Aleksandra’nın hayali uzun zaman için için yanar hikâyecinin yüreğinde. O zaman şiirlerin hepsi yavan, şarkıların hepsi Aleksandra olup üstüne gelir Sait Faik’in. Tek başına dolanıp durur ortalıkta. K...

Aleksandra’nın hayali uzun zaman için için yanar hikâyecinin yüreğinde. O zaman şiirlerin hepsi yavan, şarkıların hepsi Aleksandra olup üstüne gelir Sait Faik’in. Tek başına dolanıp durur ortalıkta. Kasımpaşa meyhanelerini yol yapar. Erkekliği aşağılandığı için kendine küser Sait Faik. Ancak içtiğinde kurtulabilir kendisinden, ötesi eziyet gelir ona. Meyhanede insanları izler engelleyemediği bir dürtüyle. Şuna bak; zayıf elleri, kıllı parmakları ve tırnakları leş gibi biri, ağzından salyalar akıtarak bir köşede sızıp kalmıştır. Saçları keçe gibi birbirine dolaşmıştır. Üstelik de leş gibi ter kokmaktadır. “Ne güzel, uyuyarak kurtuluyor hayattan” diye geçirir içinden hikâyeci. “Ölmeden evvel ölmek gibi!” Aklında Aleksandra, önünde beyaz şarap ve bir türlü durduramadığı kum gibi akıp giden huzursuz ömrü… Tam bu sırada bir ses duyar hikâyeci: Katina seslenmektedir ona. Döner bakar ki yanında bir taze, gel gel etmektedir kendisine. Yüzüne kan hücum eder bir anda. Aleksandra mı o? - Bu Eleni’dir Çakir Pasa, bu da Sait’tir, yazar adamın biridir kizim. Şişli’de apartmanları vardır. - Tamam Katina, yeter bu kadar. Tanıştık işte. Bomboş bir muhabbet başlar masada. Çok güzel bir kız değildir Eleni. Ahım şahım bir güzelliği yoktur. Türkçesi de kırıktır. Esmer, büyük kalçalı, değnek gibi zayıf bir kız ama gözleri cam gibi parlaktır Eleni’nin. Sait habire içerken, Katina bir an kulağına eğilir hikâyecinin: - Fark ettin mi zo? - Neyi? - Eleni’min Aleksandra’ya ne kadar benzediğini be sapsal! Sait Faik’e sorsalar, dünyadaki bütün kadınlar biraz Aleksandra’dır. Eleni’nin yüzüne, saçlarına, gözlerine bakar hikâyeci. Saçları daha uzundur Eleni’nin. Yüzü daha bebeksi, Aleksandra daha sert çizgiliydi. Bunun kalçaları göz dolduruyor daha çok. Hem bu kız cilveli birine de benzemiyor pek. Aleksandra, dört kitabı aynı anda okuturdu insana. Bu? Çocuk denecek yaşta daha, sesine baksana, ipince! Neden bilinmez, oturduğu yeri dolduran bir tipi vardır Eleni’nin. Kedi gibi de kibirli görünmekte. Belli ki cesur biri! Kafasında onlarca karınca, kırt kırt kemirmektedir hikâyeciyi. O gece, zaten kafası bulutlu olan Sait Faik, kıyar da kıyar kendine kimseler duymadan. Masa kan içinde kalır ama kimseler görmez hikâyecinin kendini nasıl kanattığını: Kızın babası yaşındayım. Bir kızın bende bulabileceği ne olabilir ki zaten? Hiç! Yaşlıyım, çirkinim üstüne üstlük. İşsiz güçsüz, yazdıkları beş para etmeyen biriyim. Dünya birbirini boğazlıyor dışarıda, memleket yoksulluktan kırılıyor, dostlarım hapislerde… Yüzümün her çizgisinde Aleksandra’nın izi varken bu kız beni niye sevsin ki? … Sever mi ki? Ahhh, keşke sevse! O beni sevse, ben de hayatı! Bir daha! Bir daha! Keşke! “Sokakta, bir dükkânda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür hülyasına kapıldım. Netice şu satırlar oldu: Karaköy'de bir birahanede bira içen, tahminen kırk yaşlarında bir adamı gözüme kestirdim (…) Ellerine bakmadan önce yüzüne baktım. Sabahleyin tıraş olmuştu ama pek erken kalktığı, çabuk çabuk tıraş olduğu belli idi. Yüzünün bazı yerlerinde sakal artıkları vardı. Demek ki uyku sersemi tıraş olacak, yine uyku sersemi sokağa fırlayacak kadar işe gecikmemesi lazım gelenlerden biri. O halde, kendi başına bir iş sahibi değil... Gözleri gözüme ilişti. En küçük bir dert taşımıyorlardı. Göz kenarlarının çizgilerinde de üzüntü çizgileri yoktu. Kadın yüzünden hiç çekmemiş bir adam, dedim.” (Birahanedeki Adam) Sait Faik, masadan kalkarken, son temiz nefesiyle, inceden fısıldar Eleni’nin kulağına: “Yarın Degütasyon’a gel! Akşamüstü bekleyeceğim seni!” O gece, nereden geldiğini bilmediği gece kuşları hikâyeciyi koltukaltına girip evine uçururlar. Uzun zamandan sonra ilk kez o gece kâbus görmeden uyur. - Nerede oturuyorsun Eleni? - Dolapdere’de. - Çalışıyor musun? - Terzide çalıştım az biraz ama adam bana yılışınca ayrıldım zo. - Anan baban bu saatte dışarda olmana ses etmiyor mu? - Etmiyor. - Yani sana hiç karışmıyorlar? - Öfff be! Sorguda mıyım zo? Eleni sinirlenip kalkacakken, kuyumcunun çırağı küçük bir kutu getirir Sait Faik’e. Kutuyu açıp Eleni’ye uzatır hikâyeci. Bir aslanpençesi, alevden iki kırmızı damlayı sıkıca yakalamış, sallantılı bir çift küpedir bu. Eleni yüzünde gülümseme; gitmekten vazgeçer. - Beğendin mi küpeleri? - Çoookkk! - Ya beni? - Seni de beğendim. Cömert adamsın… Sen, sen sevdin mi beni zo? - Hemen sevdim, damdan düşer gibi, pat diye sevdim hem de! Zor değil ki seni sevmek, kim olsa sever seni. Bir kere çok güzelsin. - Yazar mısın sahiden? - Yazarım. Eskiden kitap da bastırdım, üç tane. Bir de roman. - Şimdi? Başka yazmıyor musun? - Ben yazmazsam ölürüm Eleni. Ya ölürüm ya deliririm. - Hiç anlamam ama bana da şiir okur musun? - Okurum elbet, okumam mı hiç? “Sana koşuyorum bir vapurun içinde / Ölmemek, delirmemek için / Yaşamak; bütün âdetlerden uzak / Yaşamak... / Hayır değil, değil sıcak / Dudaklarının hatırası; / Değil saçlarının kokusu / Hiçbiri değil. / Dünyada büyük fırtınaların koptuğu böyle günlerde / Ben onsuz edemem. / Eli elimin içinde olmalı, / Gözlerine bakmalıyım, / Sesini işitmeliyim. / Beraber yemek yemeliyiz / Ara sıra gülmeliyiz. / Yapamam, onsuz edemem / Bana su, bana ekmek, bana zehir; / Bana tat, bana uyku gibi gelen çirkin kızım / Sensiz edemem.” “Şiir tehlikelidir. Bir erkek sana kelimeleriyle dokunmaya başladıysa, elleri çok uzakta değildir.” Yüzü yeniden gülmeye başlar Sait Faik’in. Dostlarının yanına Eleni’yi de götürmeye başlar. “Bu kız sevgilimdir… Adı Eleni!” “Ena demek bir demek / Duo derler ikiye / Ben gönlümü kaptırdım / Sokak kızı Kiki’ye / Ki-Ki, Ki-Ki, Ki-Ki / Sen ne dersen peki.” Bir gün Mina Urgan ve Cahit Sıtkı, Bohem Meyhanesi’nde demlenirken, Sait Faik ve Eleni girer içeri. Meyhane tıklım tıklım dolu olduğundan, aynı masaya otururlar. Mina Urgan Eleni’yi hiç sevmez. Nasıl olursa, muhabbet döner dolaşır kıskançlığa gelir. Gerisini Mina Urgan’dan dinleyelim. “Sait, kıskançlık denilen duyguyu hiç anlamadığını anlatıyordu bana. “Senin âşık olduğun kadına o da tutulduğu için, bir erkeğe nasıl düşman kesilirsin, nasıl kıskançlığa kapılırsın?” diyordu. “Seninle aynı duyguları paylaşan adam, sana en yakın insandır, senin can kardeşindir” diyordu. Kıskançlığın çirkinliğini, öyle ince bir duyarlılıkla, öyle bir içtenlikle, öyle güzel anlatıyordu ki, fena halde duygulanmıştım, ağlamak üzereydim nerdeyse. Derken birdenbire sözünü kesip, ayağa fırladı. “Ulan pezevenk! Benim karıma neden bakıyorsun!” diye bağırdı. Küfrettiği masada, izbandut gibi beş herif oturuyordu. Sait’i de, Cahit’i de çiğ çiğ yiyebilecek güçteydiler beşi de. Üstelik Eleni’ye baktıkları filan da yoktu. Bunu Sait’e anlatmaya çalıştık. Hatta tedirginliği geçer umuduyla, Eleni’yle ben yer değiştirdik. Derken Sait, hiçbir şey olmamış gibi, kıskançlığı ne çirkin bir duygu saydığını, aynı içtenlikle anlatmayı sürdürdü. Ne var ki ben, düşünceyle uygulama arasındaki uçurumu gördüğüm için, onu kös kös dinliyordum artık. Anlattı, anlattı. Sonra ansızın gene ayağa fırlayıp, “Pezevenk! Sana karıma bakma demedi miydim?” diye avaz avaz bağırdı yeniden. İşte o zaman, çocukluğumun kısa komik filmlerinde görülen durum oldu meyhanede: Hesapça, yalnızca izbandutların masasındakilerle bizim masamızdakilerin dövüşmesi gerekirken, herkes dövüşmeye başladı. Masalar devrildi, iskemleler devrildi, tabaklarla bardaklar şangır şungur kırıldı, erkekler küfürler etti, kadınlar çığlıklar attı. Bu hengâme, başladığı gibi bitiverdi ansızın. Sanki biraz önce birbirlerine girmemişler gibi, herkes yerine oturdu, yemeğe içmeğe devam etti. Uzun boylu, kara kuru, maşa gibi denilen türden, ama çekici bir kız olan Eleni, ancak o zaman harekete geçti. Elinin tersiyle bir sağ yanağına, bir sol yanağına tokatlar atarak, yakasından yakaladığı Sait’i, geri geri yürütüp, meyhanenin arka kısmına itti. Orada, kafasını üç kez, küt küt küt duvara vurdu. Sonra basıp gitti. O beş izbandutla da, meyhanedeki bütün erkeklerle de dövüşmeye can atan Sait, onu döven sevgilisine el kaldırmayınca, benim yeniden gözüme girdi. Bu yaman Rum kızını aramak için, üçümüz de yollara döküldük. Ama o gece Eleni’yi bulamadık Beyoğlu’nda.” (Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, Dördüncü Bölüm) Uzun zaman bulamaz Eleni’sini Sait Faik. Sonra yine Katina girer araya. Buluşturur sevgilileri. Ama Eleni aynı Eleni değildir artık. Sait Faik’in ona “bir gün birlikte Marsilya’ya da gideriz” dediği hikâyede takılı kalmıştır o. Burada kalırsa, bir çamurdan diğer çamura bulanacağını, bu kötü yaşamdan kurtulmak istediğini anlatır hikâyeciye. Olmaz bir düş içindedir Eleni: “Evlenmesek de olur. Lakin Marsilya’da yaşamak isterim ben.” Bir sevişme arası konuşurlar iki sevgili. - Kolay mı Marsilya’da yaşamak kızım? Para lazım, iş lazım, dil bilmek lazım. - Hiç mi iş bilmezsin sen? - Yazmaktan başka bir halt bilmem ben Eleni. - Balıkta mı tutamazsın zo? - Balık tutarım ama ancak karnımı doyuracak kadar. Eleni, bu umutsuzluğu, beş tırnağını çıplak olan Sait Faik’in sırtına saplayıp, onu kan içinde bırakarak ifade eder. Canı yanan hikâyeci, Eleni’ye bir tokat atar. Eleni aynı şeyi tekrarlar sabaha kadar ağlaya ağlaya: “Anlamıyorsun zo, anlamıyorsun beni!” O gecenin sabahında da, henüz uyanmamış olan Sait Faik’i terk eder Eleni. Ardında onlarca düş kırıklığı ve özgüveni yerle bir olmuş bir hikâyeci bırakarak! Hikâyecinin bu kez günlerce peşine düştüğü kız Eleni olur. Günlerce ve günlerce! En sonunda, şans eseri bulur Eleni’yi. Artık o Eleni değil, Yorgiya’dır. Yanındaysa babası yaşında bir herif vardır: Hallaç Kâzım! Kâzım’ın kapatmasıdır Eleni. Evi basar Sait Faik. - Açın ulan kapıyı şerefsizler! Kapıyı Eleni açar. Yüzü korkudan kireç gibi bembeyaz olmuş Eleni. Eski sevgilisine yalvarmaya başlar kadın: “N’olur Sait, git! Git buradan! Seni de öldürür, beni de! N’olur git! Bozma düzenimi, git!” - Ulan kahpe! Maden kurulu düzenin vardı, benden ne istedin orospu? - Umut istedim senden, umut! Umut istedim biraz ama… sende de yokmuş Sait! Git! - Başkalarının koynuna girerek mi benden umut istedin yalancı köpek? Sonra gene aynı hikâyeler… Şiddet, küfür, kırılan eşyalar! Eleni, içeriye girip, kapıyı Sait Faik’in yüzüne kapatsa da, bir omuz darbesiyle kapıyı kırar hikâyeci. Kapının hemen arkasındaki askıda asılı kendi aldığı mantoyla, yerdeki yine kendi aldığı çizmeleri sıkıştırıp koltuk altına, Eleni’ye tokat atmaya başlar. Eleni yere yıkılır. O sıra, korkunç cüssesiyle Kâzım gelir. Elindeki soba maşasıyla Sait Faik’e vurmaya başlar. Eleni de yerden kalkmış, eline geçirdiği şeyleri Sait Faik’e savurmaktadır şimdi. Sait Faik, ağzı yüzü kan içinde, yerde kıvranmaktadır. Dakikalarca dayak atarlar hikâyeciye. Sonra da öldü diye sokağa atarlar. “Gebersin pezevenk!” Sonra sessizlik kalır geriye. Gece yutar her şeyi… “Bir kış gecesiydi. Boğazım fena ağrıyordu, ağır bir grip geçiriyordum, ateşim vardı. Ve tesadüfen yalnızdım evde. Gece yarısından bir hayli sonra, apartmanın zili çalındı. Kapıyı açınca, Sait’i karşımda gördüm. Yüzü gözü kan içindeydi ve kanlı ellerinde Rum kızının paltosuyla çizmelerini taşıyordu. Onu hemen içeri alıp, ne olduğunu sordum. Ama konuşabilecek halde değildi; zangır zangır titriyor, bir şeyler kekeliyordu (…) Sait’in, Rum kızını öldürdüğü kanısına varmıştım. Tek düşüncem, onu saklamak, polisin elinden kurtarmaktı. Her şeyden önce, suç kanıtlarını ortadan kaldırmam gerekiyordu. Sait, Hayat apartmanının altı kat merdivenini bitkin çıkarken, ikide birde ışıklar sönmüş, elektrik düğmesini aradığı sırada, kanlı elleriyle duvarlarda izler bırakmıştı. Onu bir divana yatırdım. “Sakın buradan kıpırdama” dedim. Kapıyı Sait’in üstüne kilitleyip, elimde sabunlu su dolu bir kova ve bir bezle, bacaklarım tir tir titreyerek, duvarları sildim, kan lekelerini yok ettim. Bir süre sonra, Sait kendine geldi: Kızı öldürmemiş. Kavga etmişler sadece. Eleni, onun yüzünü gözünü tırnaklamış. Sait de, evin camını çerçevesini indirmiş. Yüzündeki ve ellerindeki kanlar bundanmış. Sevgilisinin paltosunu ve çizmelerini almasının nedeni de, verdiği armağanları başka erkeklerle gezip tozarken giymesini engellemek içinmiş. Sait’in katil olmadığını anladım böylece. Ama olsaydı, onu gene korurdum. Sadece Türkiye’nin en iyi öykü yazarı olduğu için değil, sevgili arkadaşım olduğu için.” (Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, Dördüncü Bölüm) Hikâyeci bir kez daha duvara çarpmıştır aşk konusunda. Bu zavallı hikâyeden de birkaç şiir kalır elimizde. Sait Faik’in tek şiir kitabı olan “Şimdi Sevişme Vakti”ndeki, “Mektup II” adlı şiiri de onlardan biridir. “Senden bahis açılmadıkça susmak isterim / Senden bahis açılmaya vesiledir / Kınalıada, vapur, deniz, yunus / Şimdiye kadar neden gökyüzü değildi? / Niye böyle oldu? (…) Bu şehirde ikimiz birden nefes alıyoruz / Yoksa neye yarardı bu garip şehir? / Burada senin doğduğun bana malûmdur / Yoksa sever miydim minareleri? / Süleymaniye’yi, sen gâvur olduğun halde?” Eleni, Sait Faik’in öldüğü gün Marmara Kliniği’nde onu gören son insandır. Ama kapı aralığından! “Akşamüzeri hastaneye gittiğinde gördüğü kalabalık önce çok korkutmuş sonra gururlandırmıştı Eleni’yi. Sait’in bu kadar sevildiğini bilmezdi hiç. Onu yalnız hatta yapayalnız bir adam olarak tanımış, huysuzluğu, geçimsizliği ve kavgacılığı yüzünden giderek köşeye itileceğini tahmin etmişti ama gel gör ki Sait’in ziyaretçileri koridorlara sığmıyordu. Yazarlar, çizerler, dernekler, liseliler, üniversiteliler, akademisyenler, daha kimler kimler… “Cumhur reisi gibi adammış vre!” dedi Eleni.” (Yalnız hatta Yapayalnız, Özlem Esmergül, sf. 222-223) Ölümünden birkaç hafta önce yazdığı bir epigramda da, Eleni’yi unutamadığını anlarız hikâyecinin. Epigramın adı “İmrozlu Kız”dır. Epigram, ölümünden 5 gün sonra, Vatan gazetesinin Sanat Sayfası Eki’nde yayımlanmıştır. 16 Mayıs 1954’te! “Dudakları yağmurlu havalarda siyahtır / Bütün hafta kirli / Pazar günleri fiyakalıdır Eleni.” Bunca kederden kurtulması ne zordur birinin. Doğru yaptı, yanlış yaptı, bunu konuşmak bize düşmez bence. Asıl konuşmamız gereken şey, bu kalp eksilmesine karşın nasıl hâlâ hayata tutunabildiği olmalı. Sait Faik’i büyük yazar yapan şeylerden biri de, bunu ölümünden 69 yıl sonra bir incelemecinin soracağını hesaplayıp, bunca yıldan sonra bize, peşinden gidip onu anlamamız için bir işaret bırakmasındadır belki de! Ne diyor hikâyeci: “Aşk kadar tesirli, hatta bir kadının bir erkeğe verebileceği ne varsa her şeyi cömertçe sunabilen bir kuvvet, sancı gibi zonklayarak hatırlatıyordu varlığını... Yazmak!"