ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 7

ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 7 YERLE GÖK ARASINDA SIKIŞMAK Meşrutiyet’in ilanının üzerinden geçen bir yıllık süre içerisinde Avusturya İmparatorluğu Bosna-Hersek’e girmiş; Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiştir. Balkanların haritası yeniden çizilmektedir. Osmanlı’da karmaşa hâkimdir. İttihat ve Terakki Partisi’nin baskısı günden güne artarken; bu karmakarışık günlerde, Fikret ve Âkif üzerinden başlayan tartışma da hız kesmeden sürmektedir. Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirini yayımlamadan önce de Târîh-i Kadîm, dönemin ünlü yazarlarının gündemindedir. Ülke, her gün yeni bir felaket haberiyle sarsılırken, 1911 yılında bir gurup arkadaşıyla Almanya’ya gezmeye giden gelenekçi kalemlerden Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in (1870-1927) 21 Haziran 1911 tarihli günlüğüne yazdığı not ilgi çekicidir:... İki saat kadar vapurla gezdikten sonra Chapandau nâm mahâlde bir gazinoda akşam yemeği yedik. Bu gece âile arasında idik (…) Güzel eğlenecek idik. Lâkin ne fikir ile bilmem Müştak, Tevfik hâininin Târih-i Atîk’ını inşâda başladı. Zehir-nâk bir hezeyan. Hamiyetsiz, vicdansız, fazîletsiz, inkâr ile dolu. Birçok zevâtın, bilhassa askerlerin itirâzını dâî oldu. Benim de canımı sıktı, itirâz ettim.” (“Bîgâne Durmayın Âşinânıza- Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in Mektup, Şiir ve Günlükleri” , Hazırlayan: M. Kayahan Özgül, İstanbul, 1996, sf. 208) O gece orada olanlardan biri de, 1927 yılında, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni kuran, ünlü Türk doktoru Mazhar Osman (Usman)’dır. (1884-1951) “… İhtisasımı genişletmek için Münih’de ve Berlin’de bulunuyordum. Türk kolonisi memleketten gelen bu misafirleri Wansee gölü üzerinde gezdirdiler, gece ziyafetleri tertip ettiler. Gelen hey’ette Hüseyin Cahit, İsmail Müştak, Ahmet Hikmet ve daha birçok kimseler vardı (...) O sırada herkes biraz da şiir istediler. ‘Sis’ diye bağrışdılar, İsmail Müştak ayağa kalktı kendine mahsus fevkalâde ahenktâr bir sesle ‘Sis’i tekrar dinletti. Coşkunluklar, alkışlar ölçüsüzdü. Arkadan ‘Târîh-i Kadîm’ istendi... İsmail Müştak onu da okuyorken birden bire bir ses yükseldi. Biri ‘Burası Almanyadır; bu eser din ve cemiyet aleyhindedir, sosyalistlik telkin eden böyle bir manzume burada okunamaz’ diye bağırdı. Bu yükselen ses, ‘Hârisdan ve Gülisdan’ mübdii Budapeşte şehbenderimiz Ahmet Hikmet’indi. Ortalıkta ‘Bu zata ne oluyor kuzum’ fısıltısı dolaştı. ‘Galiba ailevî bir mes’eleden’ diye fiskos oldu. Kimsede neş’e kalmamıştı.” (Mazhar Osman Usman, “Tevfik Fikret’le Çalıştığım Zamana Ait Hatıralar”, Yeşilay dergisi, Mart 1944, Yıl 12, Sayı: 135, sf. 4) (Meraklısına Not: Mazhar Osman Bey’in; “Galiba ailevî bir mes’eleden diye fiskos oldu” dediği şey, bilmeyenler için ilginç bir ayrıntıyı gün yüzüne çıkarır: Tevfik Fikret’in çok genç yaşta, koca zulmünden ölen ve ardından “Hemşirem İçin” adıyla bir şiir yazdığı ablası Sıdıka Hanım, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun ağabeyi Refik Bey’in eşidir.) Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirini yazdığında, Tevfik Fikret’e karşı büyük bir muhalefet vardır zaten. O, sadece Fikret’i hedef alarak savurmaz eleştirilerini, o kültürden gelen herkesi taklitçi olmakla yani bir çeşit cehaletle suçlar. Belki de birçok kişinin yazılarıyla Fikret’e savaş açtığı bu kapışmada, akılda kalanın Âkif’in şiirinin olması bu yüzdendir. Recâizâde Mahmut Ekrem’in, Muâllim Naci’ye tutuştuğu eski-yeni kavgasının bir kuşak sonraki hali gibi görünen bu tartışmanın, diğerlerinden farklı olan en belirgin özelliği; bu kavganın bugün bile sürüyor olmasıdır. Âkif, şöyle yazar şiirinin bir bölümünde:Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek, (*Asr-ı hâzır = Şimdiki zaman) Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek? Mütefennin tanınan üç kişinin kıymeti de, (*Mütefennin = Fen adamı) Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde. Kim mesâîsini bir gâyeye vardırdı, hani? Gösterin pâye-i tahkîke teâlî edeni? (*Pâye-i tahkîk = İnceleme derecesi) Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık; (*Nazariyyât = Kuram) Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık. (*Amelî = Uygulama) Bu hakîkatleri lâkin kim okur, kim dinler?” Âkif’i çılgına çeviren ve ağız dolusu sövmesine yol açan Târîh-i Kadîm şiirinin son bölümüne bakalım şimdi. Orada da Fikret, kendi “hakikatlerini” açıklamaktadır çünkü. O zaman kavgayı daha gerçekçi bir gözle değerlendirebiliriz. Fikret, şiirinin son bölümünde; gelenekçilerin Tanrı tanımını yapar önce: “Bîşebîh ü bînoksan, hayy ü kayyûm ü kadir ü müte’âl, bâsıturrızk, vâhibül-âmâl, kâhir ü müntakim, alîm ü habîr, zahir ü bâtın ü semi'ü basıyr, müstmendâne sahib-i nâsır, zâtı her yerde hâzır u nâzır…” (*Ne benzeri var, ne noksanı, canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce. Odur veren yiyeceği içeceği, düşleri gerçek yapan o, bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan, açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan, el uzatan yoksullara ve çaresizlere, her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören…) Ardından da kendi görüşlerini açıklar: “En parlak sıfatın “lâşerîkeleh!”ken bak, şu bataklıkda kaç şerikin var? Hepsi kayyûm ü kâdir ü kahhâr, hepsinin “ lâşerîkeleh!” sıfatı, hepsinin emr ü nehyi, saltanatı; hepsinin bir sipihr-i ilhâmı, hepsinin mihri, mâhı, ecrâmı; hepsinin bir hafâ-yi mescûdu; hepsinin bir behişt-i mev’ûdu; hepsinin bir vücûdu, bir ademi, hepsinin bir nebî-yi muhteremi; hepsinin cennetinde hûriler, hepsinin tuğme-i cahîmi beşer; hepsi halkından istiyor, makhûr iki büklüm bir inkıyâd-ı sabûr…” (*Senin en üstün özelliğin ne, “Ortaksız” oluşun değil mi? Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak! Hepsi ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden. Ve hepsi ortaksız ve tek. Ve hepsinin buyruğu, yasağı ve saltanatı var ve hepsinin yukarılarında bir gökyüzü. Hepsinin güneşi, ayı, yıldızları var ve hepsinin görünmez bir Tanrısı. Hepsinin adanan bir cenneti var ve hepsinin bir varlığı, bir yokluğu ve hepsinin saygıdeğer bir peygamberi. Ve hepsinin cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar. Ve hepsinin cehenneminde birer lokmadır insancıklar. Tanrılar ne derse onu yapacak halk, sabırla ve kahırla olacak iki büklüm. Ama Tanrılar ne derse onu yapacak.) Fikret; kafasındaki ölümcül sorularını şiirinin sonuna saklamıştır. ‘Ortaksızlık’ kuşkusu içindedir şair. Kendisini yerle gök arasında sıkışmış hissetmekte; kuşku içinde olduğu için cahil diyenlere karşı da, kuşkunun aydınlanmanın tek yolu olduğunu söylemektedir: Ben ki, hepsinden iştibâh ederim; (*Ben ki, hepsinden kuşku duyarım) (…) Bîhaber kendi sehv-i hissimden (*Kendi yanlış anlaşılmış duygularımdan habersiz) Varı “yok” bilmek istedim, yoku “var”. (*Karıştırıyorum “var”ı, “yok”u) İştibâh… İşte töhmetim, ne zarar? (*Kuşku… İşte suçlanma nedenim, kime ne?) Şüphe, bir nûra doğru koşmakdır; (*Kuşkulanmak, aydınlığa doğru koşmaktır) Hakkı tenvîr ukûl için hakdır. (*İnsan için gerçeğin ışığını bulmak haktır) (…) Kim bilir belki aslımız toprak, (*Kim bilir belki aslımız toprak) onu bir muztarip çamur yapmak (*Onu üzüntüyle karılmış bir çamur yapmak) ki, mesâmâtı kanla, yaşla dolu, (*Ki, bütün gözenekleri kanla, göz yaşıyla dolu) Hangi hain tesadüfün işi bu? (*Hangi hain rastlantının işi bu?) Hem niçin yokdan eyleyib iycâd (*Hem niçin yoktan var edip) sonra vermek zevâle istiğdâd? (*Sonra var ettiğini bozmak da nedir?) Bunu bir hâlik irtikâb etmez!... (*Bu hiçbir yaradandan beklenmez!) Halkeden mahveder, harâb etmez!... (*Yaradan yok eder ama perişan etmez) İşte en zorlu hasmın ey hallâk, (*İşte en zorlu düşmanın, Tanrı) seni arş’inde eyliyen ihnâk, (*Boğmak ister seni ulu katında) (…) Şüphe!... en zâlim, en kavî düşman. (*Kuşku! En zalim, en güçlü düşman) Bize en mugfilâne teslîtın, (*Bize bunu bildirdin) yâhut en gafilâne taglîtın. (*Ya da koydun kafamıza) Bak bugün “hud’a, şeytanet, igvâ”, (*Bak bugün “hile, şeytanlık, ayartma” seni mülkünden eyliyor iclâ; (*Seni olduğun yerden uzağa gönderiyor) üflüyor mağbedinde meş’alini, (*Mabedin ışıklarını söndürüyor) kırıyor elleriyle heykelini. (*Kırıyor elleriyle heykelini) ve bütün kudretinle sen, meflûc (*Ve bütün gücünle sen, felce uğrayıp) çöküyorsun…ne in’idâm-ı bürûc, (*Çöküyorsun… Ne yıkılma burçlarda) ne savâ’ik, ne bir hübûb-i jiyan, (*Ne yıldırımlar, ne yıkıcı fırtınandan küçük bir esinti) ne cehennemlerinde bir galeyân; (*Ne cehennemlerinde bir kaynaşma) ne nazarlar habîri mâteminin, (*Ne mahvedici kederini gören bir göz) en kulaklarda bir tanîn-i hazîn… (*Ne kulaklarda dokunaklı bir çınlama) kopsa bir zerre cism-i hilkatten, (*(Oysa) Kopsa bir parça insandan) duyulur bir tazallüm olsun. Sen (*Bir sızlanma da olsa duyulur. Sen- ) göçüyorsun da arş ü ferş’inle (*Yeryüzü ve gökyüzünle göçüyorsun da ) yok tabî’atda bir inilti bile. (*(Çıt bile duyulmuyor) Yok bir inilti bile) bilakis her tarafda kahkahalar, (*Bilakis, her tarafta kahkahalar) kizbe ancak riyâ ve humk ağlar! (*Zaten bu yalana ancak ikiyüzlüler ve ahmaklar ağlar) Kavganın kökünün eski bir hikâyeden geldiğini anlamak güç değildir aslında. Bunun en görünür kanıtlarından birini; Âkif’in, Süleymaniye Kürsüsünde şiirinin yayımlanmasından birkaç ay sonra, Sebîlürreşâd’ın sayfalarında, Ahmed Midhat Efendi’nin ölümü üzerine yazdığı bir yazıda görürüz. Bu yazısında Âkif; Fikret’in adını anmadan, Dekadanlar tartışmasında, Ahmet Mithat’ı hedef alan ve onu cahillik örneği ilan ettiği “Timsâl-i Cehâlet” şiirindeki haksızlığı yermektedir.Zavallı Midhat! Sen ne kadar hayırlı işler vücûda getirdin! Ne kadar hayırlı işlere delâlet etdin! Senin elli beş yıl süren hayât-ı faâliyetin milletin hayrına âid meşkûr, mebrûr hizmetlerle doludur. Varsın, o hizmetlerin şükrânesi olarak bu kadirnâşinâs millet seni tahkîr etsin, terzîl etsin, tekfîr etsin! Havâss senin o büyük nâmına Timsâl-i Cehâletler diksin; avâm senin o açık nâsiye-i îmânına doğru küfürler savursun! Sen bu millete hocalık etdin; sen bu millete okuyup yazmağı öğretdin;sen bu millete kütüphâneler dolusu nâfi eser yazdın. İçimizde senin eserini okumamış, senden birçok şey öğrenmemiş kimse yoktur. Seni nasıl techîl ediyorlar ki, ömrün çalışmakla geçti? Seni nasıl tekfîre kalkışıyorlar ki müdâfaalarını bütün cihân okudu?” (Mehmet Âkif, “Yâ Hasreten Ba’de Hasretin Ale’l-Müslimîn!”, Sebîlürreşâd , 2 Ocak 1913, Cilt: 9, Sayı: 225, sf. 300-301) (Meraklısına Not: Hem Tanzimat, hem de Meşrutiyet dönemlerinin etkili kalemi Ahmet Mithat Efendi, 28 Aralık 1912 günü kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetmiştir.) Şu eski-yeni çatışmasından, rüzgâra göre yön değiştirenlerden söz edeceksek; Servet-i Fünun döneminde Fikret’in başında olduğu dergide şiirler yayımlayan Süleyman Nazif’in, nam-ı diğer İbrahim Cehdi’nin, Fikret öldükten sonra onun hakkında yazdıklarına değinmeden geçmemeliyiz. Onun; 1898 yılında, Servet-i Fünun’un 380. sayısında yayımlanan “Hayal-i Derbeder” ya da 1901 tarihli derginin 531. sayısında yayımlanan “Alüfte” şiirlerini unutanlar; 1924 yılında yayımladığı “Mehmet Âkif, Hayatı ve Eserleri” adlı kitabında, Fikret için yazdığı satırları okurken elbette şaşırmaz. “… Kindardı!.. Sesinden fazla dişlerinin gıcırtısı hissedilirdi!.. Gözlerinde öfke kıvılcımlarından başka bir şey göremezdiniz (…) Size uzanan ellerinden hissenize -olsa olsa- bir yumruk düşerdi (…) Târîh-i Kadîm’de hiçbir felsefe, hiçbir isabetli hüküm görülmez (…) Ah keşke uğursuz anlatma yeteneği ile kendi nefsini ve bir sınıf halkımızı büyüleyip yoldan çıkarmasaydı…” Gün be gün büyük bir çatırtıyla parçalanan Osmanlı Devleti’nde ne aklı başta tutmak mümkündür, ne de inandığı gibi yaşamak! Fırtınanın kara bulutları, birbiri üstüne yıkılır gibi, teknesinden taşmış hamurlar gibi gittikçe kabararak sarmaktadır gökyüzünü. Âkif; “Sizi kim uyandıracak, Sûru mu İsrafil’in? / Etmeyin. Memleketin hali fenalaştı. Gelin! / Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık, silkinin de (…) bir bakın (…) Gökler uyanık, yer uyanıktır / Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır” diye yazarken; Fikret de, İsrafil adlı meleğe ya da onun kıyameti bildireceğine inanılan “sûruna” gereksinim duymadan, ‘insancıl’ bir çağrı içindedir: “Yaşa özgürce ve gülerek / Güldükçe yüzün, ağlayacak yüzü zulmün (…) Vatan senden hayat umar / Sen yaşarsan o canlanır / Vatan için ölmek de var / Fakat borcun yaşamaktır.”