“... Canım yazmak istiyor; yazmanın da ötesinde, yüreğimin derinliklerinde yatan bir sürü şeyi gün ışığına çıkarmak istiyorum.” (Anne Frank) Oldum olası yazı yazmayı sevdim. Hep sevdi...

... Canım yazmak istiyor; yazmanın da ötesinde, yüreğimin derinliklerinde yatan bir sürü şeyi gün ışığına çıkarmak istiyorum.” (Anne Frank) Oldum olası yazı yazmayı sevdim. Hep sevdim, hep... Bunca yıldan sonra (ilk yazımı sanırım ilkokul sıralarında yazmıştım) şunu iyice anladım ki, yazmak için okumak -hatta çok okumak- gerekirmiş. Ancak okuduktan sonra ömrümüze bir de “yazar-yazaninsan” niteliği ekleyebiliriz. O zaman bedava sandığımız emanet yaşam bir anda ölümsüz, yemyeşil bir manzaraya dönüşüverir. Sonsuzluk denilen, uğruna ciltler dolusu kitaplar yazılan ölümsüzlük görünmeyen bir güç tarafından bize armağan edilmiş olur. Yazı yazanların tümü (hiç kuşkum yok ki) sadece bu sonsuz ve yemyeşil manzarayı izleyebilmek için çoğu zaman biyolojik yaşamlarında akıl almaz sıkıntılar çekmişler, bundan sızlanmamışlar ya da bu sıkıntıları çekmeye kimsenin olmadığı kadar gönüllü olmuşlardır. Peki nedir şu cazibesi soluk almak kadar çekici olan yazmak dedikleri şey? Yazmak; anlamaktır en çok, güzel anlatmaktır. Hayatı tüm renkleriyle görebilme ayrıcalığıdır. Her şeyi, her anı yönetebilecek tanrısal bir üstünlüktür. Yani Aristoteles'in yeniden yaratma dediği “mimesis” tir. Ben büyük filozofa bir ekleme yapmak istiyorum. Yeniden yaratma ve kesintisiz, her anı yaşamak ve sonsuza kadar yaşatmaktır aynı zamanda yazmak ... Peki yazar kimdir? Yazar; yazmaktan vazgeçemeyen, yazmadığı zaman soluğu kesilen, yazma dürtüsünü bir zehir gibi kanında taşıyan ve bu uğurda tüm yaşamsal becerilerinin içinde yazma eylemine altın madalya takan zavallı bir Tanrı’dır. Yazmasa öleceğine inanır. Her yeni yazısında güçlü bir fırtınaya atılıp, o fırtınanın içinden yepyeni hayatlar çıkarır. Kendisinden başkası olabilen ve ötekiler dediğimiz herkesi en az kendisi gibi saygıyla, aşkla karşılayandır. Yani toplumun aynasında tüm güzelliğini ve çirkinliğini bulan, yani sadece yaşayarak ölümü eksilttiğine inanan, yani Tanrı’nın suretini kendi yüzünde taşıyan, sıradan, yüzünde öyküler, elinde yazma kuşları taşıyan, en az sizin kadar sizin olan herhangi biridir. “Söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yapamadım, koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.“ Ne güzel özetlemiş Sait Faik değil mi? Yazmanın gücünü hep eksik nitelediğimi düşündüğüm, yazdıklarımı yetersiz bulduğum, hakkıyla anlatamadığımı hissettiğim bir anda birden aklıma bu dizeler düştü. Ohh be! ... Ama biliyor musun okuyucu, bence yazmanın ne olduğunu tam olarak anlatacak kadar güçlü bir kalem doğmadı henüz. Belki fikir veren tanımlamalarla karşılaşıyoruz ya da o büyük çiçek bahçesinin kokusunu duyuyoruz bazen. Ama yazmak yine de tanımlanamaz bence. Eski zaman şairlerinden Petrarque'ın hikayesini bileniniz vardır. Hani şu hiç durmadan yazan, yazmadığı zaman hasta olan şairin... Petrarque (1304-1374) yine deli gibi çalıştığı o günlerin birinde, dostu Cavaillon Pisikoposu böylesi bir çalışma temposunun dostuna zarar verebileceğini düşünmüş ve ondan kitaplığının anahtarını istemiş. Petrarque'da hiç düşünmeden verivermiş anahtarı ... Sonra sormuş: “Niye kitaplığımın anahtarını istedin dostum?” Cevap çok dostanedir. “ On gün süreyle çalışmanı engellemek için. Yoksa yazarken eriyip gideceksin ve ben bir dostumun kendini böyle harap etmesine seyirci kalmak istemem.” Petrarque önce bu teklife sıcak bakmış. “ Ne iyi ” demiş, “dostum beni seviyor”... İlk gün çok zor gelmiş ona. İkinci gün bitmek bilmemiş.Üçüncü gün bir baş ağrısı ki, öleceğini sanmış. Dördüncü gün ateşi yükselmiş; biri boğazını sıkıyormuş gibi gelmiş ona. Pisikopos bakmış Petrarque elden gidiyor; “ Aman al şu anahtarı, al da git yeniden yaşa, git kitaplığına” deyip anahtarı geri vermiş.(Belki verdiğim örneği biraz abartılı buldunuz. Ama inanın, ben bu anekdota ilk duyduğum günden beri hayran kulaklarım ve heyecandan atışı hızlanan bir yürekle inandım.) Sonra Chateaubriand'ın tuhaf bir yazarlık hikayesi vardır. François – Rene Vicomte de Chateaubriand, Fransızlar’ın gururla andığı bir edebiyat ve siyaset adamıdır. Derler ki, gençliğinde oturduğu masanın başından kalkmadan, on iki ile on beş saat arasında çalışırmış. Aynı Balzac gibi. Bu iki ünlü yazarın yazma yöntemleri aslında birbirine çok benzer. Bu yüzden ikisinin hikayesini birlikte anlatmak daha doğru olacak. Bir roman düşünün. Romanda yazarlık yapmak için gece gündüz çalışan bir genç adam var. Bir de onu fiziksel dünyanın nimetlerine davet eden bir arkadaşı olsun. Hava da nefis olsun, diyelim ilkbahar. Arkadaşı, yazarlık heveslisini ayartmaya çabalıyor. Acemi yazarın cevabı kendince çok soyludur: “Sevgili arkadaşım, sen sanıyor musun ki Balzac, her güzel havada dışarı dolaşmaya çıkardı?” Aklı sıra yazmanın büyük bir cefa olduğunu anlatıyor. Oysa arkadaşının cevabı daha dramatiktir: “İyi de budala, sen kendini Balzac mı sanıyorsun? Balzac, hayatın tam ortasında Balzac oldu. Kapalı odalarda değil ...” Yazmak için kendisine eziyet etmeyi göze almak nasıl açıklanır bilmem ki? Aklındakini kâğıda dökememek nasıl bir sancıdır bir düşünsenize. Bilmek ve yapmak nasıl da başka şeylerdir. Yazı yazan insanların ortaya koyduğu ürünleri, onları okuyarak tüketiriz tüketmesine ya... hiç kuşkum yok ki onların bu eserleri nasıl yazdıklarını da hep merak ederiz. Bir toprak testinin bir avuç çamurun içinden nasıl çıktığını da merak eder insan. Ya da bir marangozun koca koca ağaçlardan o güzelim masaları nasıl bu kadar pürüzsüz yaptığını da... Ama bir yazarın nasıl yazdığını nedense daha çok merak ederiz. Bu bize daha olağanüstü görünür, daha gizemli ve hayranlık uyandırıcı ... Bir insan neden yazar? Para kazanmak için? Olabilir. Şan, şöhret için? Tarihe bir iz bırakmak için? Bunlar da olabilir. Ya da sadece rahatlamak için, yazı yazmak için ... Ama tüm bu “mahkûmiyetlerin” ötesinde yazı yazıyorsanız ... bunu konuşmalıyız. Chateaubriand konuşulması gereken bir yazardır. Bir kere son derece zengin biridir. Bu zenginliği soylu ailesinden gelmektedir. Tüm dünyayı sadece keyfi için gezmiş ve ömrünce ne yemekten, ne içmekten geri durmamış, eksiklenecek hiçbir şeyi olmayan biridir. Ülkesi adına büyükelçilik yapmış, bakanlık yapmış biri ... Yani şan şöhret tarafı da var ... E, ne diye böyle biri gününün on iki ila on beş saatini yazarak geçirir ki? Hem de kendi deyimiyle “aynı sayfayı yeni baştan on kez yazmacasına ...” Tuhaf değil mi? Chateaubriand'ı yerine bırakıp, biraz da Balzac'a bakalım, nasıl yazarmış? Her gün en az 2000 kelime yazan Balzac, her akşam saat altıda uyumaya çekilip gece yarısına kadar uyurmuş. Sonra kalkıp on iki saat boyunca aralıksız çalışır, bu arada da hiç durmadan kahve içermiş. Tam bir kahve bağımlısıymış yani. Bakın tutkusu olan kahve için nasıl bir güzelleme yazmış: “ Kahve midenize girer girmez büyük bir hareket başlatır. Düşünceler, savaş alanındaki büyük ordunun taburları gibi oradan oraya koştururlar ... Ve savaş başlar. Hatırlanan şeyler dörtnala gelir. Karşılaştırmaların süvarileri saldırıya geçer; mantığın topçuları cephaneleri yığıp yığıp ateşler; zekanın topları atılır. Benzetmeler yükselir savaş alanından; kağıt mürekkeple kaplanır. Savaş nasıl barutla biterse, bu da kapkara suların selleriyle sona erer.” Anladığımız şu ki; Balzac'ın kahvesini elinden alsaymışız, o muhteşem romanlarını yazamayacakmış üstad. Ne diyelim, iyi ki kahveyi yaratılmış. Bu anekdotların sonu gelmez. Arada bir, yeri gelirse hatırladıklarımı yine sizinle paylaşırım ama asıl anlatmak istediğim başka bir yazar var. Bu yazar yazmayı ibadete dönüştürmüş, dünya edebiyatına klasikler armağan etmiş Gustave Flaubert'tir. Flaubert ve ünlü eseri “Madam Bovary”nin yazım hikayesindeki bazı ayrıntılardan söz etmek istiyorum biraz da. Flaubert, Fransa'nın yetiştirdiği en büyük romancılardan biridir. Bütün büyük yazarlar gibi o da eserlerini ortaya koyarken çok ama çok çalışmıştır. Hayır hayır eksik söyledim, ölesiye çalışmıştır Flaubert. Neden böyle bir açıklama yaptım biliyor musunuz? Çünkü Flaubert bir romanı ortalama beş yılda bitirebiliyormuş. Mektuplarından öğrendiğimize göre; haftada sadece iki sayfa, altı haftada yirmi beş sayfa, iki ayda yirmi yedi sayfa temize çekebiliyormuş. Ne tuhaf değil mi? Sıkı bir okuyucu orta kalınlıkta bir kitap olan Madam Bovary'i dört, bilemedin beş saatte okuyup bitirebilir. Ama bu kitabın her sözcüğünün yüzlerce saat süren emekle oluştuğunu düşünmez. Flaubert bir mektubunda şöyle diyor: “ Yılbaşından ya da daha doğrusu şubat ortasından Paris'ten dönüşüme kadar geçen zaman içinde yazdıklarımı temize çektim; hepsini yaktım (sonra) geriye tam on üç sayfa kaldı, ne fazla ne eksik; yedi haftada on üç sayfa! Bu sayfaların sonunda bitirmeyi başardım ve sanıyorum yapabileceğimin en iyisini yaptım.” Usta bir kalem olan Flaubert'in bu denli titiz çalışmasının nedeni ne olabilirdi acaba? Fransız incelemeci M. Faguet, Flaubert'in iyi yazı yazabilmek için çok çalışması gerektiğini, buna gereksinimi olduğunu, çünkü onun iyi bir yazar olmadığını ileri sürer. Ve savını desteklemek için romancının ciltler tutan mektuplarını gösterir. Aslında haksızda değildir. Flaubert'in mektupları incelendiğinde mektuplarının son derece savruk, yazım kurallarının boş verildiği, sanatsal olandan uzak yazılar olduğu düşünülebilir. Ancak öte yandan roman eskizleri incelendiğinde Flaubert'e haksızlık etmemek gerektiğini düşünür insan. Flaubert, romanlarında kendisini öyle bir sıkmıştır ki; uzaktan ona acıma duygularıyla bakarız ve mektuplarındaki bu hoyratlığı, okuldan kaçmış bir çocuğun, özgürlüğün tadını çıkarması gibi bir şey olduğunu düşünürüz. Şimdi isterseniz biraz da şu ünlü Fransız madamından bahsedelim: Madam Bovary'den... Madam Bovary 1857'de yazıldı. İçinde bulunduğu çevre koşullarından hoşnut olmayan, daha renkli dünyalar düşleyen bir kadının kendini öldürmesiyle son bulan ünlü bir romandır Bovary'nin hikayesi... Birçok kişi bilmez ama gerçek bir kadındır Bovary. Bovary'nin gerçek adı Delphine Delamare'dir. (1822 – 1848) Delphine zengin bir çiftçinin kızıdır. Bir köy hekimiyle evlenir. Ancak sürdüğü hayat onun mutlu olmasına yetmez. Onun gözü daha yukarılarda, daha renkli yaşamlardadır. Özendiği yaşantıyla içinde bulunduğu gerçek yaşam,genç kadında zamanla büyük uçurumlar yaratacak, bu uçurumların giderilemez sorunları da Delphine'nin acınası sonunu hazırlayacaktır. Genç kadın bedenine büyük gelen özlemlerine kavuşamayacağını anladığında arsenik içerek canına kıyar. Bir arkadaşından Delphine Delamare'nin hüzünlü hikayesini dinleyen Gustave Flaubert bu hikayeden çok etkilenir ve sadece kadının ismini değiştirerek hikayeyi “Madam Bovary” adıyla roman formunda yazar. Sadece Flaubert değildir bu yöntemle yazan. Dünyaca ünlü Robert Louis Stevenson'un (1850 – 1894) “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” romanı da gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmıştır. William Brodie (1741 – 1788) tanınmış bir iş adamıdır ve aynı zamanda Edinburgh belediye meclisi üyesidir. Ama geceleri soygunculuk yapmak gibi bir yönelişi vardır. Uzatmayalım, bir gün yakalanır ve asılarak idam edilir. Stevenson'da onun bu “çifte kişiliğinden” etkilenir ve Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ı yazar (1886) ... Sonra Robinson Crusoe... Defoe'nun ünlü romanı, Alexander Selkirk (1676 – 1721) adlı İskoçyalı bir denizcinin başından geçen gerçek bir hikayedir aslında. Sonra “Kamelyalı Kadın”, Alexander Dumas Files'in ölümsüz eseri de öyledir. O ünlü kamelyalı kadın Marie Duplesis (1824 – 1847) adlı korseci bir kızdır. Sonradan fahişe olan Duplesis, “yüksek sosyeteye” ancak böyle girilebileceğini düşünmüş olmalı. Genç yaşında tüberkülozdan ölen Duplesis, birçok aşığından biri olan Dumas Files'e ölümünden bir yıl sonra “Kamelyalı Kadın”ı yazdırır. (1848) Yazmaya niyetlenmiş birinin, çalışmaktan korkmaması şarttır bence. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama; “ Başarmanın sahibi olmak için, çalışmanın kölesi olmalısın” sözü geliyor aklıma. Çok doğru... Yetmedi, bi'daha söylemeliyim; çok hem de pek çok doğru. William Faulkner demiş ki; “ İnsan ölümsüzdür, bütün yaratıklar arasında yalnız onun tükenmez bir sesi olduğu için değil, gönlü olduğu için, ruhunda şefkat ve fedakarlık, sabır ve dayanma gücü bulunduğu için... Şairin ve yazarın ödevi işte bunları yazmaktır. İnsanın gönlünü yükseklere çıkarmak ve ona geçmişin zaferi ve şanı olan mertliği ve onuru, umut ve vekarı, merhamet, acıma ve feragatı hatırlatarak dayanma ve kalımlı olma çabasında insana yardımcı olmak (yalnızca) sanatçıya vergidir.” Ah canım büyük yazarlar, canımın içi eşsiz şairler! Çağınızın en renkli çiçeklerini sizin gözleriniz gördü; en şişman, en beyaz bulutları sizinkiler. Dağlar baştan başa sizin yüzünüzdeki coğrafyada kayboldu, ufuk çizgisi göz bebeklerinizde son buldu. Kiminiz tüyle yazdınız, kiminiz kalemle, kiminiz klavyeyle. Ama biliyorum ki hepiniz elinizin içindeki kuşları salarken havaya, hep aşktan söz ettiniz. Aşk dediniz fısıltıyla, yüzünüzden yüzlerce kuş havalandı göğe doğru. “Yüzümü aka sürdüm, kara çıkarma! Menzilim ol, menzilim ol; ol kara sevda!” Hayat mı sanatı yaratır, yoksa sanat mı hayatı şekillendirdirir? İlkel insanlar gibi “Hayat olmazsa hiç bir şey olmaz” demiyorsanız bir iki dakika düşünmeye davet ediyorum sizi. Hayat varsa; o, sanatın inceliğiyle, erdemin tutkusuyla, aşkın coşkusuyla vardır. Nefes almak, para kazanmak ya da bir işinin olması, yukarıda saydıklarım olmazsa hayatın sunduğu en ağır yüktür omuzlarımızda. Altında ezildiğimiz, huzursuz günlerin, kabus dolu akşamlaraysa, sanatın direnme gücü olmadan ne kadar dayanırız bilmem? Yani dediğim o ki yoldaşlar; yazarlar ve şairler dünyanın en şanssız kimseleridir ki; hayatı bir şeytanın gözleriyle, tüm ayrıntısında görürler. Yazarların içinde hem Musa yaşar; elinde Kızıldeniz'i ortasından ayıracak bir değnek, hem İsa yaşar, çarmıhının çivilerini elinde gezdirerek... Hem Muhammed yaşar, tüm sevgili dilekleriyle, Bedir'de, Uhud'da ağlayarak yakarır ölü kardeşlerine Arap çöllerinde,hem insanlar yaşar renk renk... Karıncalar kadar çok, balıklar kadar parlak, kuşlar kadar ürkek, kendileri gibi cesur... Her insan yüzünde binlerce öyküyle dolaşır hayatını... Çoğu farkında bile değildir. Ama yazan insan farkındadır. Her insanın bir şiiri vardır. Öyle acayip bir zamanda duyar ki insan onu, korkudan saklanacak yer arar. Ama yazan insan o şiiri bağırarak okuyandır. Her insanın bir yıldızı vardır. O, kişinin bütün düşleridir aslında. Herkesin bir yıldızının olması ne güzeldir. Ama yazan insanların yıldızları doğdukları andan itibaren gözbebeklerinde açan papatyalar gibi parıldadığından yıldızlar onlara sahip olmak için yarışırlar. En basitinden ve en dobra ağızla söylemeliyim ki... yazmayı seviyorum. Yazmayı çok seviyorum. İçimde kıvrılarak uzayan bir dağ patikası, karşıki dağların doruklarında bir şapka gibi duran kar kümesi ve solumda bir tren yolu... Az ötede bir nehir. Ama temiz, ama içinde balıkların olduğu... tahtadan köprüler, sarılmış sevgililer, hem ay mehtabı hem çatır çatır bir güneş var havada... yazmayı seviyorum... Hayatı seviyorum... İçimdeki şeytanı seviyorum, mesleğimi seviyorum. Beni yüceltmeye çalışan köle psikozunu, beni alaşağı etmeye çalışan iyeliğe karşı içimde büyüyen anarşist şarkıların bağırışlarını seviyorum. Kendi çocukluğumun elinden tutup hayattan korkmasını engellemeyi seviyorum....Yazmayı seviyorum. Birinin kalbinde korku ne kadar azsa, özgürlüğü o kadar çoktur. Yani beni özgürleştiren yazmayı seviyorum. Bir yazmak istiyorum ki ey okuyucu, o memlekette kimseler fesatlık taşımasın. Kimseler yalan söylemesin, birbirini dolandırmasın. Aşklar sular gibi tertemiz olsun orada. Gözler ışıl ışıl, sanki her biri küçülmüş güneşler olsun. Çocukların kirli yüzlerinde seyredelim yakamozda zıplayan balıkları. Açlık olmasın, aç kalmasın dünyada hiç kimse. Ağaçlar gelinlik kızlar gibi beyazlansın baharda, başaklar tohum dolsun, fışkırsın bereket genç yarınlara... Düş bu ya, Tanrı baksın, baksın da yukarıdan en sonunda; “Tamam” desin, “Bunların bana ihtiyacı kalmamış, bunlar aşkı keşfetmiş, bunlar sanatı keşfetmiş, bunlar birbirini sevmeyi keşfetmiş, ben gideyim artık.” Düş bu ya, Tanrı böyle dediği gün gelmiş geçmiş bütün ölü ya da diri yazan insanlar “Amin” diye bağırsınlar ve ölüler yattıkları toprakta, diriler yattıkları yatakta gerçek ve süt kokan uykulara dalsınlar.