşmüş oklar mısınız? / Hangi ürkünç savaşçılar fırlatmış sizi? / Yıldızlar mı?’’ der usulca. Ağustos... Federico’nun; “şekerle şeftalinin karıştırılması” dediği Ağustos, ömrünce bu kadar hüzün vermemiştir şaire. Ayın ve ağustos gecelerinin yeri hep bir başka olmuştur onda. Aya bakar, nehirde ölüsü giderken, yeniden doğan aya. Sonra, “Ay çıkınca ortaya, bir ada sanır yürek kendini sonsuzlukta” sözleri dökülür dudaklarından. Sonra yüzü asılır ve tamamlar şiirini; “... çil çil gümüş akçeler hıçkırır cüzdanlarda.” Sonra her şey bir göz kapatıp açma süresi kadar hızlı gelişir. Zaten aldığı tehdit mektuplarından başına geleceği sezer gibidir. 16 Ağustos 1936’da, sosyalist belediye başkanı eniştesi bir mezarlıkta kurşuna dizildiği günün gecesi yani, iki asker Federico Garcia’yı yakalar. Kayıt sırasında soyadını sormazlar bile; herkes tanımaktadır onu. Dünya tanımaktadır. Sadece, ‘’C’’ ile mi, ‘’K’’ ile mi yazılıyor soyadın der asker? “C” ile der Federico. “Sabundan bir dili vardır” sanki. “Yıkar sözlerini ve susar.” “Kodla adını” derler. Kodlar adını: L.O.R.C.A... Federico Garcia Lorca! Bir iki gün hiç haber alınamaz Lorca’dan. Sonra bir gün ölüm tutanağını görür dostları: “Savaşın doğurduğu yaralar yüzünden ölmüş olup, cesedi 20 Ağustos’ta Viznar-Alfacar yolu üzerinde bulunmuştur.” Sabah güneşi, içinde Lorca’nında bulunduğu otuz, otuz beş kişiyi götürür portakal bahçelerinin içinden Alfacar’a doğru. Sonra Guadaquivir Irmağının üzerinden geçer ağır asker kamyonu. Fesleğen ve nane kokularının üzerinden... Sonra paslanmış çocuk düşlerinin üzerinden, Endülüs atlılarının nal izlerinin üzerinden geçer. Malaga’nın şarap şişelerinin ve esmer çingenelerin romanslarının üzerinden... Durur sonra kamyon bir dağın eteklerinde. Güneş de durur. Tüfeklerinin kara namluları parlar, güneşin ilk ışıklarında, faşist Franco’nun kara gömlekli askerlerinin. Sonra tüfekler ölüm olur, delip geçer gencecik bedenlerini insanların. Ve Lorca da delik deşik olur güneşin önünde, mahçup, gözünü yumar güneş. ‘’Ve ışık, giderken bir şaka yaptı / Gölgesinden ayırdı çocuğu.’’ (“Deli Çocuk” şiirinden) Bedeninden kan sızmaz Lorca’nın. Birinden “Yaşam Bir Düştür” sızar, diğerinden “Kanlı Düğün”. Birinden “Donya Rosita’’ sızar, diğerinden “Benarda Alba’’. Birinden “Don Perlimplin’’ sızar, diğerinden “Poema Del Cante Jondo’’. Birinden otuz sekiz yıllık bir ömür sızar, elinde kukla tiyatrosuna sarılmış bir çocuk... Diğerinden genç bir Endülüs atlısı için portakal çiçeklerinin suyun üstündeki aya söylediği bir ağıt sızar... Hâlâ sızmakta kan.