İlk Türk astronotu Alper Gezeravcı ile 3 astronotun bulunduğu Axiom-3 mürettebatını taşıyan Dragon uzay aracının yolculuğu başladı. Gezeravcı’ya bu yolculukta başarılar dilerken, sağlıkla ülkemize dönmesini diliyoruz. 
Türkiye’nin hemen her konuda karpuz gibi ikiye bölünmüş görüntüsü, uzay yolculuğunda da zuhur etmekte gecikmiyor. Toplumun önemli bir bölümü, 55 milyon dolara mal olan yolculuğu, “Bu parayı cebine koyan herkesin yapabileceği bir turistik seyahat yüzünden yoksul milletin parası çarçur ediliyor” cümlesiyle açıklarken; kalan bölümü ise “Büyük ve güçlü Türkiye’nin gövde gösterisi” olarak izah ediyor. 

KİM HAKLI, KİM HAKSIZ? 

İlk bakışta, her iki tarafın da haklı olduğu noktalar olduğu anlaşılıyor. 
Ancak iş “bu seyahatten ne kazandık ve neye mal oldu” sorusuna gelince çatallaşıyor. 
Şayet Gezeravcı’nın “devletin parasıyla” ve bugünkü döviz kuru ile 1 milyar 650 milyon TL’ye mal olan yolculuğu, Türkiye’nin uzay araştırmaları süreçlerine katkısı olacak ve edinilen deneyim katma değeri yüksek araştırmalara zemin teşkil edecekse…
Elbette yapılan iş yararlı. 
Uzay araştırmalarının tüm dünyada çok pahalı süreçler olduğunu biliyoruz. Başta ABD olmak üzere kalkınmış ülkeler bu araştırmalara her sene milyarlarca dolar harcıyor. Özellikle dünyada tükenmekte olan ya da hammadde olarak değerlendirilmesi giderek pahalılaşan bazı madenlerin, farklı gezegenlerden ya da astroidlerden elde edilmesi üzerine yoğun bir çaba var.

FAYDA-MALİYET ANALİZİ 
 
Bu yolculuğun Türkiye’ye “fayda-maliyet analizi”nin ne olduğuna yönelik dikkat çekici bir analiz ise yazı ve yorumlarını her zaman dikkatle izlediğimiz Ekonomist Mahfi Eğilmez’den geldi. 
Eğilmez, Türkiye'nin yapımında hiçbir katkısı olmadığı, ülkeye de hiçbir katkısı olmayacak bu seyahat için uzay gemisinin sahiplerine 55 milyon dolar ödeyerek neleri yapmaktan vazgeçtiği sorusuna odaklanıyor. 
Ve şu değerlendirmeyi yapıyor: 
“Kimilerine göre bu bir seçim yatırımıdır kimilerine göre ise tipik bir gösteriş yatırımıdır. Hangi kategoriye girerse girsin ülkeye hiçbir getiri sağlamayacak bir maliyet yüklediği ve karşılığında yapılabilecek birçok fayda sağlayıcı yatırımdan vazgeçildiği açıktır.  
Benzer yatırım örnekleri Kuzey Kore tarafından da bol bol yapılıyor. Komşusu Güney Kore, başta eğitime ve teknolojiye yaptığı yatırımlar sonucu dünya markaları yaratır ve bunları bütün dünyaya satarak gelişmiş ülkeler arasına girerken Kuzey Kore füzeler atıyor, askeri sanayi yatırımları yapıyor, silahlar geliştiriyor. Kuzey Kore’nin kişi başına geliri Güney Kore’nin otuzda biri düzeyinde.”

TOPLUMUN YÜZDE 98’İ YOKSUL 

Herkesin görüşüne saygı duymakla birlikte kendi düşüncemizi de kaydetmeden geçmeyelim: 
2024 yılı Ocak ayı itibarıyla Türkiye’de dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için aylık yapması gereken harcama tutarı 21 bin 953 TL, bekâr çalışanın yaşam maliyeti ise 26 bin 712 TL seviyesinde. 
Yine 2024 Ocak ayı itibarıyla dört kişilik bir ailenin gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu aylık harcamalarının toplam tutarı olan yoksulluk sınırı 56 bin 942 TL. 
BM 2023 Sürdürülebilir Kalkınma Raporu'na  göre Türkiye’de 32 milyon 150 bin kişi (yüzde 37,6) yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfusun, toplam nüfusa oranı yüzde 98'i buluyor.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı’nın TBMM’de yaptığı konuşmasında, 2023 yılında farklı başlıklarda yapılan devlet yardımını beş katına çıkarmakla övünmesi de bu rakamların doğruluyor.  
Bu veriler ışığında, “yapılan işin Türkiye’ye somut hangi katkıyı sağladığı” sorusu, hepimiz için 55 milyon dolarlık sınav sorusu anlamı taşıyor.

BU GERÇEKLE YÜZLEŞELİM

Ve hep hatırımızda tutmamız ve “yüzleşmemiz gereken” bir gerçek şu: 
Türkiye yoksul bir ülke değil, yoksul insanların yaşadığı bir ülke. 
Pek çok alanda varlık içinde yokluk çeken, yoksulluğu kara bir yazgı gibi benimsemiş bir ülkede yaşamaktayız. 
Neredeyse son 70 yıldır enflasyon belasıyla baş edemiyoruz. Ve bu durumun ağır sonuçlarını servet-sefalet uçurumu, gelir dağılımdaki dengesizlik ve hayat pahalılığı olarak yaşıyoruz. 
Yine Türkiye Cumhuriyeti olarak, 1947 yılından bugüne, yani tam 77 yıldır bütçe açığı ve cari açık veren bir ülkeyiz. Kriz gibi, savaş gibi, doğal afet gibi çok özellikli dönemlerde bu ikiz açığı anlamak pekâlâ mümkün olabilir. 
Ancak…
Aynı sorunu 77 yıldır üst üste yaşayan; bu durumu normalleştiren; daha da enteresanı cari açık vermeden büyümenin mümkün olmadığına inanan bir YAPISAL YÖNETİM PROBLEMİ ile karşı karşıya olduğumuzu söylememiz gerekiyor.

SUSUZLUKTAN KIRILAN ÇOCUKLAR UZAYDAN DA GÖRÜLÜYOR MU? 

Henüz birkaç gün önce, İzmir’in Karabağlar ilçesinde, gelir seviyesi düşük bir mahalledeki ilkokulda öğretmenlik yapan dostumdan işittiklerim, derin bir ruhsal devinim yarattı bende. 
Dikkatli okurlarım anımsayacaktır. 
Bu sevgili dostumun “ilkokul çocuklarında protein eksikliği yüzünden bodurluk başladığı” açıklamalarını geçen yıl bu sütunlarda dile getirmiş, Yazıişleri’mizin köşe haberimizi manşete taşıması sonucunda ulusal basında da sorun detayları ile yer almıştı. 
Aynı öğretmen dostumun açıklamaları, yoksulluğun ne kadar hızla derinleştiğini gösteriyor. 
Bakınız…
İlkokul çağındaki bir çocuğun, okulda bulunduğu süre içerisinde en az 1,5 litre su içmesi gerekiyor. Biz iyimser bir hesapla 1 litre diyelim. Yarım litrelik bir pet şişe suyun satış fiyatı “en az” 5 TL seviyesinde. Bu çocukların günde en az 10 TL’yi sadece temiz su içmek için harcamaları gerekiyor. 
Bu çocukların aileleri haftada 50 TL, ayda 200 TL seviyesindeki bu masrafa katlanamıyor. 
Sonuç? 
Çocuklar, ne kadar sağlıklı olduğu tartışılan musluk suyuna muhtaç kalıyor. 
Bilmem yoksul mahallelerimizdeki bu sorun uzaydan da görülebiliyor mu? 

+++++

TÜRK GAZETECİLİĞİNDE BİR EKOLDÜ UĞUR MUMCU 

Uğur Mumcu 24 Ocak 1993 günü, karlı bir Ankara sabahında, evinin önünde kalleşçe katledilmişti. 
Suikastın yapıldığı yere giderek ağlamaklı bir tonla söz veren dönemin İçişleri Bakanı merhum İsmet Sezgin, “Bu suikastın faillerini ve arkasındaki güçleri bulmak devletin namus borcudur” demişti. 
Samimi miydi, bilemiyorum. 
Ama devlet, sözünü tutmadı.
O borç, 31 yıldır alacak hanemizde yazıyor…
Tahsil edilmeyi bekliyor…  
Bu hafta pek çok kentte Uğur Mumcu’yu anma etkinlikleri düzenlenecek. 
Onun ne kadar büyük gazeteci olduğu, yokluğunun Türk basınında ne kadar büyük boşluk bıraktığı, araştırmacı gazeteciliğin büyük darbe yediği süslü cümlelerle anlatılacak. 
Ama yine kimse şu soruyu sormayacak:
“Geçmişi yaklaşık 200 yıl öncesine dayanan Türk basını, neden ikinci bir Uğur Mumcu’yu çıkaramadı?”
Suikastın adlî yönünü bir tarafa bırakıyorum. Ancak Türk gazetecilik mesleği açısından yaşadığımız yakıcı sorun neden hâlâ aşılamadı? 
Birileri için imâ yaptığım sakın düşünülmesin. 
Böyle bir tarzımızın olmadığını okurlarımız biliyor. 

“UĞUR MUMCU” GAZETECİLİĞİ…

Bugün Türkiye’de elbette çok başarılı gazeteci meslektaşlarımız, ustalarımız, ağabeylerimiz, ablalarımız var. 
Ancak, Uğur Mumcu’dan sonra Türkiye’de “uluslararası standartlara ve profile sahip” bir gazeteci portresi hâlâ yoktur.
Ne demek istiyorum? 
En tehlikeli yollara gözünü kırpmadan saparak; Rabıta’yı ortaya çıkaran, Bomba Davası’nı sorgulayan, İlaç Dosyası’nı kitap haline getiren, Tarikat-Siyaset-Ticaret üçgenini tüm açıklığı ile ortaya çıkaran, Kürt Dosyası’nı açan, silah kaçakçılığı dosyalarını araştıran; Abdullah Çatlı’nın, Mehmet Ali Ağca’nın davalarını bizzat İtalya’da izleyip kitap haline getiren, daha yüzlerce konuyu gümbür gümbür Türkiye ve dünya kamuoyunun gündemine sokan bir gazeteci profilinden söz ediyorum.
Katledilmesinden bir süre önce PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın MİT ile ilişkisini sorgulayarak kitap hâline getirmeye hazırlanan bir gazeteciden…  
Böylesine yakıcı ve tehlikeli konuları cerrah titizliği ile incelerken, Cumhuriyet devriminin kazanımlarını şehir şehir gezerek verdiği konferanslarda anlatan yürekli bir aydından bahsediyoruz. 
Ve tüm bu başarılarını sadece 51 yıllık hayatında başaran bir aydından… 
İşin kötüsü, Uğur Mumcu kalibresinde gazetecilerin yetişmemesi, Türk toplumunun gazeteciliğe ve gazeteciye bakışına da büyük hasar veriyor. 
Uğur Mumcu, İzmir’de de etkinliklerle anılacak, anısı yaşatılacak. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği İzmir Şubesi tarafından 31. Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında düzenlenen etkinlikte “Uğur Mumcu ve Adalet” paneli gerçekleştirilecek. 
Gazeteci dostlarımız Serdar Kızık ve Hasan Erel’in  konuşmacı olacağı etkinlik yarın (23 Ocak 2024 Salı) günü saat 19:00’da  Konak Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek.

+++++

HAFTANIN SÖZÜ 

“Sistemi bozandan onu düzeltmesini istemek, donmasın diye ateşi pamuğa sarmaktır.”
Şeref Oğuz