“EĞLENCE İLE FAYDA, BİR DE İYİ PROPAGANDA!” “…

EĞLENCE İLE FAYDA, BİR DE İYİ PROPAGANDA!” “… öfkeli bir toplum olduk. Küskünler, somurtkanlar şehri (doldurdu.) En kötüsü sevgiyi kaybettik. Çarşıya, pazara, sokağa, dükkâna bakın, saygı yok oldu. Teşekkür ederim dediğiniz adam, sanki küfrediyormuşsunuz gibi yadırgayarak size bakıyor. Önümüzdekini iten, yanımızdakini muştalayan hoyrat bir kalabalık olduk. Çünkü tiyatrodan uzak kaldık. İnsanca, yan yana oturma mutluluğunu daha tadamadık (…) Üstelik bugün televizyon, tiyatro zevki kökleşmemiş sınıfta, tiyatronun gerçek anlamını vermeden seyirciyi yozlaştırma yolundadır. Her ne yönden bakılırsa bakılsın, tiyatro bunalımı dönüp dolaşıp “Çocuk Tiyatrosu” dediğimiz ilk sanat eğitimine dayanacaktır.” (Muhsin Ertuğrul, “Yapacak Tek Şey, Yarının Seyircisi Çocuklara Yönelmek” başlıklı yazısından alıntı, Milliyet Sanat Dergisi, 18 Ocak 1974, Sayı: 63, s. 3) Türk tiyatrosunun kuruluşunda, hiç kuşkusuz en büyük emeği ve kavgayı veren kişi Muhsin Ertuğrul’dur. Onun önderliğinde başlatılan çocuk tiyatrosunun ilk örneğini incelerken; pedagojik hatalarla dolu bir ikinci perdeden söz ediyorduk içimiz acıya acıya. İncelememize devam etmeden önce kafama takılan bir soruyu sizinle üleşmek isterim. Paylaşma demedim, üleşme dedim. Neden ki? Çünkü paylaşımda bir bilme ve karşısındakini bu bilgiden yararlandırma hali vardır. Üleşmede ise; iyisiyle kötüsüyle aklındakini karşı tarafa bildirmektir aslolan. Kafama takılan soru şudur: Sovyetler Birliği’nde incelemelerde bulunduğu sırada, pedagojinin çocuk tiyatrosunun temeline serilen bir hasır beton olduğundan emin olarak yurda dönen Muhsin Hoca; ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı ilk çocuk oyunumuzun ikinci perdesinde olan bu denli bariz pedagojik sorunları görmemiş olabilir mi? Eğer görmüşse, neden bu haliyle oyunun seyirci karşısına çıkarılmasına izin vermiştir? Eğer görmemişse… Görmemiş olur mu hiç, bu ne saçmalık böyle! İyi o zaman, neden? Aklıma iki şey geliyor: Birincisi, tiyatro ödeneğini, sonuçta bir devlet kurumu olan İstanbul Belediyesi’nin karşılamasından ötürü, tiyatral estetik değerlere karşı olsa bile, yeni devlet ideolojisini oyunun merkezine koymak zorunda kalınmış olması; ikincisi de, -belki size şaşırtıcı gelebilir ama- dönem sosyolojisini dolaylı yolla eleştirmek arzusu! Ne demeye çalışıyorum, anlatayım. Oyunda, eski-yeni hesaplaşması gibi bir karşılaştırmalı akış, tarafını gizleme gereği duymadan çocuklara sergilenirken, arka fotoğrafta Türkiye’nin olması düşlenen; her köylünün okuma yazma bildiği, köy gazetesini okumak için günde iki kere sürüsünü bırakıp köye gelen sığırtmaç gibi bir insan modelinin hasreti çekilirken, aslında gerçek olanın; çocuğunu tehdit eden babalar, karakolda işkence olmaması gerektiğini söyleyen çavuşlar olduğu gerçeğine ustaca göndermeler yapılmaktadır. Yani, oyun içinde oyun tekniğiyle yazılmış olan ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı oyun, bu düşünceyle; oyun içinde oyun mantığıyla da yönetilmiş olamaz mı? Neyse, biz tarih kazıcılığımızın bizi kuşkucu yaptığını söyleyip, incelememize kaldığımız yerden devam ederek, ikinci perdeyi bitirelim. Aydın ve arkadaşlarının adadan yakalayıp getirdikleri Yabani’nin cebinden çıkan kimliğe bakıldığında, onun vahşi bir hayvan olmadığı, ‘Osman Fani’ adında, elli yaş civarında bir adam olduğu anlaşılmıştır. Bakalım sonra neler olmuş:YABANİ- (Birden haykırarak) İmam! MUHTAR – Ay konuştu. AYDIN – Dilsiz değilmiş. (Köylülerde, çocuklarda kargaşalık) MUALLİM – Susun bakalım, İmam’a bakıyor. Belki bir şey daha söyler. İMAM – Canım bırakın yabaniyi. Kışkırtmayın. Belki saldıracağı tutar. YABANİ – İmam… Sarıksız İmam… Gâvur İmam! MUALLİM – O zamanlar geçti zavallı dostum. Şimdi imamlar kılığını camide giyiyor. Kılık yasası var. AYDIN – Anlaşılan dünyasından hiç haberi yok. İmam lafı onu dile getirdi. YABANİ – Gâvur İmam! İMAM – (Sinirlenerek) Tövbe de herif tövbe! (Cırlak Ali kahveden koca bir makasla gelir.) MUHTAR – Cırlak Ali, herif dile geldi. CIRLAK – Bizim gibi konuştu mu? İnsanca mı konuşuyor? MUHTAR – Hem insanca hem Türkçe. İmam’a sarığı yok diye kızdı. CIRLAK – Durun onu ben şimdi kırpayım, bakın nasıl adama benzeyecek. (Yabani’nin sakalına korka korka bir makas vurur. Yabani homurdanır. Ali korkar. Gülüşmeler…) MUALLİM – Yavaş Ali, adamın bir yanını kanatma! MUHTAR – Sakın kulağını uçurma! (Ali zıplayarak Yabani’yi kırpmaya uğraşır. Bu ara radyoda bir ses duyulur.) RADYO - Yurttaş! 29 İlk teşrin padişahlığın, halifeliğin sona erip Cumhuriyet’in ilân edildiği gündür. O kutlu günde, kapını, pencereni, yuvanı donat! YABANİ – (Çılgın gibi) Padişah, padişah ne oldu? MUALLİM – Padişahlık yıkılalı yıllar oldu. Osmanlı saltanatı yok, Türkiye Cumhuriyeti var. YABANİ – (Delirmiş gibi) Padişah… Padişah! CIRLAK – Herifi tutun saçını kırpayım. Yüzünü gözünü açayım. KÖYLÜ KADINLAR – Ne oluyor, ne bu hay huy Bu cümbüş ne yemek vakti? Ne oluyor, ne bu hay huy Bu meydana herkes aktı. SAHNEDEKİLER – Bu yabani kırpılacak Hiç korkmayın bu da adam Ne var bunda şaşılacak? Anlamıyor fakat meram. MEKTEP ÇOCUKLARI – Yabaniye bakın bakın Şu makastan ne ürküyor Cırlak Ali korkma sakın Vur makası çat çat çat çat HERKES – Çat… çat… çat… çat… Çat… çat… çat… çat… Çat… çat… çat… çat… Çat… çat… çat… çat…” İkinci perde burada biter ama benim peşine düştüğüm sorular yine de beni rahat bırakmaz. Burada bir yanlışlık, bir gözden kaçma ya da bir ihmal mi vardır yoksa yapılanlar bilinç dahilinde midir? Bilinçli olmaması olasılığını düşük bulduğumdan; bu yapılanların, pedagoji temellerine oturmama halini nasıl okumak gerek o zaman? Sadece ortamdan çatlaya çatlaya oturup beklemedim elbette. Yanıtını aradığım soruyla ilgili izlere, 1932 yılının 31 Mart tarihli Vakit gazetesinde rastladım.Moskova’da birisi seyyar olmak üzere üç çocuk tiyatrosu vardır. Bu tiyatrolara günde vasatî 2500 çocuk gitmektedir. Tiyatroların repertuvarlarında, muhtelif yaşta çocukları memnun edecek muhtelif piyesler vardır. Mevzulara gelince, bunlar tamamıyla eski ve yeni telâkilerden uzak mevzulardır. Mesela, bu tiyatrolarda “Çizmeli Kedi”, “Parmak Çocuk” nev’inden piyeslere tesadüf edilmez. Mevzular, tamamen günün ve yeni telâkilerin hâdiselerinden alınmıştır. Yani çocuk, hayat ile beraber yaşatılmaktadır. Bir misal anlatalım. Çocuklar tiyatrodadır ve perdenin açılmasını sabırsızlıkla beklemektedirler. Derken perde açılır ve ortaya bir artist çıkarak piyeste baş rolü oynayacak olan artistin o günlerde cereyan etmiş olan mühim bir hâdiseye karışarak kaybolduğunu söyler ve çocukları onu hep beraber aramaya davet eder. Bu havadis pek tabiî çocukların üzerinde muhtelif tesirler yapar. Kimi kızar, bağırır; kimisi merak eder, arar; kimisi de seyredip gülmeyi tercih eder. Bununla beraber; neticede hepsi bir tek histe birleşirler: Artisti bularak oyunu başlatmak! Bu esnada sahnede, alelacele yapılmış gibi, artistin içinde kaybolduğu hâdiseye sahne olan bir yer, mesela bir çiftlik veya Pamir yaylalarında bir ormanlık hazırlanmıştır. Vakayı haber veren artist, oyunu oynayacak olan artist hakkında malûmat verir ve çocukların oyununu ustaca idare eder ve piyes de esasen bundan ibarettir. Çocuk tiyatrolarından sabit olanların dekorları ve piyesleri sahneye koyuşları çok zengin ve san’atkâranedir. Piyeslerde ekseriye şarkılar, musiki ve danslar vardır. Mesela “Ben Az Bir Şeyim Fakat Biz Bir Kuvvetiz” isimli piyeste olduğu gibi… Seyyar tiyatro dekorlarının hususiyetlerinden birisi de, dekorların doğrudan doğruya seyirci çocuklar karşısında kurulup piyese başlanmasıdır. (Vakit gazetesi, “Tiyatro” başlıklı imzasız yazıdan alıntı, 31 Mart 1932, Gazete yayın no: 5110, s. 6) Bu kafamı yiyip biteren sorulara yanıt aramak için arşivimi kurcalarken, bu yazıdan başka bir yazı daha çıktı karşıma. Sorduğum soruyu sanki kendisine sormuşum gibi, yazar bana yanıt vermektedir yazısında:Moskova’daki çocuk tiyatrosu, yüksek bir san’at kıymeti arz eder. Altmış kişilik bir aktör ve aktris trupu vardır. Bunlar, her şubede ihtisas sahibi olmuş kimselerdir. Sovyetlerin en tanınmış dram muharrirleri, kompositörleri, sahne vazıları, dekorcu ressamları ve pedagogları bu tiyatro ile alâkalıdırlar, bu iş için çalışırlar. Tiyatronun terbiye ve telkin hususundaki tesiri, fevkalâde büyüktür. Burasının, tahsile, ilim ve fenne, musikiye, edebiyata, resme, ilh. çocukları merak ettiren en büyük âmil olduğu tespit edilmiştir. Muharrir, musikişinas ve aktörler oyunun başında, perde aralarında ve oyunun nihayetinde çocuklarla konuşup, onların fikirlerini almaktadır. Müteakip temsilleri ona göre değiştirmektedirler. Evvelâ büyüklerimiz ve sonra da çocuklarımız için böyle tiyatrolar yaratarak, eğlence ile fayda ve iyi propagandayı birleştirmek hususunda Sovyet dostlarımız bize örnek teşkil etmelidir.(Haber gazetesi, 22 Eylül 1934-Cumartesi, Vâ-Nû’nun (Vâlâ Nurettin) ‘Ne Var Ne Yok?’ adlı köşesinde, “Sovyetlerde Çocuk Tiyatroları” başlıklı yazısından alıntı, Gazete yayın no: 863, s. 3) Oh be, sonunda! Demek ki, o kadar da sert vurmaya gerek yokmuş ilk çocuk tiyatromuzdaki bu pedagoji günahlarına. Çünkü; zaten, önceliğin üç şeye verildiğini baştan kabulle bu işe başlamışlar. Bizi kaygılandıran ve şaşırtan; iki şey üzerinden bu işi ele almış olmak-mış: Öğretici ve eğlendirici yanından konuya yaklaştık biz hep! Oysa -gazetelerde yazılacak kadar önemli bulunan- bir de propaganda yanı varmış bu işin! Bu doğru ya da eğridir; ama artık emin olduğumuz bir şey daha var elimizde: İlk çocuk oyunumuz olan ‘İlk Tiyatro Dersi’, Cumhuriyet ideolojisini örgütlemeyi görev edinerek perdesini açmıştır çocuklara. Maçın birçok yerinde, ruhunu hissederek giyilen forma, formanın üstüne alınan reklam tarafından görünmeyecek kadar örtülmüş olsa bile! Kafamızı allak bullak eden oyunun ikinci perdesindeki -bizce- hatalı olan bölümler konusunda, değerli hocamız Nihal Kuyumcu da benzer bir yargıya varmıştır incelemesinde:Uzun bir Osmanlı geleneğinden modern Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin çok kolay olmadığı, alışkanlıkların değiştirilmesinin zorluğu karşısında yeni yaşamı kabullenme sürecini hızlandırmak adına devlet eskiyi tamamen dışlayarak, unutturmaya çalıştığı bazı şeyleri tepeden inme bir yaklaşımla kabul ettirmeye çalıştığı bir gerçektir.” Bunu da şahane bir saptamayla savunur Kuyumcu Hoca: “Kahvede toplanan bütün köy halkının ortasında koyun makasıyla saçı sakalı kırpılarak Osman adam (!) edilir.” (“Zehra İpşiroğlu’na Armağan - Tiyatroyla Düşünmek”, (Çok Yazarlı Ortak Kitap), Habitus Yayıncılık, 2016, İstanbul, Birinci Baskı, s. 327) Oyunun üçüncü perdesini incelemeyi bir sonraki yazımıza bırakıp, dosyanın bu bölümünü, başladığımız gibi Muhsin Ertuğrul’un çocuk tiyatrosu üstüne söylediği sözlerle bitirelim:Aradan kırk yıl geçti. Kırk yılda dördü İstanbul’da, biri Ankara’da olmak üzere beş yetersiz çocuk tiyatrosu açıldı. Oysa bu konu dünya eğitim alanında başlıbaşına bir bilim kolu oldu (…) Biz hep bunların dışında kaldık. Abartma değil ama biz bu çocuk tiyatrosu konusunda bir arpa boyu yol gitmedik; bugün de masal dünyasının tekerlemelerini aşamadık. Biz hükümetin tiyatroya önem vermesini, Maarif Nezareti’nin benimsemesini istiyorduk. Ancak o zaman tiyatro bir eğitim kurumu olarak toplum yaşamındaki gerçek yerini alacaktı (…) Biz hâlâ Maarif’in kapısından içeriye bir tek tiyatro kelimesini sokamadık. Ne güç açılan paslı bir kapıymış mübarek! Bizde değirmen çok ağır döner; çok kez dişleri arasında işleri değil, kişileri öğütür. Milli Eğitim kurultaylarında kabul edilen temel eğitimdeki çocuk tiyatrosu konusuna hâlâ sıra gelmediğini hoşgörmeliyiz. Dişliler meşguldü; öğretmen öğütüyordu. Bugüne dek çocuk tiyatrosu konusu Milli Eğitim Bakanlığımıza giremedi ama, son kırk yılda dünya üniversitelerinde çeşitli bilim kollarında kök saldı. Antropoloji, pedagoji, sosyoloji, psikoloji bölümlerinde kendisine büyük yer ayırtıyor. Çünkü tiyatro, çocuğun yaratıcı gücünü en kolay geliştiren biricik etkili sanat dalıdır. Çocuk beyni, çocuk zekâsı ancak tiyatro havasında, sınırsız ve engelsiz uçar. Ben o kanıdayım ki her mahallede bir çocuk tiyatrosu, her ilde bir gençlik tiyatrosu kurulmadıkça siz isterseniz bin bir kalkınma planı yapın, o planları uygulayacak aydın genç bulamazsınız. Bizim kafa düzeyimiz de bir santim yükselmez. Çocuk dediğim zaman ben, onda yarının gençliğini görüyorum. Hani şu, Atatürk’ün emanetini onlardan başka bırakacak kimselere güvenemediği has gençliği! Atatürk bu vasiyetiyle herkesi kıskandırdı ama ne kadar haklıymış. İşte onun için dönüp dolaşıp Çocuk Tiyatrosu üstünde direniyorum.” (Muhsin Ertuğul, “Çocukta, Yarının Gençliğini Görüyorum” başlıklı yazısından alıntı, Milliyet Sanat Dergisi, 19 Nisan 1974, Sayı: 76, ss. 4-5)