Münire Eyüp (Neyyire Neyir) Hanım’a Saygı Yazıları – 2
“Saçlarından ışıklar geçiyor / Gülüyor etrafında her söylenene / Yalnız iri siyah gözlerinde / Gölgesi yer etmişti yalnızlığının” (Necati Cumalı)
Türk sinemasının ilk kadın oyuncularından biri olan Münire Eyüp Hanım’ın, “Ateşten Gömlek” filminden sonra, 1929 yılında çevrilen ve bu kez birinci kadın olarak rol aldığı diğer bir sinema filmi “Ankara Postası” adlı filmdir. Ancak ilk film çalışmasında yönetmeni olan Muhsin Ertuğrul, bu filmi yönetirken artık onun eşidir.
Dönemin sanat iklimini anlamamız adına hayli ilginç ayrıntılarla doludur ‘Ankara Postası’! Filmi bu isimle hatırlamayanlar, ‘Bir Gece Faciası’ adlı sahne oyunu olarak da hatırlayabilirler. Çünkü…
Reşat Nuri Güntekin’e ait olan “Bir Gece Faciası” adlı oyun, özgün bir oyun değil; Fransız yazar François de Curel’in 1922 tarihinde yazdığı “Terre Inhumaine” adlı oyunundan, Reşat Nuri’nin yaptığı bir uyarlamadır. Her ne kadar “Bir Gece Faciası”, Reşat Nuri imzasıyla 1924 yılında kitap olarak basılmış da olsa; oyunun ülke çapında tanınması, Muhsin Ertuğrul’un 1929 yılında, bu eseri sessiz film olarak beyazperdeye aktarmasından sonradır.
“Ankara Postası (Fransua dö Kürer)in, (Terre İnhumain) ismindeki piyesinden, Ertuğrul Muhsin B. tarafından ekrana tatbik edilmiştir.Vaka İstanbul’da, halife hükümeti ve Milli Anadolu Hükümeti varken, Adapazarı civarında cereyan eden bir faciadır. İki oğlunu seve seve vatan ve istiklâl yolunda feda eden bir validenin yüksek hislerini hikâye eder.” (Milliyet Gazetesi, 1 Şubat 1929, Sene: 3, Gazete yayın no: 1059)
Curel’in orijinal eserinde hikâye Birinci Dünya Savaşı sırasında Alsace Lorraine cephesinde geçerken; Reşat Nuri oyunu Fransızcadan uyarladığında, hikâye bir anda Türkleşerek; Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü günlerde, Adapazarı’nda geçen bir aşk ve kahramanlık hikâyesine dönüşür.
1924 yılında, İstanbul Orhaniye Matbaası, İkbâl Kitabhanesinde Osmanlıca olarak basılan Reşat Nuri’nin 56 sayfalık “Bir Gece Faciası” adlı oyunu, savaşın içinde yaşanan aşk ve vatanperverlik temalarıyla, seyredenlerde duygusal bir hesaplaşmaya yol açar. Özgür bir vatanda yaşamak için nereye kadar özveride bulunabilirsin? Yâr mi, bağımsızlık mı? Yoksa yâr dediğimiz şey, aslında bağımsız bir vatan mı?
Kurtuluş Savaşı günlerinde hilafet yanlısı Kuvayi İnzibatiye komutanı Şerafettin Paşa’nın eşi Necmiye Sultan, kocasını görmek için İstanbul’dan Adapazarı’na gelir. Kaldığı Melek Hanım’ın evinde bilmeden, Kuvayi Milliye adına gizli çalışmalar yapan Melek Hanım’ın oğlu Kudret ile tanışır; aralarında bir aşk başlar. Ancak kaldığı evin Kuvayi Milliyecilerin evi olduğunu anladıktan sonra Necmiye Kudret’i ele vermek isteyince, Kudret’in annesi Melek, Necmiye Sultan’ı öldürür. Kudret de kaçmaya çabalarken girdiği çatışmada vurulunca, Kuvayi Milliye merkezine haber götürme işini kardeşi Osman devralır. Osman Ayşe ile nişanlıdır. Ağabeyinden devraldığı büyük taaruz emrinin yazılı olduğu belgeyi cephe komutanlarına ulaştırmak zorundadır. Osman aldığı işin ne kadar önemli olduğunun bilincindedir. Onun ve nişanlısı Ayşe’nin de başı, vatan haini diye nitelediği hilafetçilerle derttedir. Olaylar bu gerilimle sürerken, Ayşe’yi kaçırmak isteyen padişah yanlılarıyla girdiği çatışmada, Osman da, Osman’ın nişanlısı da vurulur. Osman ağır yaralı olmasına rağmen yoluna ‘yurtsever duygularla’ devam eder ve görevini yerine getirdiği an hayatını kaybeder. Filmin sonunda, büyük kurtuluş mücadelesinin başladığını görür izleyici…
Oyun, asıl olarak 5 oyuncu üzerine kuruludur: Necmiye Sultan, Kuvayı Milliyeci Kudret, Kudret’in annesi Melek, Kudret’in kardeşi Osman ve Osman’ın nişanlısı Ayşe… Ötesinde hilafet yanlısı Kara İmam, Dalyan Mustafa, Muhtar ve asker figürasyonu…
Reşat Nuri’nin “Bir Gece Faciası” adlı oyununun sinema macerası şaşırtıcı ayrıntılarla doludur.
İpek Film adına siyah beyaz çekilen film, Türk sinemasının ilk sessiz filmlerinden biridir. Filmin birinci kadın karekteri olan Necmiye Sultan rolünü, Muhsin Ertuğrul’un eşi Neyyire Neyir Hanım canlandırmıştır. Görüntü yönetmenliğini Cezmi Ar’ın yaptığı filmin diğer oyuncularının tamamı tiyatro kökenlidir: S. Behzat Butak, Ercüment Behzat Lav, İsmail Galip Arcan, Nafia Arcan, İsmet Sırrı Sanlı, Vasfi Rıza Zobu ve Darülbedayi’de oynanan ilk çocuk oyunumuz olan “İlk Tiyatro Dersi”nin yazarı olarak hatırladığımız M. Kemal Küçük…
Filmle ilgili haber yapan dönemgazetelerinden birinde, bana son derece ilginç gelen bazı ayrıntılar vardır. Haber “Mühim bir havadis” anonsuyla verilmiştir üstelik:
“Kar ve Sakal / Darülbedayi Artistleri Sakallarını Tıraş Ediyorlar
Mühim bir havadis: Darülbedayi artistleri “Film çekeceğiz” diye göbeklerine kadar uzattıkları o güzel sakallarını kökünden tıraş etmeye karar vermişlerdir. Buna sebep havaların karlı, bulutlu ve soğuk gitmesidir. Darülbedayi artistleri “Ankara Postası” isminde bir film çekmek için sakal uzatmışlardı. Bu filmin sahneleri açık havalarda geçer. Halbuki şimdi artık tamamıyla kış geldiği için filmin vakti geçmiş ve sakallara lüzum kalmamıştır. Artık kısmet olursa artistlerimiz bahara doğru tekrar sakal uzatacaklar ve Ankara Postası filmini çekmeye başlayacaklardır.” (Akşam Gazetesi, 23 Kânunusani (*Ocak) 1929, Çarşamba, Sene: 11, Gazete yayın no: 3694)
Bir filmde oyuncuların sakal bırakması ya da kesmesinin ulusal boyutta haber yapılması nasıl okunmalıdır? Hadi, ülkemizde sinemanın yeni yeni canlandığı günlerde, bir filmin çekildiği ya da ne zaman çekileceği haberi çok şaşırtıcı değil diyelim, şu sakal işine ne demeli, bilemedim!
Bu haberin yayınlanmasından yaklaşık bir ay sonra, başka bir gazetede yine karşımıza çıkar ‘oyuncuların sakalı’… Hem de iddialı bir haberle!
“Yerli sermaye ve yerli vesaitle şehrimizde yapılmakta olan Ankara Postası isimli film bitmek üzeredir. Filmin mühim kısmı ikmal edilmiştir. San’atkârlarımızdan İ. Galip, M. Kemal, Behzat Beyler rolleri icabı mehip ve müheykel birer sakal bırakmışlardır. Bıyıkların bile tamamen kesilmiş olduğu bu devirde san’atkârlarımızın bu muhteşem sakalları pek kısa bir zamanda büyük bir şöhret kazanmıştı. Sakallılardan İ. Galip Bey’in filmdeki rolü bitmiş, mumaileyhin sakalı ahiren merasimle kesilmiştir. Behzat ve Kemal Beylerin rolleri de bittikten sonra bu zevatın sakalları da kesilecek, Darülbedayi Müzesi’nde hıfzolunacaktır.” (Vakit gazetesi, 20 Şubat 1929, Sene: 12, Gazete yayın no: 3997)
Darülbedayi Müzesi mi? Ahhh, keşke yapılabilseydi! Şimdi hatırlamak için çırpınacağımıza, hiç unutmamış olurduk başladığımız yerleri. Bir toplumu kültürden uzaklaştırarak cahil bırakmak ve böylece onları esir etmek isteyenlerin, toplumsal belleği havaya uçurmak için magazin tuzaklarını neden burnumuza dayadıklarını daha iyi anlardık belki…
Filmdeki kadın rollerini kimlerin canlandırdığına bakınca, dönem sinemasının ve karşılaşılan sıkıntıların röntgeni çeker gibi oluruz.
“Filmde rol sahibi olan kadın san’atkârlar dört kişidir. Bunlardan yalnız Neyyire Neyir Hanım (*Necmiye Sultan) evvelce filmde, gerek tiyatroda çalışmıştır. Diğer üçü sahne hayatına yeni dahil olmaktadır. Filmdeki başlıca rollerden birini ifa eden (*Osman’ın nişanlısı Ayşe) İsmet Hanım henüz 18 yaşındadır. İzmir’de Saday-ı Hak isimli bir gazete neşretmiş olan matbaa sahibi Sırrı Bey’in kızıdır. İzmir’de Amerikan Koleji’nde okumuştur.
Filmin en dikkate şayan iki san’atkârı Nafia ve Fatma Zehra Hanımlardır. Nafia Hanım (*Melek Hanım), İ. Galip Bey’in annesidir. Fatma Zehra Hanım, Abdurahman Paşazade Reşit Bey’in zevcesi ve Bedia Muvahhit Hanım’ın büyükannesidir. 65 yaşındadır. Nafia ve Fatma Hanımların çehreleri sinemaya gayet uygun gelmekte olduğundan bu filmde çalışmaları kendilerinden rica edilmiş ve muvaffakatlarının bu iki hanımın filme iştiraki filmin muvaffakiyeti üzerinde ehemmiyetli surette âmil olmuştur. Dünya sinemacılığında ilk defa böyle iki kadın bir filmde oynamaktadır.” (Vakit gazetesi, 20 Şubat 1929, Çarşamba, Sene: 12, Gazete yayın no: 3997)
Durun bir daha altını çizelim: Filmdeki iki oğlunu da yitiren Melek Anne’yi oynayan kişi, ilk kez kamera önüne çıkan, İ. Galip Arcan’ın annesi Nafia Hanım’dır. Filmde, çok da öne çıkmasa da, yardımcı kadın rollerinden birini oynayan kişiyse, Bedia Muvahhit Hanım’ın büyükannesi Fatma Zehra Hanım!
Filmin rol dağılımı şöyledir: Melek Hanım(Nafia Arcan), Kudret (Muhsin Ertuğrul), Neciye Sultan (Neyyire Neyir), Ayşe (İsmet Sırrı Sanlı), Osman (Ercüment Behzat Lav), Sütbaba (Behzat Haki Butak), İmam (İ. Galip Arcan), Muhtar (M. Kemal Küçük), Dalyan Mustafa (Sait Köknar), Öğretmen Celal (Emin Beliğ), Subay (Hüseyin Kemal Gürmen), Jandarma (Hazım Körmükçü), Berber (Vasfi Rıza Zobu)…
Serveti Fünun dergisinin 1 Ağustos 1929 tarihli sayısında, çekilen filmle ilgili bir sayfalık bir haber yayınlanır. (Uyanış-Serveti Fünun, Yıl: 39, Sayı: 1720-35, s. 562) Buradan anladığımız o ki; Ankara Postası filmi, 6 aydan kısa bir sürede çekilmiş, bu süreçte de adım adım izlenerek, her aşamasına büyük bir özen gösterilmiştir. Örneğin filmle ilgili olarak, 16x24 boyutlarında, 8 sayfalık, Fransızca bir tanıtım kitapçığı hazırlandığını biliyoruz. Kitapçığın kapağında “Le Courrier d'Angora” ibaresi vardır.
İlk gösterimi 2 Ekim 1929’da İstanbul’da Elhamra ve Melek sinemalarında gerçekleşen filmi sadece 3 günde, İstanbul’da 16 bin kişi izler. Bu, ülkemizde o güne kadar ulaşılmış en büyük sinema hasılatıdır. Ancak tüm bu başarının yanı sıra, dönemi içinde gazeteciler ve akademik çevreye, 29 Eylül Pazar günü yapılan özel ön gösterim sonrasında, filmdeki birçok hata, dönem eleştirmenlerinin kaleminden acımasızca basın sayfalarına yansıtılır. Filmin gösterime girmesinden bir gün sonra, neredeyse bütün gazeteler ağız birliği etmişçesine filmdeki bazı bölümleri topa tutarlar.
Bir iki gazeteden alıntı yaparak, ne dendiğini aktarmak istiyoruz.
“Uzun bir müddetten beridir hazırlanmakta olan “Ankara Postası” filmi nihayet dün gazetecilerle, sâir davetlilere gösterildi. “Film, resim itibarıyla fena değildir” dedikten sonra Ankara Postası lehinde söylenecek her şey söylenmiş oluyor. Mevcut itibarıyla zaif olduğu gibi, oynanış itibarıyla da ortadan aşağıdadır. O kadar ki filmi seyrettikten sonra, bunun milli mücadelemizin resimli ifadesine mi teşebbüs edildiği, yoksa Kudret ve Osman namında iki gencin macerasını mı anlatmak istediği iyice anlaşılamıyor.
Bir defa birçok bariz tarih hataları vardır. Vaka 1923 senesinde Adapazarı’nda cereyan ediyor. Halbuki Milli Mücadele 1922 senesi Eylül’ünde bitmiş , Teşrinevvelde Mudanya mütareke, ertesi sene Temmuz’unda da Laussanne’da muahede imzalanmış bulunuyordu. Hadi tarihte bir sene hata olduğunu kabul edelim. Filmde büyük taaruz başlarken, Adapazarı’nda bir Kuvayi İnzibatiye kumandanı bulunduğundan bahsediliyor ki, bu tamamen yanlıştır. Adapazarı taarruzdan çok evvel milli kuvvetlerimizin elinde bulunuyordu. Film milli mücadelemiz gibi Türk tarihinin en şerefli cidali hakkında basit bir fikir vermekten uzaktır. Hele taarruz başlarken Başkumandan tarafından Adapazarı mutemedine “Hedefiniz Akdeniz’dir” emri verilmesi, ordumuzun asrî ve muntazam teşkilâttan ziyade, bir çete teşkilâtı olduğu hissini veriyor. Herkes bilir ki büyük Gazi bu tarihi emrini taarruz başlarken değil, Başkumandanlık Muharebesi’nden sonra vermişti. Sonra o zaman ‘mutemet’ bile yoktu. Olsa da emirlerini mutametlik vasıtasıyla vermeyeceği tabii idi.” (Milliyet Gazetesi, 30 Eylül 1929, Sene: 4, Gazete yayın no: 1305)
Milliyet gazetesi çok ağır bir dille filmi yerden yere vururken, 3 gün sonra yayınlanan Akşam gazetesi benzer şeyleri tekrarlasa da, daha yumuşak bir dil kullanır:
“Filmde iki türlü kusur vardır: Bunlardan birincisi tarihlere ve o zamanki vakayie (*olaylara) aittir. Mesela vakanın cereyan ettiği bildirilen 1923’te İstiklâl Harbi çoktan bitmişti. Bunu bir tarafa bıraksak bile ordumuz taaruza geçtiği zaman artık Kuvayı Milliye diye teşkilat kalmamıştı, hele Kuvayı İnzibatiye’den eser kalmamıştı. Damat Ferit Paşa Hükümeti düştükten sonra bu kuvvetler dağıtılmıştı.
O zaman bir sultanın (*Necmiye Sultan) yalnız başına seyahat etmesi, trenden çantasını eline alarak bir mektepl kız gibi çıkması da gariptir. Usulen Paşa’nın gelip zevcesini istikbal etmesi lâzım gelirdi. Sultan’ın Kuvayi Milliye taraftarlığı ile maruf bir eve misafir edilmesi de mantıkî bir şey değildir. Bahusus ki bu ev pek haraptır ve burada hizmet edecek hiç kimse yoktur.
Sonra Kudret’in iyi ve masum bir adam olarak gösterilen Halim Ağa’yı öldürmesi fena bir tesir yapıyor. Eğer bunu öldürmek lâzım ise Halim Ağa’yı şerir, Kuvayı İnzibatiyeci olarak göstermeli idi. Kudret’in bindiği mükellef yolcu tayyaresi de o zamanlar Anadolu’da yoktu.
Mamafih biz bunları ikinci derecede addediyoruz. Filmdeki en büyük kusur muayyen bir mevzu olmamasıdır. Film adeta birbiriyle hiç münasebeti olmayan iki kısımdan mürekkeptir. Bütün filmlerde bel kemiği denilebilecek ve başlıca rolü yapan birkaç sanatkâr bulunur. Bu filmde başlıca rolü yapan sanatkâr yoktur.
Filmde zaman meselesi de iyi anlaşılamıyor. Gündüz zannederken lambaların yandığını görüyoruz, gece zannettiğimiz zaman gündüz olduğunu anlıyoruz.
Filmin bazı sahneleri uzundur. Mesela İstanbul’dan Adapazarı’na kadar olan seyahat fazla uzatılmıştır. Hele Virançiftlik’teki boğuşma sahnesi bütün bir kısmı kaplıyor. Bu sahne cereyan ederken Osman’ın nişanlısı Ayşe’nin seyirci kalması, sevgilisine hiç yardım etmemesi de mantıksızdır.” (Akşam Gazetesi, 3 Teşrinievvel (*Ekim) 1929, Perşembe, Sene: 12, Gazete yayın no: 3942)
Filmle ilgili en yapıcı eleştiri, Refik Ahmet Bey’in (Sevengil), Vatan gazetesinde yazdığıdır:
“Dün öğleden evvel Melek Sineması’nda matbuat mensuplarına ve davetlilere gösterilen “Ankara Postası” isimli film, bu san’atın memleketimizde müptedi bile olsa hiç de zayıf olmadığını anlatmaktadır (…) Filmde vesaitsizliğin izleri barizdir. Yer yer noksanlar göze çarpıyor. Atölyesiz, açıkta, yağmursuz ve güneşli havaya ümit bağlanarak, ucuza mal olması düşüncesi gözden uzak tutulmayarak yapılmış olmaktan doğan bağlanış noksanı meydandadır.
Bu ufak tefek noksanlar bertaraf edilirse Ankara Postası bir şairimizin vaktiyle bir piyesinin temsili için söylediği gibi “Arzumuzun dunûnda, ümidimizin fevkindedir.” (Meraklısına: Bu sözü Süleyman Nazif Bey, Hamit’in “Finten” oyunundan sonra söylemiştir.)
Memleketimizde yerli san’atkârlara, fakat biraz daha fazla para sarfedilerek film yaptırmak yolunda devam edelim. Mütekâmil eserlere varmak için noksanlı eserlerle işe başlanır.” (Vakit Gazetesi, 30 Eylül 1929, Pazartesi, Sene: 12, Gazete yayın no: 4211)
2 Ekim 1929’da İstanbul’da Elhamra ve Melek sinemalarında gösterime giren film, her şeye karşın, 23 Ekim 1929’da Kadıköy Süreyya Sineması’sında, 16 Aralık 1929 tarihinde de, Ayasofya Alemdar ve Şehzadebaşı Hilâl Sinemalarında gösterilmeye başlar.
Sait Faik’in “Dülger Balığının Ölümü” hikâyesinde anlattığı gibi; yeni olan her şeyi kendimize benzetip, onu soluksuz bırakıp öldürmek için elimizden geleni yapsak da; 1930 yılının Ocak ayında yayınlanan minicik bir haber, gerçek sanat insanlarının vazgeçmeyenler olduğunun kanıtı gibi durur tarihimizde:
“Ciné Monde dergisi, Ankara Postası filminden söz ederken, senaryonun zayıf, fakat temsilin umumiyetle iyi olduğunu söylüyor. Ertuğrul Muhsin, Neyyire Neyir, Emin Beliğ, Galip, Kemal Beylerle, İsmet Sırrı Hanım’ın istidatlarını takdir ediyor (…) Yazı, ‘Türkiye’de sinemacılık bir hakikat oldu’ diye bitiyor.” (Cumhuriyet Gazetesi, 29 0cak 1930, Sene: 6, Gazete yayın no: 2058)
Neyyire Neyir’in oynadığı “Ankara Postası” filmi, her ne kadar ağır bir dille eleştirilse de; Rusya, Almanya ve Mısır’da da gösterilmesi için başvurular almıştır.
15 Eylül 2023