“Mekteb-İ Sultani Hadisesi”

1800'ler Osmanlı'nın Batı karşısında güç kaybetmeye başladığı yıllardır. Devlet yapısında yenileşme yapmak üzere; önce Tanzimat Fermanı (1839), ardından Islahat Fermanı (1856) ilan edilir. Ancak, batılılaşma hareketinin esaslarını uygulayacak, örgütleyecek ve Osmanlı Devleti’ni eski gücüne ulaştıracak kadrolara gereksinim vardır. Bu kadroların yetiştirilmesi için, Türkçe ve Fransızca eğitim veren Mekteb-i Sultani kurulur. 1 Eylül 1868 yılında Sultan Abdülaziz tarafından kurulan Mekteb-i Sultani’nin, Osmanlı geleneksel okullarından ciddi bir farkı vardır: bu yeni anlayışın okuluna her dinden öğrenci kabul edilmektedir. Bu durum, her dinin ruhani liderlerinin tepkisini çeker. Papa IX. Pius Osmanlı uyruğundaki Katoliklerden çocuğunu Mekteb-i Sultani'ye gönderenleri aforoz edeceğini açıklar. Ardından, Rum Patriği Yunanca eğitim verilmediği gerekçesiyle okulu yasaklarken, Hahambaşı da okul müdürünün Fransız olması bahanesiyle Musevilerin okula gitmesini onaylamadığını açıklar. Bütün bunlar peş peşe gelişirken Şeyhülislam da Hıristiyanlar ile Müslümanların bir arada bulunmasının sakıncalı olduğunu ve okulun derhal kapatılması gerektiğini söyler. Ne var ki bunca tepkiye rağmen okul açılır ve o dönemde henüz Fransa'da bile uygulamaya geçmemiş olan, dini eğitimin esas alınmadığı laik sistemde eğitim başlar. 600 öğrenci ile ilk eğitim yılına başlayan Sultani'de yatılı öğrencilerden yıllık 45 altın, gündüzlülerden ise 10 altın alınmaktadır. En erken 9, en geç 12 yaşındaki çocukların kabul edildiği okulda, ana dillerine göre Türkçe ya da Fransızca hazırlık sınıfları açılır. Bunun dışında öğrencilerin iyi Osmanlıca öğrenmeleri için Arapça ve Farsça, seçmeli olarak da Ermenice, Rumca, Bulgarca, İngilizce, İtalyanca ve Almanca dil dersleri programa eklenir. İlk müdür Mösyö De Salve'nin de çabalarıyla okula ders araç ve gereçlerinden, karyolalara kadar birçok eşya Fransa'dan getirtilerek öğrencilere seçkin bir ortam sunulur. Ancak 1871 Beyoğlu yangını sonrasında okul gördüğü ilgiyi kaybeder. 

İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde; okul bu kez de 1907 yangını sarsıntısını yaşamaktadır. Yangının yarıyıl tatili sırasında olması can kaybını önlemiş ancak okulun arşiv ve kütüphanesi de dâhil olmak üzere birçok yer yanmıştır. İki yıl süren onarımın ardından tekrar eğitime başlayan Sultani, Tevfik Fikret’in müdürlüğü döneminde yeni düzenleme ile üçer yıllık Türkçe ve Fransızca programlara ayrılır. Böylece eğitim 9 yıla çıkar. Piyano ve keman dersleri sanat eğitimi kapsamında seçmeli olarak verilmeye başlar. Tevfik Fikret’in yenilikçi kişiliği kuşkusuz okul tarihinde önemli bir döneme işaret etmektedir. Bugünkü binada yer alan Büyük Amfi, Tevfik Fikret Salonu, Biyoloji, Fizik ve Kimya Laboratuvarları, Resim, Müzik Atölyeleri bu dönemde eklenen birimlerdir. Ancak sonraki yıllarda okulu zorlu günler beklemektedir. Öğrencilerin ve öğretmenlerin Balkan Savaşları'nda silah altına alınması, 1917'de sadece 5 öğrencinin mezun olması bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan, okul İstanbul'a gelen işgalci kuvvetlerin büyük binalara el koyma kararı tehdidi altındadır. Ne var ki, okul müdürü Salih Arif Bey, İngilizlerin okula el koyacağı haberini alınca Fransızlar’la anlaşarak okulun Fransızlar tarafından işgal edildiğini duyurur. Sonuçta, İstiklâl Caddesi üzerinde Galatasaray Karakolu ve Postane’den başka tek Türk bayrağı çekebilen bina Mekteb-i Sultani olur.

Bu kısacık bilgilendirmeden sonra hikâyemizi anlatabiliriz artık... Geçtiğimiz yüzyılın ilk yıllarındayız. Osmanlı Devleti, İkinci Meşrutiyet’le iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi tarafından yönetiliyor. Ülke genelinde, bu partinin iktidar olduğu ilk günler büyük bir özgürlük havası estiğine inanılıyor. İşte bu rüzgârın hızıyla, devrimci anlayışıyla bilinenTevfik Fikret 25 Aralık 1908’de Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) Müdürlüğü’ne atanıyor. Sevilen bir öğretmen olan Tevfik Fikret bir yıldan fazla görev yapacağı Mekteb-i Sultani’de çağının önünde, örnek olabilecek yenilikler yapmaya başlıyor.

1910 yılına gelindiğinde, İttihat ve Terakki iktidarının o özgürlükçü iktidarından eser kalmıyor. Çökmekte olan devleti kurtarma adına ürettikleri çarpık ve yanlış politikaları kabul ettirmek için baskıyı neredeyse yasallaştırıyorlar. Biz bu baskının eğitim camiasındaki etkilerinden, daha doğrusu Tevfik Fikret’le ilişkisinden söz etmek istiyoruz bu minicik yazımızda.

İttihat ve Terakki Partisi’nin Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) Emrullah Bey isminde biriydi. Bu kişi eğitim camiasındaki sorunlara iktidar lehinde radikal karalar alan, aşağıdan gelen sesi pek de dikkatli dinlemeyen, bu yüzden de camiada pek sevilmeyen biriydi. Tevfik Fikret’le de arası açılan Emrullah Bey; “Tevfik Fikret’in okuluna bir konferans salonu kurma isteğine çok sıcak bakmamış olduğundan çatışmışlardır” savının yanı sıra, bir öğretmenin haksız tayini yüzünden de birbirlerinden hoşlanmazlardı. Bu tür “ufak-tefek” sıkıntılar, reformist Tevfik Fikret’de tedirginlik yaratmış; bakanlığın okul bütçesinden haksız yere kesintiye gitmesi ve ayrıca bazı öğretmenlere “yevmiye kesme cezası” verilmesi bardağı taşıran son damla olmuştur.
İpler Tevfik Fikret’in 09 Nisan 1910 tarihinde, müdürlükten istifa etmesiyle kopar.

Şimdi, bağlı olduğu bakanlığıyla anlaşamadığı için istifa etmiş bir müdürün hikâyesinde ne gibi bir ilginçlik olabileceğini merak ediyor olabilirsiniz? Ya da bu müdür ünlü bir şair olan Tevfik Fikret olmasaydı da, sıradan, tanınmamış biri olsaydı acaba bu yazıyı yazar mıydım diye düşünenleriniz varsa… yazıyı sonuna kadar okuyun, kararı kendiniz verin.

Hocanın istifası, öncelikle öğrenciler üzerinde şok etkisi yaratır. Bu durumu bir türlü sindiremezler. Tevfik Fikret’in istifa kararını duyar duymaz, temsilci olarak seçilen 12 Sultani öğrencisi, Babıali’ye giderek Dahiliye (İç İşleri) ve Maarif (Eğitim) bakanlıklarına durumdan duydukları üzüntüyü bildirip, çözüm yolu ararlar. Daha doğrusu “Baba” olarak kabul ettikleri müdür öğretmenlerini istifasından vazgeçirerek okula geri dönmesini isterler. Başta çok sevimli görünen bu “öğrencinin öğretmenin peşinden gitme eylemi”, sonucun değişmediğini gören öğrencilerde sinirleri gerer ve eğer sorun istedikleri şekilde çözülmezse “dersleri boykot edecekleri” tehdidiyle, bir anda bir eğitim krizine yol açar. 

Ancak ne tehditler ne başka eylemler sonucu değiştirmez. Maarif Meclisi, üyesi Salih Zeki Bey’i vekaleten Sultani Müdürlüğü’ne getirir. Bu arada Tevfik Fikret’in istifa haberi 10 Nisan 1910 tarihli gazetelerde kamuoyuna duyurulur. Hem de ne duyuru! Öyle bir üslupla haber yapılır ki bu olay, tartışma iyice alev alır: “Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’nden bir şair ayrıldı, yerine bir alim geldi.”

Bu lakayt üslup dönemin etkili gazetelerinden Tanin ve Sabah’ta şiddetle eleştirilir. Tanin Başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, bakanlığın kararını bildirme şeklini “teessüfle” karşıladığını; bu tarz bir hareketin “hafiflik” olduğunu yazar. Tabi gazetelerin böylesi tepki vermesi, Maarif Nazırı Emrullah Bey’i bir açıklama yapmaya zorlamıştır: “Şair ve alim sıfatlarının kullanılmasında kötü bir niyet yoktur. Bu ifade, bundan sonra, okuldaki eğitimde daha fazla bilim ve fenne önem verileceği anlamına gelmektedir.”

Olay kamuoyunda böylesi tartışılırken, öğrencilerin tepkisi de giderek artar. Okulun yeni yönetimi bu tepkileri görmezden gelir, hatta bir öğretmenin biraz daha ileri gidip, bir öğrenciyi dövmesiyle olaylar orman yangını gibi bütün İstanbul’u tutuşturur. Oysaki öğretmen Konstantinidis Efendi’nin öğrenciyi döverken tek amacı adi bir gözdağı vermektir sadece. Öğrenciler bu şartlarda derse girmeyeceklerini bildirerek, 12 Nisan 1910 tarihinden itibaren tarihimizin ilk öğrenci boykotunu başlatırlar. Boykot; Tevfik Fikret öğretmenlik görevine dönene kadar devam edecektir. 500’e yakın öğrenci aynı anda sokaklara dağılırlar. Bunu yaparken Meclis-i Mebusan Reisliği’ne, öğrenci temsilcisi İsmail imzalı bir de boykot dilekçesi yazarlar.

Aslına bakarsanız 500 öğrencinin sokağa çıkıp, dersleri boykot etmesinde de, bir olağanüstülük yok gibi görünüyor uzaktan. Ancak bu öğrencilerden biri Veliaht Abdülmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk olunca iş değişir. Öğrencilerin sokağa dökülmesi gazetelerde değişik yorumlara neden olur. Tanin öğrencilerden yana durarak, şöyle yazar:

“Talebenin idare işlerine müdahalesi doğru değildir. Talebenin öğretmenlerini… istememek gibi bir harekete girişmeleri de hoş karşılanamaz. Fakat talebenin öğretmen ve idarecilerine karşı hürmet duygusu içinde olması ve bu duygularını açığa çıkaracak tarzda hareket etmesine de bir şey denilemez. Mekteb-i Sultani talebesinin hareketlerinde inzibat, edeb ve terbiyenin zerre kadar dışına çıkılmadığından kendileri aleyhinde bir şey söylemek mümkün değildir. Aksine en üzgün oldukları böyle bir zamanda itidallerini muhafaza etmelerinden memnun olunmalıdır. Talebenin bu hali büyükler için de ders olmalıdır.”

Sabah gazetesi de bakanlığı eleştirir. Gazete;“Okulun yönetim ve eğitim kalitesinde hiçbir değişiklik olmayacağına dair öğrencileri ikna edememiştir. Bütün olaylar da aslında bu noktadan patlak vermiştir. Bütün bunlara rağmen, Galatasaraylı öğrencilerin ilim ve irfan sahibi olduğu bilindiğinden, kötü bir şey yapmayacaklarına eminiz.” tarzında bir haber yayınlar. Basında büyük bir polemik başlamıştır. Fransızca yayınlanan Le Moniteur Oriental gazetesi de tartışmaya girer: “… idari disiplinle ilgili ve birkaç saatte çözümlenebilecek bir sorunun bu derece büyütülmesini ve içinden çıkılmaz hale gelmesini anlayamıyoruz… Ama öğrencilerin derslerini boykot etmesini de doğru bulmuyoruz…”

Basit bir öğretmenini koruma refleksi, artık ciddi bir toplumsal soruna doğru gelişmektedir. Aynı günlerde bir öğretim üyesinin yorumu da dikkate değerdir: 
“Galatasaray’da birkaç gündür devam etmekte olan durumda bir değişiklik görünmüyor. Bir yandan Maarif Nezareti ve yeni müdür Salih Zeki Bey disiplini sağlamak üzere enerjik bir gayret gösterirken, diğer taraftan eylemci öğrenciler dikkatleri üzerine toplamış olmaktan kaynaklanan bir mutlulukla, sokaklarda yürümeye devam ediyorlar. Şahsen ne Maarif Nazırı Emrullah Efendi ne de Tevfik Fikret’ten yana bir tavrım vardır. Fakat bu meselenin bir polemik konusu yapılmasından rahatsızlık duyuyorum.”

Boykot nedeniyle dersler yapılamaz. Boykota katılan dördüncü, beşinci ve altıncı sınıfların yanı sıra okulun bazı öğretmenleri de istifa kararı alırlar. Bu arada okulun yeni yönetimi, basın aracılığıyla bir tebligat yayınlayarak, derhal ders başı yapmadıkları takdirde, eylemci öğrencilerin kayıtlarının silineceğini duyurur. İşte bu noktada devreye aileler ve veliler giriverir. Çocukları okuldan atılma tehdidiyle karşı karşıyadırlar. Şaşkınlık içinde olan veliler gazetelerden yardım isterler. Bazı velilerse çocuklarını Galatasaray’dan alıp Robert Koleji’ne vermek zorunda kalacaklarını söylerler.

“Bu memlekette ilim ve irfan, yiyip içmek gibi zaruri bir ihtiyaç halinde iken ve elimizde Mekteb-i Sultani gibi mükemmel bir okul varken, onun böyle mahvedilmeye çalışılması ve çocuklarımızın tahsillerini ecnebi mekteplerde tamamlamak zorunda bırakılması hakikaten acınacak hallerdendir.”

Bütün bunlar olurken, eylemci öğrenciler de boş durmaz; heyetler halinde, öğretmenleri Tevfik Fikret’i ziyaret edip, onu görevine geri döndürmeye çalışırlar. Fakat son derece prensipli bir eğitimci olan Tevfik Fikret, kararından taviz vermez. Sadece çok sevdiği öğrencilerine; “Derslerinizi terk etmemelisiniz” diye telkinde bulunur. Her ne kadar öğrencilerine kıyamasa da, iktidardaki zorbalıklarla işbirliği yapmaya da yanaşmaz… Kurucusu olduğu Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın’a bir mektup yazarak durumu değerlendirir; ancak olaylar daha da alevlenir. Artık bu olay gazete manşetlerinde “Mekteb-i Sultani Hadisesi” adıyla anılmaya başlar. Polemikler konunun özünü unutturmuş; çatışma Tevfik Fikret’le Salih Zeki’nin çekişmesine dönüştürülmüştür. Bu arada öğrencilerin durumu ne olacaktır?

“Bütün bu tartışmalar arasında mühim bir meseleyi unuttuk. Hepimizin daha evvel düşünmesi gereken bir konu vardır ki o da halen sokaklarda avare bir halde dolaşan yüzlerce çocuğun durumudur. Bu çocuklar otellerde, arkadaşlarının yanlarında kalıyorlar. Ders okumuyorlar. Bu çocuklar ne olacak? Acaba ilan edildiği gibi mektepten atıldılar mı? Hükümet bu işe el koymalı. Çocukları böyle sokaklarda süründürmemeli. Şimdiye kadar hükümetin icraatını sabır ve itimat ile bekleyen aileler çok haklı olarak huzursuzlanmaya başlamışlardır. Ailelerden çok sayıda mektup alıyoruz. Bunları yayınlayarak işi bütün bütün alevlendirmek istemiyoruz. Fakat… talebenin sokaklarda dolaşmasına bir an evvel son verilmesi lüzumunu tekrar hatırlatmayı bir görev biliyoruz.”

Bu yazının Tanin’de yayınlandığı 17 Nisan 1910 günü, Le Moniteur Oriental’de de farklı bir sesle aynı konu haber olur: “Yeter artık! Öğrenciler, kulaklarından tutularak, iyilikle ya da kötülükle sınıflarına sokulmalıdır.”

İş buralarda kalmamış gündem Osmanlı sarayına sıçramıştır. Veliaht Abdülmecid Efendi, bir veli olma sıfatıyla da bu öğrenci boykotuyla çok yakından ilgilenir. Padişah’a, Sadrazam’a, Meclis-i Mebusan’a, Meclis Reisi Ahmet Rıza Bey’e başvuran Abdülmecid Efendi bir çözüm rica eder.

Çözüm beklerken, Tevfik Fikret’in o ana kadar göstermiş olduğu başarılı çalışmalara dikkati çekerek, onun yokluğunda, okulu önemli bir tehlikenin beklediğini de ifade etmekten geri durmaz.

Tartışma, tartışma… derken, sorunu küçümseyip yok sayan hükümet parti içinde bu konuyu görüşmeye alır. Ancak çıkan sonuç çok keskindir: “Ortada büyütülecek bir olay yoktur. Hükümet Maarif Nazırı’nın icraatını onaylamaktadır.”

Konu kapanmış gibi görünse de, dönemin milletvekillerinden bazıları konuyu Sadrazam’a taşıyıp dayatmacı değil de, daha demokratik bir çözüm için uğraşırlar. Bu girişimler sonuç verir; geçici olsa da Sultani Müdürlüğü’ne, Maarif Meclisi üyesi Ahmet Naim Bey’in getirilmesi fikri ortaya atılır. Bu fikir eylemci öğrencilerce zaferin ilk ayağı olarak düşünülür ve İçişleri Bakanı Talat Bey’e çektikleri telgrafta, büyük öğretmenleri Tevfik Fikret’in geri dönüşüne kadar, Ahmet Naim Bey’in vekalet müdürlüğünü tanıyacaklarını bildirirler. Ancak telgraflarına yanıt alamayan öğrenciler, 24 Nisan 1910 günü Salih Zeki’nin asaleten Sultani Müdürlüğü’ne atandığını öğrenirler. Artık Tevfik Fikret’in geri dönme ihtimali kalmamıştır.

Toplanıp Tevfik Fikret’e giderler. Tevfik Fikret eğitim tarihimizin örgütlü ilk öğrenci boykotunu bitiren şöyle bir konuşma yapar:

 “Gördünüz ki, idare işlerini halletmek, talebenin hakkı ve haddi değildir. Mektebe gideceksiniz. “Fikret’e kapılanlar mektebi bitirmekten ümidi olmayan birkaç haylazdır” diyenlerin bu iddiasını çürütmek vazifenizdir. Mektebi başarıyla bitirip onlara ispat edeceksiniz ki beni sevenler, kaçaklar, haylazlar değildir. Doğrulukla, ciddilikle memlekete bağlı gençlerdir. Ancak o zaman benim izzet-i nefsimi töhmet altında kalmaktan kurtarmış olursunuz.”

Boykot, gönül rızasıyla olmasa da sona erer. Her ne kadar sıradan, silik gibi görünse de, iki hafta kadar süren bu öğrenci eylemi; iyi bir öğretmenin öğrenci üzerinde nasıl etki bıraktığına dair ilginç hikâyeler bırakmıştır eğitim tarihine. En azından çok sevdiğim bir sözü onaylaması adına benim içimi ferahlatan bir hikayedir Tevfik Fikret ve Sultani öğrencilerinin hikâyesi: “İyi bir öğretmen yeryüzündeki Tanrıdır.”