“ Ne kap ne kacak; gönül dolusunca yaşıyorum. Zamanı hep yatay sanırlar. Ben geçmişte yokum, gelecekte de yokum. Şimdi dikine varım; yükselmesine sonsuz, derinlemesine sonsuz…"

  “ Ne kap ne kacak; gönül dolusunca yaşıyorum. Zamanı hep yatay sanırlar. Ben geçmişte yokum, gelecekte de yokum. Şimdi dikine varım; yükselmesine sonsuz, derinlemesine sonsuz…" Halikarnas Balıkçısı’na dair bir yazı yazmak istedim; onu özlediğim için, onun büyük bir insanlık anıtı olduğuna inandığım için. Ağacı, kuşu, denizi, bulutu, balıkçıları, köylüleri, tüm insanları, hele hele çocukları deli gibi sevmesine hayran olduğum için... Onun sıcacık, samimi “merhabaaa”sına hasret kaldığımız bu naylondan günlerin, yalancı dostlukların yüreğimde yarattığı ateşten eziyete artık dayanamadığımdan belki de, bilmiyorum? Neyse, konumuz başka, sonra ağlarız. Şimdi ne biliyorsak anlatalım, anlatalım da bir işe yarayalım, namuslu gölgemize sığalım hiç olmazsa... Varlığımızın bir kıymeti olsun. Geçip gittiğimiz dünyaya, minicik de olsa aşka dair bir iz bırakalım! 13 Ekim 1973 günü kaybettiğimiz, Türk yazı sanatının ustalarından Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) Zekeriya Sertel’in sahibi olduğu ’Resimli Hafta’ adlı derginin, 13 Nisan 1925 tarihli, 35 numaralı sayısında, Hüseyin Kenan takma ismiyle yayımlanan “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler?” adlı yazısı yüzünden Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanır. İdamla! Uzun yıllar bu mahkemede neler konuşulduğu, mahkemede Balıkçı’nın kendisini nasıl savunduğu, neden idamla yargılanıp, üç yıl kalebent (Kale hapsi) cezasına çarptırılıp, Bodrum’a sürgün edildiği bir sır olarak kalır. Taaa 1982 yılına kadar... 1982 yılında; Atatürk’ün Yalova Kaplıcaları’nda dinlendiği günlerde ‘Mustafa Kemal’in Telgrafçısı’ olarak da bilinen, Atatürk araştırmacısı Sadi Borak’ın önderliğinde, TBMM Başkanlık Divanı’ndan alınan özel bir izinle, İstiklâl Mahkemeleri’nin ilgili bölümü incelenir ve ortaya ilginç bir hikâye çıkar. 1925 yılının 24 Nisan günü Cevat Şakir evinden polis zoruyla alınıp götürülür. Neden götürüldüğü hakkında hiçbir fikri yoktur. Önce Üsküdar Karakolu’na, oradan da trenle Ankara İstiklal Mahkemesi’ne götürüleceği söylenir kendisine. İstiklal Mahkemeleri’ne gitmenin bir çeşit ölmek olduğunu, mahkemenin verdiği kararın temyizinin olmadığını, oradan sağ çıkmanın neredeyse imkânsız olduğunu duymuştur. İçinde korku kuşları kalbini parçalarcasına çırpınmaktadır. Ancak tren istasyonunda, polislerin arasında olsa da tanıdık birini görür Cevat Şakir. Dönem dönem yazılar yazdığı ‘Resimli Hafta’ dergisinin sahibi Zekeriya Sertel’i... Anlaşılır ki; aynı nedenle, her ikisi de Ankara’ya götürülmektedirler. “Nedir konu?” der Balıkçı endişeyle. Zekeriya Sertel kısa konuşur: “Senin yazdığın bir hikâye var ya, onun için. Hani şu idam edilen asker kaçakları hakkında.” Bu hikâyenin civarında koparılan vaveylayı anlamak için dönemi kısacık hatırlamakta fayda var bence. Takrir-i Sükûn Yasası çıkarılmış, hilafet kaldırılmış ve gericiler “din elden gidiyor” diye her yerde “şeriat isteriz” diyerekten saldırmaya başlamışlardır. Doğuda isyanlar patlamıştır. Hükümet iki yaşındaki Cumhuriyet’i korumak konusunda son derece hassas ve serttir. Her ne kadar Cevat Şakir’in hikâyesi Birinci Dünya Savaşı’nda geçiyor olsa bile, böyle bir ortamda yayımlandığı için, “Halkı askerlikten soğutmaya ve isyana teşvik” suçlamasına maruz kalır ve Ankara bu davetkâr yazıya hoş görüyle yaklaşmaz. “Umum-i Harbin sonlarına doğru bütün memleket asker kaçaklarıyla dolmuştur. Bu hale engel olmak isteyen Evliya-yı Umur, sert tedbirlere başvururlardı. Epeyce zamandan beri hiçbir tarafta kaçakların idamları vaki değilken birdenbire Türkiye’nin bir çok şehirlerinde “sairlerine ibret-i müessire” olsun diye bir çok kaçaklar asılırdı. Hayatlarına son verilen bu kaçaklar, kendilerinden önce muhakemeden sonra tahliye edilen kaçaklardan daha kabahatli değildiler. Bunların siyaset meydanına gönderilmelerinin tek sebebi, baştakilerin kızacakları tuttuğu zaman kendilerinin tesadüfen tutuklu bulunmalarıydı. Bu zavallılar, baştakilerin hiddetine kurban giderlerdi. Hatta dahası var: Kaçaklar iş olsun diye muhakeme edilirlerdi. Fakat, müteessir olmasınlar diye olacak, harp divanları kendilerine kararı bildirmezdi. Bunun için bu zavallılar, duruşmanın gelecek celsesini beklerlerken asılmaya götürülürlerdi.” diye başlayan hikâye, Kunduzlu Mehmet, Karaçörenli (Karacaviranlı) Koca Yunus, Balta Mahmut ve Işıklarlı (Aşıklarlı) Himmet’in keyfi nedenlerle asılmalarını konu eder. Örneğin asılacaklardan birinin geriye dönük hikâyesi için Cevat Şakir şöyle yazar: “Bir defa uzak sınırlara doğru şimendiferle sevk edilirken tren, köylerinin ta yanı başından geçmişti. İşte yüz adım ötede köylerinin evlerini, hatta kendi evinin çatısını görüyordu. Uzun zamandan beri göremediği çocukları ta şuracıkta, bu çatının altında yaşıyorlardı. Kendisi Filistin cephesine gidiyordu. Ama, gidip de dönmemek vardı. “Çocuklarımı bir defa göreyim” dedi. Arkadaşları “sen atlarken biz havaya ateş ederiz!” dediler. Zira kim atlarsa “vurulsun” diye emir vardı. Velhasıl trenden atladı. Bu, işte bir firar vakası olmuştu. Şimdi de onun için asılacaktı.”Umum-i Harbin sonlarına doğru” diye başlayan hikâye, Osmanlıca yazılmıştır. Artık Türkçesini de okuyabildiğimiz yazının içinde, “Filistin cephesine giden bir askerin memleketinden geçen trenden firarı” konu edilmiştir. Ankara İstiklâl Mahkemesi, hikâyenin yayımlanmasının hemen ertesi günü, şimdi bile gıpta ederek okuduğum bir hız ve dikkatle, hikâyenin zararlı ve yıkıcı olduğunu düşündüğü yerlerin altını çizer ve Başbakanlığa başvurarak, dergi sahibi ve hikâyenin yazarı hakkında Takrir-i Sükûn Yasası’na göre işlem başlatılmasını önerir. Bu yazının içeriğinde ‘umumi efkârı karıştırmak gayesi’ olduğunu düşünmektedir Ankara. Altı çizilen yerlerden biri, hikâyenin ortalarına yakın bir yerde kullanılan: “Kendilerinin idamına sebep olan cürümden çok daha vahimini irtikap etmiş bulunanların kayıtsız şartsız tahliye edilmiş bulunduklarını düşündükçe ıstırapları ziyadeleşiyordu.” tümcesi, diğeriyse hikâyenin sonundaki “Onlar, öldüklerine değil, gürültüye gittiklerine yanıyorlardı. Hapishanede hakiki katiller keyif sürerken, onların öldürülmesi... İşte zavallıları öldüren manevi azap buradaydı. Fakat gittiler, bir daha gelmediler. O gece bütün hapishane onların matemini tuttu.” tümceleridir. Konu TBMM’ye geldiğinde, Bakanlar Kurulu rüzgâr hızıyla bir karar alır. “Ankara İstiklâl Mahkemesi Müddeiumumiliğinden gelen 14 Nisan 1925 tarih ve 5028 numaralı tezkerede İstanbul’da çıkan Resimli Hafta mecmuasının 14 Nisan 1925 (*Bu tarih yanlış yazılmıştır evrağa. 13 Nisan olmalı. HF) tarih ve 35 numaralı nüshasının 6. sayfasında “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler?” başlığı altında çıkan hikâyenin umumi anlamı, şu sırada halkı askerlikten soğutmaya yönelik bir mahiyette ve seferberlik aleyhine bir kasdi mahsus ile mahirane bir tarzda tertip edilmiş olması umumi efkârı karıştırmak gayesi güttüğü cihetle adı geçen gazete hakkında Takrir-i Sükûn Kanunu’na uyarak bir karar alınması teklif edilmiştir. Keyfiyet, İcra Vekilleri Heyeti’nin 18 Nisan 1341 (*1925.HF) toplantısında görüşülerek, Takrir-i Sükûn Kanunu ahkâmına muhalif görülmüş olan neşriyat hasebiyle Resimli Hafta Mecmuası’nın yayımının yasaklanması ile İstiklal Mahkemesi’ne verilmesine karar verilmiştir.” 18 Nisan 1341 (1925) Evrağın altındaki imzalar; Türkiye Reisicumhuru Gazi M. Kemal, Başvekil İsmet, Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü, Dahiliye Vekili Cemil, Bahriye Vekili İhsan, Müdafaai Milliye Vekili Recep, Adliye Vekili Mahmut Esat, Sıhhıye ve M. İçtimaiye Vekili Dr. Refik, Ticaret ve Ziraat Vekaleti Vekili Ali Cenani, Nafia Vekili Süleyman Sırrı, Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve Maliye Vekili Hasan Hüsnü. Cevat Şakir’in başı fena halde derttedir. Ülkenin en üstündekiler ona, asılması anlamına gelen İstiklal Mahkemeleri’nin yolunu göstermektedirler. “Dört Aliler” diye bilinen Ankara İstiklal Mahkemesi yargıçları; Başkan Ali Çetinkaya (Kel Ali), Ali Kılıç, Ali Necip ve Ali Zırh adları anıldığında bile duvara yaslanıp, yoldan çekilecek kadar korkulan kişilerdir. Tuhaf bir rastlantıdır ki, mahkemedeki savcının adı da Ali’dir. Ali Küçüka. Mahkeme başlar. Başkan Ali Çetinkaya son derece yıkıcı ve Cevat Şakir’in hayatı boyunca unutamayacağı hakaretlerle konuşur Cevat Şair’le. Sanki mahkemenin sonucu şimdiden bellidir.Bu noktada bir ayrıntıyı atlamamalıyız bana kalırsa. Cevat Şakir’in hayatı boyunca büyük bir sır olarak kendinde tuttuğu, babasını öldürdüğü için 15 yıl hapis cezası aldığı söylenen olayın geçtiği yer Afyonkarahisar’dır. Bu olayın olduğu günlerdeyse, şimdi mahkeme başkanı olan Ali Çetinkaya, Afyonkarahisar Jandarma Komutanlığı görevindedir. Doğal olarak olayı bilmekte ve hatırlamaktadır. Cevat Şakir’in sorgusunda isim, soy kütük gibi rutin sorulardan sonra şöyle bir soru gelir Ali Çetinkaya’dan:
  • Babanızın adı?
  • Babam Şakir Paşa’dır. Sadrazam Cevat Paşa’nın kardeşidir.
  • Nerede oturuyorsunuz?
  • İstanbul’da oturuyorum.
  • Karahisar vakasında bulunan siz misiniz?
Cevat Şakir’in korktuğu başına gelir. O da hatırlamaktadır Ali Çetinkaya’yı. Susmanın bir anlamı yoktur artık. Uzun bir susuştan sonra yanıt verir.
  • Evet efendim.
  • O vakit mahkûm oldunuz. Pederinizin katili olarak değil mi?
  • Evet. On beş seneye mahkûm oldum. Yedi sene mahkûm kaldıktan sonra kurtuldum. Yanlış yorumlara yer bırakmamak için takma ad taşıyorum.
(Meraklısına Not; . Bu ‘babasını öldürme konusu’ hâlâ tam olarak açıklığı kavuşmuş olmamakla birlikte, bu konuda neredeyse tek kaynak, Balıkçı’nın Azra Erhat’a yazdığı bir mektuptur. 19 Aralık 1958 tarihli mektupta babasının ölümüne neden olduğu tartışmayı şöyle anlatı Balıkçı: "Eh canım canım, münakaşa pek karışık konular üzerineydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikde her zaman bir suikastdan korktuğu için, yanında müteddit tabancalar ve silahlar bulundururdu. Evvela zengin bir adam, sonra asker. Münakaşa öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etdi. Ben restgele ordaki bir tabancayı alarak - amma onun eli tabancaya giderken yüzünden okudum - ona doğru nişan almadan ateş etdim. 'il y a eu deux cooups.' İlkin onunki sonra - hemen sonra- benimki. Aynı zamanda gibi bir şey. Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Hayır o öldü. Ben de ölümden beter mahvoldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum... amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendi kendime olan güvenimi kaybettim. Yani kendimi o gün bugün yalan sanıyorum." (Azra Erhat / “Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı” / Çağdaş Yayınları / Eylül 1979 / 2. Baskı / Sayfa 151) Bu konuda, Cevat Şakir’in Oxford’da okurken babasının parasını ölçüsüzce savurup, bohem bir hayat yaşamasının babasını çok sinirlendirdiğini, bu konuda sürekli kavga ettiklerini, bu kavgaların birinde bu kazanın olduğunu bahane edenler de var; 1913 yılında evlendiği Agnesia Kafiera isimli İtalyan eşiyle, babası Şakir Paşa’nın yaşadığı yasak bir ilişki ihtimalinden söz edenler de... Ama hepsi puslu bir pencerenin ardında kalmaya mahkûmdur; çünkü Balıkçı, yukarıdaki mektuptan başka bu konuda ömrü boyunca hiç konuşmadan çekip gitti.) Biz mahkemeye dönelim. Mahkeme kısa sürer ama önyargı olumsuzdur Cevat Şakir için. Sorgunun sonunda Balıkçı, yazdığı hikâyenin ülkenin içinde olduğu bugünlerin değil, on yıl önceki Birinci Dünya Savaşı günlerini anlattığını söyler ve ekler; “On yıl önce geçmiş bir olaydır. Askerden kaçmayı da hoş gören bir adam değilim. Her ne kadar asker değilsem de askerliğin şerefini bilirim.” Ali Çetinkaya bu söz üzerine çok sert bir çıkış yapar: “Siz kendinize onlardan bir şeref hissesi ayıramazsınız.” Mahkeme 1925 yılının 28. günü, kararını bildirmeden sanıkların son savunmalarını ister. Bir önceki duruşmada Ali Çetinkaya tarafından yaralanan Cevat Şakir, son savunmasında her şeyi göze almış gibidir. İçindeki yaraya acımasızca tuz basan mahkeme başkanına karşı son savunmasında, kısacık da olsa, Oxford’da okuduğundan, Mesnevi’yi İngilizce ve İtalyancaya çevirdiğinden söz ettikten sonra, içini kemiren ‘baba katilliği’ konusunda da bir açıklama yapar: “Reis Beyefendi Hazretleri! Geçen oturumda eski mahkûmiyetime temas buyuruldu. O zaman mahkemeden çıkan hükme nazaran bu beyanat haklı olamaz. Çünkü, ana-baba katli, taammüden olmasa da, idamı gerektirir. Halbuki bendeniz idama değil, 15 seneye mahkûm oldum. Belki Reis Beyefendi Hazretlerinin bendeniz hakkında bazı duydukları vardır. Halbuki kardeşlerim de en ince özelliklerimi biliyorlar. Onlar da suçsuzluğuma inanıyorlar.” (Meraklısına Not; Cevat Şakir 15 senelik mahkûmiyetinin yedinci senesinde vereme yakalanır ve ardından tahliye edilir.) Mahkeme binası iki katlı ahşap bir evdir. Balıkçı, yıllar sonra o mahkemeden söz ederken: “Ben Fransa’da Adliye Dairesi’ni yani ‘Palais de justice’i, Londra’daki Adliye Dairesi’ni gördüm. Fakat o adliye saraylarının on tanesini birbirinin üstüne koysalardı, o ufacık, kutucuk ahşap medrese odasının heybetine –imkân yok- ulaşamazlardı” diyecektir. Mahkeme sürerken, Cevat Şakir ve Zekeriya Sertel, henüz inşaat halindeki Cebeci Hapishanesi’nde tutulurlar. Hapishane’ye sık sık uğrayan bir bakan vardır: Nabizade Hamdi. Bakan, Zekeriya Sertel’in arkadaşıdır. Cevat Şakir’i orada tanımış olsa da, onların serbest kalması için nüfusunu kullanmaya çabalar. Hatta mahkemeden idam çıkacağını ama korkmamaları gerektiğini, bu kararın uygulanmayacağını müjdeler bir gelişinde... Ne kadar dramatik değil mi? Belirsizlik demiri çürüten pas gibi içlerine siner iki mahkûmun. 28 Nisan 1925 günü, üç Ali (Ali Çetinkaya, Ali Kılıç ve Ali Zırh) imzalı mahkeme kararını açıklar: “... 23.4.41 (*1925) tarih, 103 esas numaralı iddianamesiyle evrak-ı müteferri’ası mahkemeye tevdi kılınmakla icra kılınan muhakeme neticesinde bu namdaki başlık altında yayımlanan hikâyenin genel anlamı, şu sırada halkı askerlikten soğutmayı amaçlayan nitelikte görülmüş olduğundan ber mucib-i talep Kanun-i Ceza-yi umuminin 60. maddesinin 1. fıkrası mucibince her ikisinin de... üçer sene kalebent edilmelerine kati surette yüzlerine karşı ve müttefiken karar verilmiştir.” İdam beklerken üç yıl sürgün cezası alan her iki Bodrum mahkûmu sevinçten deliye dönerler. Hiçbir kanıt olmamakla birlikte Bakan Nabizade Hamdi’nin çabalarının bu kararda etkisi olduğunu düşünüyorum ben. Neyse, Cevat Şakir sürgün yeri olan Bodrum’a giderken, Zekeriya Sertel bilinmez bir kararla, Bodrum’a hiç gitmeden, Sinop Kalesi’ne gönderilir. O güne kadar geçinmek için dergi ve gazetelere resimler, desenler çizen Cevat Şakir Bodrum’a geldiğinde uğradığı değişikliği, Babıali’nin boğduğu Cevat Şakir’in ölüp, 1926 yılından sonra kullandığı “Halikarnas Balıkçısı” isminin nasıl doğduğunu “Mavi Sürgün” kitabında çok etkileyici bir biçimde anlatır. "Aylardan beri muhafaza altında, karakol gibi, koğuş gibi yerlerde yatmıştım. Ama artık her gün jandarmaya gözükmek ve köyden çıkmamak koşuluyla özgür olabilecektim. Hemen kutu gibi, beyaz badanalı bir ev kiraladım. Evin solunda bir avlusu vardı. sokaktan avluya, avludan da eve giriliyordu. Avlunun tabanı kayrak taşlarıyla döşeliydi. Sokağa açılan kapısının tam karşısında denize açılan bir kapısı daha vardı. Evin avluya açılan kapısının yanıbaşında, bel boyu duvar bilezikle çevrili bir de kuyusu vardı. Avluya girdim, sokak kapısını kapadım. Avludan denize açılan kapıyı açtım. Heyyy! Açılan kapı, birdenbire gözlerime ve gönlüme açık denizleri, kıyı ve adaları verdi. Batı göğünde, günün ufka veda edişi, turuncu ve kıpkızıl çizgiler çekmişti. Onların üstünde Bodrum Kalesi kapkara bir siluet kesinliğinde yükseliyordu. Kıyıda beyaz evler pembeleşmiş, denizin mavisi de koyu menekşe olmuştu. Dalgalar eve doğru gelirken, tepeleriyle güneşin son ışığını kapıyorlar, uçlarından kırmızı kırmızı kıvılcımlar savurarak, kapının iki adım ötesini pembe köpükleriyle yalıyorlardı. Köpükle kapı arasında, kum ve gümüş teller gibi parıldayan kuru yosunlar vardı. Çocukluktan beri ilk defa çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya dizüstü düştüm. Şiddetle hayret ettim, içimde hayranlık! Gönül açıklığı! Şükran! Kıyamet kopuyor. Parmaklarımı yosunlara, kumlara daldırdım. Güzel dünyanın kumlarını, deniz çakıllarını, yosunlarını, sanki inci, pırlantaymışlar gibi yüzüme gözüme sürdüm, üstüme başıma avuç avuç akıttım. O deniz, o adalar güzellikte en aşırı hayalin cennet diye göz önüne getirilebileceğinden bir kat daha güzeldi. Hele o berrak gök, uzaklıklarda ne uysaldı! Denizi, asma yapraklarının fısıltısını duyuyordum. Burada ölmeyecek kadar kuru ekmek ve suyla yaşamak mutluluğunu özlüyordum. Dizüstü düşmek, bir çeşit fırlamak, havalanmaktır. Babıali Yokuşu'nun boyunduruğuna vurulmuş olan Cevat, boş bir kalıp olarak yerde yığıladururken, onun ortasında -içinde sanki bir milyar kuş sevinçle cıvıldaşarak- Halikarnas Balıkçısı irkilip, dikilmeye koyuluyordu. Yerde bir kalıp kalıyordu. Onun içinden başka bir insan kalkıyordu. Üsküdar'dan altı ay önce ayrılmıştım. Oysaki yalan! Yerden kalkan, 'Balıkçı', Üsküdar'dan binlerce yıl önce ayrılmıştı!...”