Mutahhar Şerif’teki devrimci bilgeliğin kök düşüncesi: Praksis

“Sarmaşık gülleri koparıyorlar / Atın başını bırakmıyorlar / Temmuzu küstürmüş kaçırıyorlar / Sen sevmeden edemezsin / Benim işim var de, uyan!
Bir tepsi donattım, neyim var neyim yok / Sabahtan beri başucundayım / Neyim var neyim yok ortada / Ben şairsem, parasızsam, bu şiiri yazmışsam / Elimdeki avucumdaki senin / Atın gideceği bir ince yoldur / Güvercin besler, gül satar yine sana bakarım!” 
Mutahhar Şerif Başoğlu’nun, 1935 yılında gerçek kıldığı ve ‘Duvarsız hapishane ıslah projesi’ adıyla da bilinen İmralı Sosyal Sanatoryumu, dünya adalet tarihinde nasıl hâlâ eşsiz bir insanlık anıtı gibi duruyorsa, bu başarının kök nedenini merak etmek, süreci araştırmak ve bilip öğrendiğimizi / aklımızın erdiğini yazmak da bize düştü. İşte şimdi bu konuda ne biliyorsak sizinle paylaşarak bilgiyi mücadele eylemine dönüştürme, yazdıklarımızın ilham ve umut vermesini dileme zamanı!
Bilmem ki araştırmamız sırasında bizi şaşkına çeviren şu minicik bilgi kırığı size de ilginç gelecek mi?
İnsanlığın gurur tarihine yıldız ışıltısına bulanmış harflerle yazılan İmralı Tarım Hapishanesi girişiminin kök düşüncesinin izlerine, uygulamaya geçmesinden altı sene önce, 1929 yılında Hakimiyeti Milliye gazetesinde iki gün üst üste yayınlanan küçükten de küçük bir haber setinde rastlıyoruz.
“Gazi Hazretleri, Ertuğrul yatıyla İmralı Adası’nı teşrif etmiş ve gece geç vakit Dolmabahçe Sarayı’na dönmüşlerdir. Gazi Hazretleri İstanbul civarında tesisini tasavvur buyurdukları çiftlik mahaline elverişli olup olamayacağını tetkik maksadıyla İmralı adasına gitmişlerdir.” (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 13 Ağustos 1929, Salı, Gazete Yayın no: 2905, Sene: 10, s. 1)
Ve bir gün sonra aynı gazetede yayınlanan aynı konudaki ikinci haberde de şöyle denir:
“Gazi Hazretleri, İmralı Adası’nın imar ve muhacir iskânına emir buyurmuşlardır .
Gazi Hazretleri Sakarya motoru ile refakatlerinde Türkiye B.M.M. Reisi Kâzım Paşa Hz. olduğu halde Boğaziçi’nde bir tenezzüh icra buyurmuşlardır. Müşarileyh evvela Beykoz civarında gezmişler, sonra Tarabya’daki Tokatlıyan Oteli’ne çıkmışlar ve orada bir müddet kaldıktan sonra Dolmabahçe Sarayı’na avdet buyurmuşlardır.
Reisicumhur Hazretleri, İmralı Adası’nı ihya ve oradaki harabeliğin imarını ve yüz muhacirin (oraya) iskânını emretmişlerdir. Keyfiyet Bursa vilayetine tebliğ olunmuştur. Bulgaristan’dan gelen muhacirlerden yüz kişi buraya iskân edileceklerdir. Kendilerine sıhhî evler de yapılacaktır.” (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 14 Ağustos 1929, Çarşamba, Gazete Yayın no: 2906, Sene: 10, s. 1)
Bu iki minicik haber belki çok dikkat çekici gibi görünmez ilk anda. Ama ardından gelen hamleye baktığımızda; Mustafa Kemal’in, devrimlerden sonra tüm ülkede başlatmak üzere olduğu reform hareketleri içinde, terkedilmiş olan İmralı Adası’nı da ihmal etmediği ortadadır. Belki Bulgaristan’dan gelen göçmenlere iskân edilmemiştir ama yine de insanlığın hizmetine sunulmuştur İmralı Adası.
Dönem yöneticileri, Atatürk’ün Marmara’daki bu küçük ada için yaptığı yönlendirmeyi değerlendirmiş ve reform hamlesinde gündeme gelen cezaevleri ıslahı sırasında, İmralı’yı, tarihe geçen güzel bir girişim için pilot bölge olarak kullanmışlardır. Aynı günlerde, uzmanlık eğitimi aldırmak için uygulanan, belki de Cumhuriyet tarihinin en güzel uygulamalarından bir başkası olan “Türk Prometyuslar” uygulaması sırasında, konu hakkında uzmanlaşmak için yurtdışına gönderilen gençlerden birinin de Mutahhar Şerif olduğunu, bu uzmanlık eğitiminden sonra İmralı Sosyal Sanatoryumu’nun gerçekleştirildiğini düşününce… ayağa kalkasım geliyor bu tartışmasız insandan yana ve yurtsever tutum karşısında… 
Düşünülen ve derhal uygulanan bu proje karşısında ayağa kalkmak isteyen sadece ben miyim? Hiç sanmam. Biz birbirimize yaklaşıp, göz göze geldiğimizde kim olduğumuzu hemencecik hatırlarız. Çünkü biz birbirimizi sevip kucaklamaya her zaman hazır bir milletiz. Şunu da çok iyi biliyoruz ki, bizi biz olmaktan çıkaran şey, sorgulamadan inanmamızı isteyen önyargılı ve kaba cehalet, bir de kalbinde sevgi olmayan insansevmezlerin yönettiği bir yerde yaşamak zorunda oluşumuzdur. Bugünlerde cehalete karşı verdiğimiz mücadeleden yorgun düşsek de, içimize doğru gözyaşı döksek de gizli gizli kimseler görmeden, biz umudumuzu yüreğimizde hep sıcak tutmayı da biliriz. Yapabiliriz bence; yeniden birbirimizi sevebiliriz örneğin. Bu yüzden kimimiz namuslu kulaklarla, namuslu şarkılar çalan insanları dinlerken radyoda , kimimiz de böyle umutlu hikâyeleri tutup karanlığın içinden, işte böyle vicdanlı aklınızın kucağına koyabiliriz… Yapabiliriz; hatta birbirimizden korkmadan, masum bir çocuğun ayıla bayıla yediği pamuk helvası kadar yumuşacık, güvenimizi kırmadan birbirimizi yeniden sevmeyi bile başarabiliriz. 
İmralı dedikleri 
Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırladığı bir tanıtımyazısında İmralı için şöyle denir: 
“Marmara Denizi’nde, Mudanya İlçesi’ne bağlı ada. Ada, Bozburun’un 1.28 mil açığında, Mudanya’ya 22 mil uzaklıkta olup, kuzey-güney doğrultusunda çekiç biçiminde uzanır. Kuzey bölümü denize dik kayalıklarla inerken, güney bölümü daha az engebelidir. 
Adaya, tarihçi Theophanes’in bizzat öncüsü olduğu bilinen ilk toplu yerleşme VII. yüzyılda gerçekleşmişti. Bu tarihten sonra adanın adı “Kalolimnos” (Limanköy) olarak metinlerde yer almaya başlar. Dönemin bazı kaynaklarında “Galios / Galyos” olarak da anılır. Ancak çeşitli metinlerde adanın adı en çok “Kalolimni” şeklinde geçer.
Roma ve Bizans dönemlerinde İmralı’da dinsel yapılar (manastır, kilise gibi) inşa edilmiştir. Bunların en tanınmışları; adada altı yıl süreyle keşiş hayatı yaşayan tarihçi Theophanes tarafından yaptırılan “Metamorphosis” (İsa'nın suret değişimi) Manastırı’dır. Bu manastır, limandan yaya olarak 45 dakika uzaklıkta, Sarag deresi kenarındaydı. XIX. yüzyılda bu manastırın dışında, adanın en yüksek tepesinde “Aya Grofilini”, kuzeydoğusunda “Aya Marina” ve kuzeybatısında da “Aya Pandelemenias” kilisecikleri ile merkezde büyük bir kilise bulunmaklaydı.
Adanın Osmanlılar’ın eline geçişi, olasılıkla 1335-1350 yılları arasındadır. Piri Reis'in Türk Adaları adlı yapıtında, İmralı’nın gerçeğine çok uygun bir haritası bulunduğu gibi, 1520'li yıllarda üç köyün bulunduğu da kayıtlıdır. Ada ve halkı Türk fethinin gerçekleştiği 1300'lü yıllardan 1915 yılına kadar, 600 yıl boyunca savaşsız, huzur ve güven içinde yaşamıştır. Burada yaşayan Rumlar karada buğday ekimi, dut, ipekçilik, özellikle de soğan üretimi ile; denizde ise balıkçılıkla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda küçük çaplı ipek sanayii kurulmuştur. Elde edilen ipek Gemlik ve Mihalıç’a (Karacabey) gönderilmiş, günümüze kadar gelen İmralı’nın meşhur soğanıysa, temel ürün olarak İstanbul’a pazarlanmıştır. Mudanya ve Bandırma’ya düzenli gemi seferlerinin yapıldığı bilinmektedir.
Osmanlı dönemi içinde adada sürekli bir Türk idareci ve birkaç yardımcı Türk memur vardı.
1900’lerin başında adada bir Türk yönetici, üç memur ve 200 hane Rum; 1922 yılında ise 400 Rum aile ile bir Türk nahiye müdürü, bir liman reisi, bir jandarma komutanı ve dört er görev yapmakta idi.
1915 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile İmralı halkı Gemlik ve Bursa’da mecburi iskâna tabi tutulmuş, ada tamamen boşaltılmıştır. Savaş bitiminde ada halkı tekrar geriye dönmüşlerse de, Kurtuluş Savaşı’nı müteakip Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 1923-1924 yıllarında Girit Türkleri ile mübadeleye tabi tutularak Yunanistan’a gönderilmişlerdir.
1325 h. (1907) tarihli Hûdavendigâr Vilâyeti Salnamesi’nde, “Elli kilometre murabba vüs’atinde (*50 kilometrekare genişliğinde) bir adadan ibaret olup, ahalisi kâmilen Rumdur” notuyla 250 hane olarak kayıtlıdır. 1934 yılına değin boş kalan adada, I935’te bir yarı açık cezaevi kurulmuştur.”
 İşte bu bilgilerin bıraktığı yerden biz anlatmaya devam edelim istiyoruz.
İmralı Mahkûm Kolonisi (Kasım 1935) 
Her ne kadar konunun basına yansıması, ilkin 1935 yılının Nisan ayında olsa da;
“Haber aldığımıza göre, Adliye Bakanlığı hapishaneler için esaslı bir tetkik yapmaktadır. Bu tetkik, ziraî hapishane sistemini kabul etmeye matuftur. Yapılan tetkiklerden anlaşılmıştır ki, Türkiye hapishanelerindeki mahkûmların yüzde 85’i çiftçidir. Bunlar cezaevinde kaldıkları müddetçe, âtıl bir vaziyete düşmektedirler. Fakat ziraî hapishaneler sisteminin kabulü takdirinde, cemiyetin çalışan unsurları arasına 15 bin kişiden fazla tutan bir kuvvet karışacak, onların enerjileri, sıhhatleri, çalışma ve inkişaf etme kudretleri kurtarılacaktır (…) Çiftçi mahkûmlara ekip biçmesi için toprak ayrılacaktır (…) İşin ehemmiyeti ve ihtiyaç gösterdiği masrafın da büyüklüğü düşünülerek bu planın 10 senede ikmal edileceği de söyleniyor.” (Cumhuriyet gazetesi, 28 Nisan 1935, Pazar, Gazete Yayın no: 3932, Sene: 11, s. 2)
10 sene beklenmez bu iş için! Cezaevi demeye pek de dilim varmıyor ya; bu yüzden, duvarsız tarım hapishanesi ya da doğrudan İmralı Sosyal Sanatoryumu diye anmak istediğim bu insandan yana girişimin fitili, 5 Kasım 1935 tarihinde, 50 cinayet hükümlüsünün adaya  gönderilmesiyle başlar.
“Dün sabah, İstanbul hapishanesinden (20) mahkûm, Tayyar Vapuru ile İmralı adasına gönderildi. Orada, nezaret altında balıkçılık ve ziraatle meşgul olacaklar. 
Sabah sekiz buçukta, hapishane arabasıyla Tophane rıhtımına getirilen mahkûmlara düz, kalın kahverengi bir kumaştan, önleri kapalı, uzunca bir ceket, külot pantolon ve aynı kumaştan tozluk giydirilmiş; başlarında geniş kenarlı şapkalar ve ayaklarında kalın postallar vardı.
Elleri kelepçeli olduğu halde, jandarmaların nezareti altında dizildiler. Yanlarında, kendilerini İmralı Adası’na götürmeye memur olan adliye enspektörü (*Kurallara uygun bir halde, güvenliği denetlemek için görevlendirilen kişi) Mutahhar bulunuyor.
Daha evvel rıhtıma gelen İstanbul Genel Savunmanı (*Başsavcı) Hikmet (*Onat) ve Adliye Bakanlığı başenspektörü de vaziyeti kontrol ediyorlar. 
Bir tanesinin yanına sokuldum. Bu, seçme bir pehlivan gibi iri yarı, vücutlu idi.
-    Memnun musun arkadaş? dedim
-    Elbet, dedi, kendi isteğimizle gidiyoruz.
-    Mahkûmiyetin neden?
-    Cinayet, on beş sene yedim. Beş senem kaldı.
Diğerleri de öyle; biri Sivaslı, yedi senesi kalmış. Bergamalı oldukça genç, diğer birinin de yedi senesi var daha. Ekseriyeti katil suçundan mahkûm ve en az daha beş seneleri var.
Bir aralık müfettiş Mutahhar, müddeiumumiden (*Savcıdan) mahkûmların kelepçelerinin çıkarılmasını rica etti ve Hikmet’in emriyle kelepçeler çıkarıldı ve mahkûmlar uyuşan kollarını sallayarak rahatladılar. 
Bu yirmi mahkûmdan (13)ü İstanbul Hapishanesi’nden, (5)i Üsküdar’dan ve ikisi de Tekirdağından gönderilmektedir ve hepsi de seçmedir. Oradaki hareketlerinde salâh gösterenlerin mahkûmiyetleri de azaltılacaktır.  
İmralı Adası’nda büyük kayık inşaatı yapılacak ve mahkûmlardan marangoz olanlar bu işte çalışacaklar, ekserisi çiftçi olduğundan toprak işleriyle uğraşacaklar ve bir kısmı da bahçecilik yapacaktır. Kafileye Mudanya ve Bursa hapishanelerinden (30) mahkûm daha katılacaktır.
Kafileyi götüren Müfettiş Mutahhar da bir ay kadar adada kalacaktır.” (Son Posta gazetesi, 6 İkinciteşrin (*Kasım) 1935, Çarşamba, Gazete Yayın no: 1891, Sene: 6, ss. 1 ve 8)  
1935 Kasımında adaya gönderilen ilk mahkûm kafilesinin içindekilerden biri de, inşaat ustası hükümlü Fahri Usta’dır ve bu mahkûm harabe halindeki kilisenin duvarlarını onararak, ilk kalı yerini sağlamıştır. 1937 tarihli Cumhuriyet Almanağı’nda, İmralı Cezaevi’nin ilk yıllarına dair kısa bir yazı yer alır: 
“Hapse mahkûm olan mücrimlerin, salâh bulmuş birer vatandaş olarak yeniden hayata karışmalarını temine çalışan Cumhuriyet Hükümeti, asrî hapishaneler tesisine gayret ederken, İmralı Adası’nı bir numune hapishanesi haline getirmiştir. Buradaki mahpuslar tamamen serbest bulunmakta, ziraat işleriyle uğraşarak mahsullerinin kazancı ile kendilerini geçindirmektedirler.”
Adada mahkûmlar, harıl harıl çalışarak üretimin parçası olurken, çalışkan Müfettiş Mutahhar Şerif Başoğlu, bir yandan projelendirdiği eserinin gerçeklerle ne kadar örtüştüğünü dikkatle izlemekte, bir yandan da heyecan verici sonuçları gördükçe, bu projeyi tüm ülkeye yaymanın peşindedir. 
“Adliye Vekâleti, son aylarda cezaevleriyle ehemmiyetli surette alâkadar olmaya başlamıştır. Bu arada İmralı ziraî hapishanesinden sonra Edirne’de Yanıkkışla inşaası bitirilmek üzere olan hapishanenin yakında açılması kararlaştırılmış ve bu hususta hazırlıklara başlanmıştır (…) Edirne Hapishanesi’nin açılışından sonra önümüzdeki yaz içinde İmralı Adası’nda da modern tesisat yapılması kararlaştırılmış ve şimdiden bu husus için bir tahsisat ayrılmıştır. Modern hapishanelerle mahkûmlar, devlet bütçesine yük olmadan kendi kendilerini idare edecekler ve mahkûmiyetlerini bitirip serbest hayata atıldıktan sonra da cemiyete faydalı birer uzuv olacaklardır. 
Konu hakkında Bay Muttahar dedi ki: Yakında Edirne’ye gidiyorum. Orada yakın zamanda açılması muhtemel olan Yanıkkışla Hapishanesi üzerinde son tetkiklerimi yapacağım. Bu hapishane esas itibarıyla ziraî olacaktır ve (…) burada mahkûmların pancar ve yabani fasulye (*Soya) ziraati ile meşgul olmaları muhtemeldir. Yabani fasulye Avrupa piyasalarında çok aranan bir madde olması itibarıyla mühim ihracat da yapılacağını tahmin ediyoruz.” (Son Posta gazetesi, 11 Şubat 1936, Salı, Gazete Yayın no: 1986, Sene: 6, ss. 1 ve 8) 
Bu bilgi ve belgelere dayanarak, şöyle bir geriye çekilip olana bitene bakıyorum da; nedense hiç durmadan aklıma “iş esasına dayalı” prensibiyle hareket eden bu heyecan verici ve üretken yapının, devlete olan yükünün bir anda nasıl da kazanca dönüştüğünü, aynı uygulamanın aynı günlerde Köy Enstitüleri adıyla İsmail Hakkı Tonguç tarafından eğitime uygulanıp, dünya eğitim tarihine altın damlası şeklinde bir iz bıraktığını; her iki hamlenin de, çıkış mantığı ve uygulama ilkeleri olarak nasıl olup da birbirine bu kadar benzediğini görüp, hayretler içinde bunun nedenini düşünmeden edemiyorum. 
Öyle ya; bu denemeler başıboş  / hayalci ya da laf olsun diye yapılmaktan uzak, gerçek analizlere dayanmaktadır. Çünkü elimizdeki bir istatistik başka türlüsüne izin vermeyecek kadar açıktır. Belge der ki; 1935 yılında Türkiye’nin nüfusu  16 milyon 153 bin 18 kişidir ve nüfusun yüzde 77,6’sı köylerde yaşamaktadır. Varolan 40 bin civarında köyün sadece 9 bininde okul vardır. Bu köylerdeki okuma yazma bilenlerin oranı ise gerçekten çok acıklıdır: Yüzde 3. 
Aynı dönemin cezaevleri istatistiğini de biliyoruz: 1935 yılında Türkiye’de 30 bin 400 mahkûm vardır ve bunların yüzde 86’sı köylüdür. Öyleyse güneşe bakan bir günebakan gibi, yüzünü köye doğru çevirmekten, genç, yoksul ve savaş yorgunu ülkenin gerek toplumsal ve gerekse ekonomik sorunlarını çözmek için köyü ve köylüyü içinden kalkındırmaktan başka bir yol aramak mümkün müdür?
Demek ki bir toplumda ıslah olması gereken her ne ise, onu ancak üretimin gerçek kıldığı, iş esasına dayalı bir sistemin içinde başarabiliriz. Ne diyordu adanmış bir yaşamın efsane öğretmeni Tonguç Baba: 
“Köylülerimizin yaşadığı hayatlarıyla, ülkenin genel hayatına şekil veren sorunları olduğu gibi kabul ederek köylüyü sadece okutmaya kalkışmak ne kadar da nafile bir çabadır. Köyü, içeriden canlandırılmalı ve bilinçlendirmeliyiz ki, onu hiçbir güç yalnız kendi hesabına ve insafsızca sömüremesin, köyde oturanlara köle ve uşak muamelesi yapamasın, köylüleri bilinçsiz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline getiremesin... Yani başka bir deyişle: iş içinde eğitim ama iş için eğitim asla! (*Üretmeden tüketmek ahlâksızlık değil midir sizce de?)
Bir cemiyet için en büyük felaketlerden biri, o cemiyetin fertleri arasında müminsiz putların türemesi ve çoğalması; cemiyetin ekseriyetini teşkil eden insanların iş yapma, başarabilme kabiliyetlerini ve şahsiyetlerini kaybederek sürüleştirilmesidir. Cumhuriyet, bu trajediye asla meydan vermeyen bir hükümet şekli olduğu için mukaddes değil midir zaten?”
Tonguç’un eğitim ütopyasını tek kelimeyle özetlemek mümkündür: “Praksis”. Praksis, dünyayı yalnızca anlamayı değil onu dönüştürmeyi de hedefleyen felsefi düşünce ile eylemin birliğini ifade eder... Hadi isterseniz, Cumhuriyetin aynı kaynaktan beslenen  bu iki şahane girişimi; Mutahhar Şerif’in yön verdiği cezaevleri ıslah programıyla, Tonguç’un Köy Enstitüleri üzerine konuşalım biraz! (DEVAM EDECEK)