“ Her birey bu kader vaktinde elinden geldiğince kendini savunmalı … ve insanlığın kırbacına, faşizme ve mutlakiyetçi devleti andıran her türlü sisteme karşı mücadele etmelidir.” 18 Şubat 1943 sabahı...

“ Her birey bu kader vaktinde elinden geldiğince kendini savunmalı … ve insanlığın kırbacına, faşizme ve mutlakiyetçi devleti andıran her türlü sisteme karşı mücadele etmelidir.” 18 Şubat 1943 sabahı “Beyaz Gül” imzalı el ilanları Münih Üniversitesi'nin bahçesini kaplar. Bildirinin bir bölümünde yukarıda alıntı yaptığım sözler varken; geri kalanında da şunlar yazmaktadır: “Alman halkı ne yapıyor? Hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyor. Hitler'in peşinde körü körüne uçuruma gidiyor... Almanlar! Biz herkesin nefret ettiği ve insanların dışladığı bir toplum mu olacağız hep? Hayır!... Yüreğinizdeki kayıtsızlık örtüsünü yırtın! Nasyonal sosyalist görüşler insanlığa aykırıdır!” Bu bildirinin dağıtılmasından sadece dört gün sonra da Beyaz Gül Direniş Örgütü'nün kurucuları idam edilir. Bu yazımda; “ toplumuna duyarlı bir genç olmak, çağına tanıklık etmek ve yönlendirici gücün elinde olduğunu hissettirmek” üzerine bir gençlik örgütünün hazin hikayesini anlatacağım. Yazımın girişinden de anladığınız gibi Hitler Almanyası’ndayız. Çünkü tarih, hiçbir döneminde o günlerdeki kadar ucuzlatmamıştı insan hayatını. İnsani değerler hiç o günlerdeki kadar ayaklar altına alınmamıştı... Böylesine karanlık günlerde bu karanlığa, beyaz bir gülü yüreğine en yakın yere takarak direnmekte herkesin harcı olamazdı zaten. İşte o delikanlı gençlerin hikayesi. Beyaz Gül, pasif bir direnişin adıdır. Başını Hans Scholl'un çektiği bir avuç üniversiteli gencin, ülkelerine olan bağlılıkları adına toplumu uyarmak üzere eyleme geçtikleri ve “romantik” eylemleri sonucu canlarını vermelerinin hikayeleri... Sözünü ettiğimiz bu yirmili yaşlarına henüz gelmiş beş genç, zamanla Hitler'in çöküşünde etkili olacak; uluslararası propaganda aracı olacak kadar değerli bulunacaklardır. Münih'in zengin ailelerinden Scholl ailesinin iki çocuğu Hans Scholl ve kız kardeşi Sophie Scholl, o dönem kafası yıkanmış her Alman çocuğu gibi bir süre Nazi gençliği eğitim programından geçmiş, Hitlerci gençlik içinde bulunmuş; ama sonradan eğitimlerinin yönünü tıp fakültesine kaydırarak, antifaşist mücadelenin sembolü haline geleceklerini bilmeden Almanya'nın Hitler'in peşinde uçuruma gittiğini düşünmeye başlamışlardır. 1942 yazı Haziran ayında bu düşüncelerini yüksek sesle söylemeye hatta yazmaya başlamışlardır. Yani birer kahraman olmuşlardır. Beni biraz yakından tanıyanlar bilirler ki; kahramanlık kavramı, ona ihtiyaç duyan toplumların çöküşü anlamındadır bana göre... Ancak doğru algılanmak isterim. Kahramanlık o toplumun sorunlu olduğunu gösterir; çünkü bu insanların kahraman olmaları için içinde yaşadıkları koşulların daha da kötü olması gerekir. Bu açıdan bakıldığındaysa kahramanlık bir duyarlılığa dönüşür ve korkakların korkaklığını ya da cesaretsizliğini saklamak için, ölenlerin ardından yaktığı ateşli bir ağıt olur kahramanlık. Değerlere yaşarken sahip çıkarsak buna gerek kalır mı? Çok saçma... Neyse... Beyaz Gül direnişçilerinin, eylem süresi sadece sekiz aydır : Haziran 1942 – Şubat 1943... Yaptıklarıysa sadece altı kez bildiri dağıtmak ve bir kaç duvara “Katil Hitler” ya da * “NSDAP'a karşı mücadele edelim” tarzında yazılar yazmaktır. “Hiçbir toplum yoktur ki sorumsuz ve karanlık çeteler tarafından yöneltilmesine karşı direnmemeyi onursuzluk olarak kabul etmesin. Gerçekçi olalım; dürüst her Alman, nazilerin işledikleri suçlar karşısında utanç duyuyor. Bu utancın kaldırılmayacak biçimde çocuklarımıza taşınacağını biliyoruz.... Birlikte inançla haykıralım: Özgürlük! Özgürlük! Özgürlük!” Scholl kardeşler; arkadaşları Christoph Probst, Willi Garf ve Alexander Schmorell'le birlikte şiddetle nefret ettikleri silahlı güce karşı ne yapacaklarını düşünürler bir zaman. Örgütün tek bayan üyesi Sophie Scholl'un önerisiyle, masumiyet ve romantik başkaldırıyı temsil ettiğinden ötürü bir beyaz gül tüm bu karşı çıkmanın sembolü olur. Artık yakalarında, çantalarında ya da ellerinde beyaz bir gülle dolaşmaya başlarlar. Direnişlerinin özü esas olarak pasiftir. Silahlı bir örgütlenmeyi baştan reddederler. Öncelikle yaşadıkları kent olan Münih'te bildiri yazmak/basmak ve dağıtmakla işe başlarlar. Amaç kandırılmış Alman halkını uyarmak ve tarihe lanetlenmiş bir ırkın evlatları olarak geçmemektir. Beyaz Gül'e göre savaş bir insanlık suçudur ve eli kolu bağlı oturmak o suça ortak olmaktır. Bu çocuksu direnişin karşısında muazzam şekilde örgütlenmiş bir faşizm en azgın günlerini yaşamaktadır. Beyaz Gül'ün üyeleri,” bu saçma ve ölümcül savaş bitmeli ve ifade ve kutsal yaşam hakkı özgürce kullanılmalıdır” derken; SS lider Heinrich Himmler 6 Ekim 1943'te yapılan gizli bir toplantıda şöyle diyordu kendisini dinleyen bir avuç generale: ” Sizden ısrarla şunu istiyorum; burada dediklerimi dinleyin ve kimseye söz etmeyin bunlardan. Bize şu soru soruldu: Kadınlar ve çocuklara ne yapılıyor? Düşündüm ve açık bir çözüm buldum. Üstün ırktan olmayan çocukların büyümelerine izin verme hakkını görmüyordum kendimde. Karşıtlarımızı yeryüzünden silmek gibi önemli bir kararı almak gerekiyordu...Öyle sanıyorum ki bizim halkımız için bu sorumluluğu yüklenmemiz gerekiyor.” Naziler muhteşem bir örgüt kurmuşlardı. Ancak milyonlarca insanı yakıp kül etseler bile, onların yaşama tutunma isteklerinden biri olan ‘yazma isteğinin' önüne geçememişlerdir. Hollandalı kız çocuğu Anne Frank'ın hatıra defteri hangimizin yüreğini incitmedi ki? Diyor ki o günleri yaşayan bir gazeteci; "biz gazeteciler ve yazarlar yazardık,bu normaldir ama eğitimciler, işçiler, gençler ve hatta çocuklar bile yazıyordu o günlerde... Nazilerin, onlardan olmayan herkesi yok etme değil, yaşamlarının izini bile ortadan kaldırma projesine karşı mümkün olan tek güçlü başkaldırıydı yazmak...” Günümüzde dehşetle okuduğumuz, faşizm ve baskı günlerinin ayrıntıları gösteriyor ki; kurbanların yok edilemez insanlığını gösteren bir iz varsa, o da edebiyattır.Toplama kampında esir edilen Primo Levi'nin bir şiiri,o eziyet ve aşağılanma içindeki kadını ve erkeği bakın nasıl tanımlıyor: “Bir erkek midir düşünün / Çamur içinde bitkin düşen / Dinlenme nedir bilmeyen / Bir ekmek kabuğu için didinen / Bir evet ya da hayır için ölen Bir kadın mıdır düşünün / Adını ve saçlarını yitiren / Ve hatırlama gücünü bile yitiren / Gözleri boş, göğsü soğuk / Kış ortasında bir kurbağa gibi.” 1942 yılının Temmuz-Kasım ayları arasında doğu cephesinde hastabakıcılık yapan Beyaz Gül örgütüne bağlı gençler, savaşın saçmalığını gördükten sonra eylemlerini daha da radikalleştirip, sadece Münih'te değil, Hamburg ve Freiburg'da da bildiri dağıtmaya başlarlar. Ancak eylem planları hep aynıdır: Pasif, barışsever, uyarıcı... Küçük bir arkadaş çevresiyle, onlara deneyimiyle önderlik yapan, çocukların hayran olduğu felsefe öğretmenleri Kurt Hüber'den oluşan bu direniş örgütü yeni üyelerin peşinde değillerdir. Daha çok dürüstlüğe yaslanan bir erdemliliğin bireysel örgütlenmesidir yapılmak istenen...Yani başka bir deyimle, romantik kurbanlardır Beyaz Gül'ün radikalleri. Oysa Walter Benjamin, nazilerin ideolojik ve politik kazanımlarını “politikanın estetize edilmesine”ne borçlu olduklarını söylerken çok haklıydı. Bir ülkede kültürün çökmesi, politik kurumların çöküşünü de getirir. Çünkü edebiyat ve sanat eserleri, bir ülkenin halkıyla birlikte etki altına alınmasında birinci derecede önem taşır. Kısaca nazizm ve kültür üzerinde durmakta fayda var. Gariptir ki; ilke olarak nazilerde her güçlü politik kişiliğin bir “sanatçı” olması zorunlu görülüyordu. Şimdi düşünsenize, Beethoven çalındıktan sonra radyo konuşmasına başlayan Führer'den, hele Nazi retoriğinin (etkili konuşma sanatı) bütün inceliklerinden de yararlandıktan sonra kim etkilenmez ki? Doğal olarak uyuşturulan halk bu haliyle “çekildiği yere giden” bir koyun pozisyonuna gelmiş olmaz mı? Goebbels 26 Kasım 1936 da yeni sanatta eleştiriyi resmen yasakladığını ilan ettiği zaman, onun yerine konulacak bir nasyonal sosyalizm sanat anlayışı oluşmuştu bile. Bana hep ilginç gelen bir şey daha var. Nasyonal sosyalistler mitinglerinde komünizmin sembolü kızıl bayrak taşırlarmış. Uzun süre nedenini anlayamadım. Neden? Şimdi daha iyi anlıyorum ki; NSDAP üyelerinin yüzde 33'ü cahil işçilerden oluşuyordu. Onların zihinlerini bulandırmak için “genel işçi” modelinin takiyyesidir sadece Nazilerin yaptığı. Çok ilginç bir yol. Sonra ilk kez kullanılan teknolojik propaganda yöntemlerini de göz ardı etmemeliyiz. Sinema filmleri, radyo ve radyo oyunlarını kullanmıştır Naziler. Yine Nazilerin icat ettiği bir tiyatro oyunu olan “Thing” oyunlarını kullanarak, bir anda çok geniş çapta örgütlenmişlerdir. Yani Nazi, düşmanı olduğu kültürden yararlanarak kendi kültürünü yaratmıştır. Yani özünde aslolan kültürdür. Nazilerin bu inanılmaz yükselişinde “dil” de çok önemli bir etkendir. Naziler, kapitalist reklam tekniğiyle işe başlamışlar (Tekrarlar ve Sloganlar), verdikleri mesajlar sonradan emir haline dönüşmüştür. Kitlelerin kendisinde kurtuluş umudu buldukları Hitler de bu fırsatı kaçırmamış ve yaptığı konuşmalarda bu yeni dilin seçkin ve kışkırtıcı örneklerini vermiştir. Naziler ve özellikle Hitler tüm konuşmalarında, toplumsal olayları kişileştirmiş; dünyayı iyiler ve kötüler olarak ikiye ayırmıştır. Kışkırtılan düşünce, dış düşmanın yanı sıra onun iş birlikçisi olan bir iç düşmanın da varlığı olduğu yönündedir. Her taraf bozguncular ve hainlerle doludur. Alınan önlemlerin hepsi hep çoğunluğun yararınadır, dolayısıyla halk kışkırtıcı hainleri dinlemeyip kendisi dinlemelidir. Böyle kullanılan bir dil de; korkan, önyargılı, güvensiz bir toplumda tam bir esrar etkisi yapmış; sonuçta, insanlar arasında artık gerçek anlamda bir toplumsal iletişim kalmamış ve “güvensizlik, karakterleri kemiren bir canavara” dönüşmüştür. (İlginçtir ki, dilin bu biçimde düzeysizleşmesiyle demokratik hakların ortadan kalkması hep paralellik göstermiştir.) Bütün bu hilelerle uyutulan gençliğin içinde, Beyaz Gül' ün aykırı, masum ve vatansever gençleri sadece herkesin hakkı olan şeyi istiyordu: “İnsan onurunun dokunulmazlığına saygı, bireysel şüphecilikten uzaklaşmadan bilgiye ve ona bağlı özgürlüğe ulaşabilmek ...” Çünkü onlar çok samimi bir şekilde şunu söylüyorlardı uyuşturulmuş Almanya' ya: “Bizi aldatmak istemeyen birinin bizim güvenimize de ihtiyacı yoktur.” Faşizm bu samimi çığlıklardan hoşlanmıyor, her dönemde yaptığı hileye sonuna kadar yüklenip, popülizmle kitleleri uyutuyordu. Çünkü düşünen gençlik aynı zamanda sorgular... Ne gerek var? Nazizmin kültürü böyle şeytanca kullanmasının karşısında eyleme geçenler öldürülüyor, işkence ediliyorken; sorgulayan, arayan, öneren her şey bir başkaldırı sayılıyor ve yok edilmek isteniyordu. İşte bunu sindiremeyen Sophie Scholl ve arkadaşları biliyordu ki sanatın ve kitlesel barışın özü hep yaratıcı başkaldırıdan beslenmiştir. Öyleyse genç olmanın bedeli yerine getirilmelidir ve eyleme geçip, yanlış akışı düzeltmek için bir şeyler yapılmalıdır. Bu noktada minik bir hatırlatma yapmama izin verin. Faşizme, tarihe gömülmüş bir lanetli sayfa olarak değil de, yaşayan sürekli kıpırdanan ve her an yeniden ayaklanabilecek bir canavar olarak bakmalıyız. Belki günümüzde toplama kampları yok ama üstümüzdeki popülizm yükü ya da faşizmin örgütlenme biçimlerini bir daha düşündüğümüzde yapılmak istenenlerin o günlerle ne çok benzerlik içinde olduğunu hayretle görmek için gözlüğü ihtiyacımız yok gibi geliyor bana... 3 Şubat 1943’de dünya basını sevinçli bir haber geçerler bültenlerinde: “Stalingrad'da Nazi ordusu bozguna uğradı.” Bu haber yenilmez sanısıyla dünyaya caka satan Hitler ve Nazizm mitinin sallandığının işareti kabul edilir. Stalingrad direnişi çok kanlı bir bilanço bırakır tarihe: bir milyon Sovyet direnişçisi ve iki yüz otuz bin nazi askeri ölür bu çarpışmada. Ama belki de dünyanın kaderi değişecektir artık. Beyaz Gül' ün duyarlı gençleri ülkelerinin bu kaybına karşı büyük bir sevinç duyarlar. O güne kadar sadece bildiri dağıtmak eylemini gerçekleştiren bu yakaları beyaz güllü çocuklar, o haber üzerine kentin duvarlarını Hitler ve faşizm karşıtı sloganlarla doldururlar. O heyecan ve coşkuyla altıncı ve son bildirilerini hazırlamaya başlarlar. Bu kez felsefe öğretmenleri Kurt Huber'in de fikirlerini almış, sanatsal olmayan ama daha saldırgan bir bildiri hazırlamışlardır: “Nazilerin iktidarı çok kısa zamanda çökecektir. Etkin bir direniş için birleşelim! Partiye(NSDAP) karşı mücadele edelim. Biz gerçek bilim ve düşünce özgürlüğüne inanıyoruz.” Bu son bildiri Hamburg, Berlin, Saarbrücken, Freiburg gibi şehirlerde dağıtılır. Hatta İngilizler, Beyaz Gül Örgütü'nün her bildirisini radyoda defalarca okuduğu gibi, bu son bildiriyi çoğaltarak bir karşı propaganda amacıyla uçaklardan değişik yerlere atarlar. İlk bildirilerini sadece yüz adet basabilen Beyaz Gül' ün çocukları , sadece sekiz ay sonra yazdıkları altıncı bildirilerinin milyonlarca basılacağını düşünmemişlerdi bile. Artık Beyaz Gül' ün adı bir antifaşist direnişin adı olarak anılmaktadır ve gestapo bu çocukların peşine düşmüştür. Bu heyecanlı gelişmeler olurken 18 Şubat 1943 sabahı, Beyaz Gül imzalı el ilanları Münih Üniversitesi'nin bahçesini kaplar. Havada uçuşan antifaşist bildiriler sonbahar yaprakları gibi uçuşa uçuşa yere süzülürken, bu bildirileri okulun yüksek pencerelerinin birinden savuran Sophie Scholl ve kardeşi Hans'ı gören okulun NSDAP üyesi hademesi derhal Gestapo’yu arar. Gestapo o gencecik çocukları bulmakta gecikmez. İşkenceye alınan Sophie ve Hans' ın odaları aranır. Gestapo , Hans Scholl' un odasında örgüte ait tüm bilgilere ve isimlere ulaşır. Beyaz Gül' ün kurucusu diğer gençler ve sempatizanları çok kısa bir süre içerisinde tutuklanırlar. Bu ara felsefe öğretmeni Kurt Huber de Gestapo’nun eline düşer. Sophie sorgu odasında tam bir psikolojik bombardımana uğrar. Soruşturmayı yapan işkenceci Robert Mohr' a; “Yıllar önce yapılmış kanunları değil vicdanınızı dinleyin. O sizi yanıltmaz” diyecek kadar cesur bir duruş sergiler. Tüm baskılara ve eziyete rağmen, Sophie karanlık hücresinde hayalinde dipdiri olan beyaz bir gülü severek direnir. Sorgu dört gün sürer. Sophie ve diğer çocuklar direnir. Sonunda uydurma bir mahkemede “Hitler' in şeytanı” diye ün yapmış yargıç Roland Freisler' in başkanlığında kurulmuş bir Nazi mahkemesinde yargılanmaya başlarlar. Freisler ayağa kalkmadan yüzleri beyaz bir gülü andıran çocuklara suçlarını sıralamaya başlar: “Vatana ihanet, düşmanla işbirliği yapmak, askerin moralini bozmak...” (Oysaki altı kez bildiri dağıtmak ve bir kerede duvara yazı yazmaktır suçları) Sonra savcı ayağa kalkar ve tarihe geçecek bir tahlil yapar Beyaz Gül'le ilgili: “Reiche'ın savaş sırasında gördüğü en tehlikeli propagandacı vatan ihaneti bu hainlerin yaptıklarıdır.” O ana kadar sakin kalmayı başaran bu romantik gençler bu söylemi duydukları zaman yaptıklarının önemini en derinden duymuşlar; Sophie'nin söz almadan bağırarak, “Bizi yargıladığınız bu yerde çok yakında siz yargılanacaksınız” sözüyle başlarına geleceği nasıl bir coşkuyla karşılayacaklarını tüm dünyaya haykırmışlardır. Milyonların katline neden olan faşizmin yargıçları karşısında onurlu bir direniş gösteren bu çocuklar yakalandıktan sadece dört gün sonra, 22 Şubat 1943' te kafaları giyotinle kesilerek idam edilirler. Beyaz Gül' ün diğer üyelerinden Willi Graf, Kurt Hüber ve Alexander Schomell' de sonradan idam edilirler. 1943'ün Mart ayında yakalanan Eugen Gormminger on yıl hapse mahkum olur. (Savaş sonunda yatmakta olduğu Ludwigsburg Hapishanesi'nden kurtarılır) Örgütün bildirilerini Münih'ten Hamburg' a taşıyan Heinz Kucharski belki de en şanslısıydı Beyaz Gül taşıyan çocuklardan. Hitler faşizminin kesin olarak yenildiği 30 Mayıs 1945' e sadece 43 gün kala yakalanıp mahkemeye çıkarılır ve idam kararı alır. İdam edilmek üzere götürülürken kaçmayı başarır ve hayatta kalır. “Yüz binlerin katliamı karşısında, çocukların katliamı karşısında acıma duyguları taşıyalım. Ama hayır, bununla yetinmeyelim sadece. Acımak dahi bu katliamlara ortak olmaktır... Bulunduğumuz her yerde eyleme geçelim. Faşizmin tekerine çomak sokalım. Korkunun olduğu yerde özgürlük yoktur.” İdam edildiklerinde; Sophie 22, kardeşi Hans 25, Probst 24, Schmorell 26 yaşındaydı. Beyaz Gül' ün başarısızlığı bugün, baskı rejimlerinin tümünün en başından beri yok etmek istediği duyarlı, düşünen bir gençliğin eylemi olarak son derece önemli bir örnektir. Bu eylem, merkeze insana duyulan aşkı oturtan her genç için romantik bir ibret hikayesidir. Entelektüel ve etik bir direniştir Beyaz Gül' ün sekiz ayda tarihe geçen eylemi... Günümüzde ki Neo-Nazileri bir kenara koysak bile gizliden gizliye ilerleyen ve arzu ettiği cehalet ve kaos ortamını bekleyen faşizm tehdidi her an karşımıza çıkabilir gibi geliyor bana. Çünkü sömürü çarkı ve emperyalizm işlediği sürece onların politikalarının sonuçları doğrultusunda demokrasi kadını daha defalarca tecavüze uğrayacak korkarım. Beyaz Gül' ün gül yüzlü çocuklarının kafalarının kesilmesini engelleyemeyen bizler, şimdi onların adına anıtlar diksek, dernekler kursak, adlarını okula, sokağa, meydana versek ne olacak ki? İş, kan içen, 22 yaşındaki kurbanlarla beslenen faşizm tanrısını sonsuza dek tepelemekte... Yazımızı, 23 yaşında öldürülmüş bir Polonyalı şair olan Hirsch Glik (1920 – 1943)' in dizeleriyle bitirelim. “Yolun sonunda olduğumuzu söyleme asla / Kurşun ağırlığındaki gökyüzü mavi günü gizlese de / Düşlediğimiz an gelecek elbet / Adımlarımız yankılanacak her yerde: BURDAYIZ! BURDAYIZ!” (Meraklısına Not: Sophie Scholl' un hikayesi 2004 yılında 117 dakikalık bir film oldu: “Sophie Scholl - Son Günler” ... Film Scholl' un son dört gününü konu yapıyor. Marc Rothemund' un yönettiği filmde Scholl'u genç Alman oyuncu Julia Jentsch oynuyor. 1968 doğumlu genç yönetmen Rothemund bu çalışmasıyla en iyi uzun metrajlı film dalında Alman Film Ödülü'nde ikinci en iyi film ödülünü kazandı.)