Sait Faik 68 yıldır aramızda değil... (11 Mayıs 1954 – 11 Mayıs 2022) ''Sana nasıl bulsam, nasıl...

Sait Faik 68 yıldır aramızda değil... (11 Mayıs 1954 – 11 Mayıs 2022) ''Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem / Nasıl etsem, nasıl yapsam da / Anlatsam şu kiraz mevsiminin / Para kazanmak mevsimi değil / Sevişme vakti olduğunu...'' Sizi bilmem ama bu dizeleri ne zaman okusam, kanımda küçük adamların ayağa kalkıp el çırptığını hissediyorum ben. Neredeyse yalvararak aşkı çağıran, pembe çiçekli bir şeftali dalından koparılmış, çiçek gibi kokan, coşku dolu sözlerdir Sait Faik’in yazdıkları. İddiası kendine kadar ve herkese aittir. Hişt hişt, oradakiler, Sait Faik şairdir. Hem de yurtseverliği milliyetçilikle karıştırmayan, denizlerin, balıkların, yıldızların, kızılcık dallarının şairi. Âşık insanların, dünyayı sevenlerin şairi... Şiir sadece alt alta yazılan dizelerle oluşmaz. Onun her öyküsü, gücünü sağduyudan ve sokaktan alan, hiç bitmeyecek şiirlerdir. Hişt hişt, ''kendi üzerine eğilen,durgun ve hep aynı hızla akan bir ırmakta kendi gölgesini yakalamaya çalışan'' birinin sesidir bunlar. Senin sesindir. Evet, konudan çok anlatış ve insan ögesi öne çıkmış gibi görünür Sait Faik'te. Konunun önde olması şart mı? Sanatın propaganda yeteneğini reddetmeden, önce insana akan sanat değil midir evrenseli yakalayan? Ve evrenselin serinliğinde, bir yelkovan kuşuyla başını alıp giden nereye gider? Amerika'ya gider. Çin'e gider. Afrika'ya gider. Anasının gözüne gider. Ama aslında hep dünya ona gelir, düsturu insansa eğer... 1953’ün, 24 Nisan’ında daha önce sadece bir Türk'e verilmiş olan, edebiyat ölçeğinde de önemi tartışılmaz bir taltif sunulur Sait Faik'e. Çok uzaktan, taa Amerika'dan gelir bu onur nişanı. Daha önceden, Churchill, Bernard Shaw, Berkley gibi yazar ve devlet adamlarına verilmiş bu ödülün adı ''Mark Twain Derneği Onur Üyeliği Ödülü''dür. Bu onur dünya yazınına ya da insanlığa barış ve dostluk sunan insanlara verilir. Sait Faik'ten önce buna layık görülen Türk kimdir, merak ettiniz mi? Mustafa Kemal Atatürk. Dünya barışına kattıklarından ötürü kendisine verilmişti bu onur üyeliği. Biraz da Sait Faik'in sanat anlayışı ve ulusal edebiyatımıza kattıklarından söz edelim isterseniz. 2 Kasım 1949'da Akşam gazetesi muhabiri Saadettin Gökçepınar'la yaptığı söyleşisinde şöyle diyordu Sait Faik: ''...eskiler diye adlandırılan yaşlı muharrirler, hayata, cemiyete yukarıdan bakarlardı. Hâlâ da öyledirler. Hayata karışmıyorlar. Yalnız tepeden seslenerek cemiyeti düzeltmek sevdasındalar. Bize gelince; cemiyeti düzeltmek hususunda hiç bir iddiamız yok. Biz cemiyette insanlarımızla birlikte aynı hayatı yaşamak istiyoruz. Yeni edebiyatın yerle beraber olmasını, hatta çamura bulanmasını istiyoruz. Ben mahdut bir zümre için değil büyük kitle için yazıyorum... Endişem onlara hoşça vakit geçirtmek değil... onları olgunlaştırmaktır... Yaşlıların eserlerine bakın! Hayatla ne derece alakaları var? Gülden, bülbülden, ada çamlarından, süslü gemilerden, teşbihlerden, kahramanlardan, prenseslerden bahseder dururlar. Oysa memlekette yapılacak sayısız iş varken gözümüz hep dışarıda. Hâlâ bazı gazetelerin Hacca muharrir göndermelerine ne dersiniz! Gönderilecek muharrir varsa Mekke'ye değil, Anadolu'ya, daha doğrusu Şark'a gönderilsin...'' Her ne kadar İstanbul, Bursa, ekonomi okumak için bulunduğu Fransa'nın Grenoble kenti ve adaların doğasını yazsa bile, onun yarattığı sıcacık insanları her yerde görmek mümkündür. Bayıldığım''Stelyanos Hrisopulos'un Gemisi'' öyküsündeki Trifon'dan oturup dertleştiği Barba Antimos; düşlerinin atına bindirdiği sadık dostu Panco'dan, balık Sinağrit Baba'ya kadar herkes ve her canlı; değil sadece Türkiye'nin, dünyanın herhangi bir yerinde yaşıyorlar bence. Şanslıyız ki onun gördüğü yer, bizim şu an bile görebileceğimiz kadar yakınımızda. Örneğin, perdeyi aralayalım ve yağmurun ıslattığı taş bir sokağın sonuna doğru bakalım. Bir elinde ağlayan Trifon'a aldığı mavi bir balon, diğer elinde Mark Twain Onur Üyeliği ödülüyle, Sait Faik bize doğru geliyordur. Ona, şimdilerde çok azaldı ama tahta tabureli bir çay ocağında bir çay ısmarlamalı önce, sonra da akşam salaş bir meyhanede bir- iki tek attırmalı. Attırmalı ve dinlemeli onu: ''Hocam,neden kalemi defalarca bıraktığın halde yeniden, yeniden döndün ona? Hadi bir anlat, n'olursun?'' Tabii bu ara ortamın gereğini de ihmâl etmeyeceğiz: ''Hey, Eftalikus, bir ufak çek masaya!'' O, bütün utangaçlığından sıyrılıp anlatmaya başlayacak:''...Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım.Yazı yazmak da hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, şiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.'' 'Vay be' diyeceğiz. 'Demek yazmasan deli olacaktın ha?' Sait Faik, deniz kenarındaki bu salaş meyhanenin dantel perdesinin arasından bir martıya dikecek patlak mavi gözlerini. Uzun süre hayran olunacak bir sessizlikten sonra, aniden irkilecek. Dalıp gitmesini bozan şey, akşam ezanı olsun diyelim. Biraz da bizim gözlerimize baktıktan sonra, şunu soracak bize iç çekerek: ''Sence bir insan mı kıymetlidir, Süleymaniye Camisi mi?'' Kilitlenip kalacağız yavaş yavaş akşam inerken denize. O, ‘inen karanlık değil, balıkların simsiyah yorganıdır’ deyip gülecek yumuşacık... Sait Faik muhabbeti hiç bitmez bir muhabbettir. O, teknenin küpeştesinde oturup deniz efsaneleri dinlemeyi ya da anlatmayı sevmiştir hep. Ama bir balıkçı hikâyesi var ki ustanın, her hatırlayışımda hüzünden ağırlaşan yüreğim sızlar. Hayatı boyunca en çok balıkçıları yazan Sait Faik’in ölümüne yakın, yattığı hastaneye bir ziyaretçi gurubu gelir. Balık gözlü arkadaşlarının hastalandığını ve Marmara Kliniği’nde yattığını duyan Burgazadalı balıkçı dostları; “Sait, senin kana ihtiyacın varmış, duyar duymaz koştuk geldik” derler. Ama deniz insanı, kara kurallarını pek bilmez ya da takmaz ya; öyle paldır küldür doluşuvermişler hasta odasına. Onları gören Sait Faik çok heyecanlanmış. Çünkü gelenlerin içinde hayatı boyunca Burgazada’dan hiç çıkmamış, asker kaçağı olan bir de Rum balıkçı dostu varmış. Hiçbir şey için adadan ayrılmayan bir dostu, her şeyi göze alarak, kendisini görmeye gelmiş. Mavi gözleri dolan Sait ustanın imdadına ziyarete gelmiş bir başka dostu Nevzat Üstün yetişmiş: “Sağ olun, var olun arkadaşlar ama bu tür heyecanlar Sait’e iyi gelmiyor. Doktorların emri var, heyecanlanmayacak.” Bu açıklama o an durumu kurtarsa da, ziyaretlerin ardı arkası kesilmeyince başka bir çare bulur Nevzat Üstün. Sait Faik’in yattığı hasta odasının kapısına şöyle bir yazı asar: “Sait’i seven girmez.”… Çok dokunaklı değil mi sizce de? Sait Faik’e ölüm, daha gencecikken, henüz 48 yaşındayken gelir. Ölümüne neden olan şiddetli kriz, 5 Mayıs 1954 Çarşamba günü, yemek borusundaki bir damarın çatlaması sonucunda ağzından kan boşanmasıyla başlar. Bunun üzerine Şişli’deki Marmara Kliniği’ne yatırılarak tedavi altına alınır Sait Faik. Beş gün süren krizler sırasında kendisine birkaç kez kan verilmiş olsa da; yapılan bütün müdahalelere rağmen 10 Mayıs’ı 11 Mayıs’a bağlayan gece saat 02.35’te ölür Sait Faik. Mevsim bahardır, balıkların yumurtlama zamanıdır, hani kiraz zamanı, sevişme zamanı... Ölmüştür Sait Faik. Ağlar mısınız?... Yanınızda bir kadeh boğma rakı, tabakta boylu boyunca uzanmış, kıpkırmızı bir mercan ve diri bir salkım üzümle olduğunuz halde ağlar mısınız?... Ağlamayın. O yine bir çocukluk yapıp saklanmıştır aslında. Bir gün aniden çıkıverir karşımıza bir sokağın köşesinden, elinde oltaları, kafasında eski püskü bir hasır şapkayla... Öyle inanıyorum ki buna. Ve ıslatarak tuzlu suyla, denizin aynasında saçlarımı tarıyorum. Sait Faik beni görüyor, ben de onu... Sait Faik’in ölümünden kısa bir süre sonra Bedri Rahmi, öğrencisi Fatin Yılmaz’la birlikte bir hemşirenin de yardımıyla Sait Faik’in yüz kalıbını, yani maskını alırlar. Maskın pozitif kalıbı, Bedri Rahmi’nin atölyesinde çıkarılır. Daha sonra Güngör Kabakçıoğlu, maskı alarak İstanbul Tünel’deki Foto Süreyya’da maskın fotoğraflarını çektirir. Bu fotoğraflar ilk kez “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinin, Nisan 1955’te Sait Faik özel sayısı olan 27. sayısında yayımlanır. Sonra mask… aniden… ortadan kaybolur. Üzerinden yıllar geçer. 1994 yılına kadar masktan bir iz bile bulunamaz. 1994 yılında yine Güngör Kabakçıoğlu, maskı Darüşşafaka’nın Şişli Site Sineması’ndaki merkezinde, tozlar içinde ve kararmış bir halde bulur. Yani böylesi bir kalıt ancak 1996’da, 42 yıl gecikmeli olarak Sait Faik Müzesi’ne konabilir. “Elimize tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden, onu üzmek için elimizden geleni yapacağız.” Sait Faik’in naaşı 12 Mayıs 1954 Çarşamba günü, saat 11’de Marmara Kliniği’nden alınarak Şişli Camii’ne getirilir. Sabah başlayan ve hiç dinmeyen yağmura rağmen caminin avlusu çok kalabalıktır. Sanat ve edebiyat dünyasından, basından, Güzel Sanatlar Akademisi’nden pek çok kişinin yanında üniversiteli gençler avluyu doldurmuştur. (Yeditepe’nin 62. Sayısında Fikret Adil bu sayının 1000 civarında olduğunu yazar.) Ama cenaze töreninde en dikkat çeken şey, Mark Twain Cemiyeti’nin gönderdiği çelenktir. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında kılınan namazdan sonra Sait Faik’in naaşı, isteği üzerine Kırağı Sokak’taki evinin önünden geçirilir ve ardından Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’na götürülerek defnedilir. (Yıllar sonra çok sevdiği annesi de aynı mezara gömülecektir.) Aynı günlerde Dünya Gazetesi yazarı Adnan Benk zehir zemberek bir yazı yayınlar. 15 Mayıs 1954, Dünya Gazetesi sanat sayfasında yayınlanan bu yazıyı herkes bilmeli diye düşünüyorum. “Sait, ansızın öldü. Ölüm haberi bile vaktinde alınamadı. Cenazeyi evinin bulunduğu sokaktan geçirdiler. Bakmayın gazetelere, ağlayan tek kişi yoktu. Yalnız yaşlı bir kadın, o da her tabutun arkasından ağlayan cinsten… Şişli Camii’nde nasıl bir yağmur! Revakın altına sığındık, sigara üstüne sigara içtik. Haldun’u (Taner) o gün ilk defa dudağında sigara ile gördüm; onu da bitiremedi ya, düşürdü. Mezarın başına geldiğimiz zaman, azalmış yağmur daha çoğalmış, imam daha hızlanmıştı. Öylesine çabuk okudu ki, kimse âmin demek fırsatını bile bulamadı. Sonra…araba bulmak için koşuşmalar, itişmeler… Dönüşte, şoför “kimdi bu ağbi?” dedi. “Sait Faik” dedik. Anlamadı. Üstelemedi de. Biz de bir şey anlamadık ya. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak için aşırı bir gayret gösterdik, “Sait be, bu havada ölünür müydü?” diye bağıranlarımız oldu. Ama, sonraları yavaş yavaş sıkıntı içimize çökmeye, yerleşmeye başladı. Şimdi, Sait Faik hakkında konuşmak için daha çok erken. Ama, bir takım şeyler var ki, onları söylemek için hiçbir vakit erken değil: Sait Faik, eserlerinden hemen hemen hiçbir şey kazanamadan ölüp gitti. Keşke, “Değeri anlaşılamamıştı da ondan böyle oldu”, diyebilseydik; ama değeri anlaşıldığı halde parasız öldü. Anası olmasaydı, o da sıkıntı içinde yüzecek, yahut gidip bir bankada memur olacaktı. Sait Faik’i yaşatamadık. Onun gibi yaşatamadığımız, ellerine imkân veremediğimiz birçok yazarımız var. Bunlar içinde hiçbir şey yapılmayacak, biliyorum. Dört beş bin okuyucu nasıl olsa onları besleyemez, bunu da biliyorum… Hepsi de, toplumda birer sığıntı, emeği gereğince ödenmeyen, sıkıntı çeken, yarının ekmeğini kazanmak için çırpınan kişiler. Sonra bir de kıskançlık! Sevdiğim bir dost söyledi; “Birçok hikâyeciler şimdi memnundur” dedi. Rezalet ama, doğru. Gerçek, ideale falan uymuyor. Okuyucu kıtlığı var. Mesele şu beş on bin kişiyi başkasına kaptırmamakta. Hayat kavgası bu. Beş on bin kişi bir yanda, Sait’in adını bile bilmeyen milyon insan öte yanda. Sonra bir de edebiyatmış, şuymuş, buymuş… Geç!” Hoşçakal yazısını, içeriğine yüzde yüz ortak olduğum Tunç Yalman’ın 16 Mayıs 1954 günü, Vatan gazetesinin sanat sayfasında yazdığı yazıya ayırmak istedim. Öylesine yalın, öylesine içten ki… “… Sait Faik’in yaşaması lazımdı, çünkü o yaşamazsa, her memlekette onun gibi bir insan var olmazsa, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini, biz körler nasıl ayırt edecektik? … Onun kadar saf, temiz ve hayatın derinliğine daldığı halde, hırs, menfaat, para, dedikodu çirkeflerine bulaşmamış, alçalmamış, küçülmemiş bir insan var olmakla, bu şehri bambaşka kılıyordu… Ne zaman İstanbul’u düşünsem, İstanbul hasreti, daima Sait Faik hasretine karışırdı… Varlığı başkalarının dünyasına, daha doğrusu dünyaya, bu kadar gerçek bir değer katabilen bir insanın tabii ki ölmemesi lazımdı. Nasıl olsa ölmeyecek miydi? Ölecekti, ama biraz daha yaşasındı. Hem böyle bir hastane odasında, boyuna kan kaybederek, yavaş yavaş değil de; başka zaman, balığa çıkmışken, devrilen bir sandalda, ne bileyim, açık havada yıldızların altında veya güneşli bir gün, ferah ferah ve birdenbire ölsündü… Sabaha kadar hikâyelerini okudum. “Son Kuşlar”ı bitirmemle beraber odam kuş sesleriyle doldu… *(Hâsılı kelam) her balık kokusu duyduğumuzda, vapurla Köprü’den Marmara’ya doğru her açılışımızda, İstanbul’un, hatta Akdeniz’in her yanında, ille Burgaz’a yolumuz düştüğünde; Sait Faik bu dünyada yaşamış olduğu, onun hikâyeleri, körlüğümüzü giderdiği, içimizi biraz olsun daha temiz kıldığı için, tarifsiz bir huzur duyacağız. Sait Faik’i tanımamış olanlar, “Gün Ola Harman Ola” hikâyesinin başlangıcını okurlarsa ne kaybettiklerini biraz anlayabilirler belki.Siz bir adamı hiç görmeden, iki dakika evvel öyle bir adamın İstanbul ilinde yaşadığını bile bilmeden, birdenbire, zanaatından ve adından seviverdiniz mi? İçinizi hiç bilmediğiniz bir İstanbul semtinin akşamı kaplarken ve evinin önünde oturup sigara içen, göz kapakları kirpiksiz ve kıpkırmızı ihtiyar bir adamı hayranlıkla, sevgi ile, saygı ile andınız mı? Hiç içinize taş gibi, ağır bir su gibi bir sevgi oturdu mu? Oturmamışsa Allah aşkına vazgeçin şu yazımı okumaktan.” Söyleyecek başka söz kaldı mı ki?