“Homeros yüzlü Veysel Şatıroğlu, türkü, saz usta öğreticisiydi enstitülerde. Bir Çifteler’de bir Hasanoğlan’da çalıp söylüyordu. Tonguç’la, Sabahattin Eyuboğlu’yla yan yana çalışıyordu. Öğ...

“Homeros yüzlü Veysel Şatıroğlu, türkü, saz usta öğreticisiydi enstitülerde. Bir Çifteler’de bir Hasanoğlan’da çalıp söylüyordu. Tonguç’la, Sabahattin Eyuboğlu’yla yan yana çalışıyordu. Öğrencilerinin sazlarıyla çevresini kuşattığındaki durumu görmeliydiniz, içinin aydınlığı yüzüne vuruyor, dünyaya binlerce gözle bakmanın mutluluğunu yaşıyordu.”  (Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Köksal Kınacı’nın anılarından) Âşık Veysel ve Köy Enstitüleri ilişkisini yazmaya sayfalar yetmez. Nesini yazacaksın; dönem sosyolojisini mi, usta öğreticilik anlayışıyla eğitimde yapılan devrimci girişimleri mi? Kör bir öğretmenin toplum kalkınmasında nasıl etki edebileceğini mi yoksa doğa ve insana duyduğu, içinde gümbür gümbür kalp sesi olan dizelere nasıl olup da ulaştığını mı? Biz iyisi mi, tanıkların anılarına sığınalım. Onun sazına ve ağaçlara düşkünlüğünden konuşalım bu kısacık zamanda. Veysel’in en bilinen şiirlerinden biri olan “Sazıma” adlı şiirini, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde usta öğreticilik yaptığı dönemde, bir piknik dönüşü yaşanan bir kaza sonucu sazının kırılması üzerine yazdığını biliyoruz. Ne güzel bir şiirdir o! “Ben gidersem sazım sen kal dünyada  / Gizli sırlarımı aşikâr etme  / Lâl olsun dillerin söyleme yalan  / Garip bülbül gibi ah û zar etme. Gizli dertlerimi sana anlattım  / Çalıştım sesimi sesine kattım  / Bebe gibi kollarımda yaylattım  / Hayali hatır et beni unutma.” Abdullah Özkucur’un, 1990 yılında, Selvi Yayınları’ndan çıkan “Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü” adlı kitabında şöyle bir bölüm vardır. ”Bir mayıs günü çevre köylerden birine gezi yapmayı düşündük... Okul yönetimi günlük yemek listesini geziye uygun olarak yaptı. Söğüş et, zeytin, patates, helva çıkardı. Ertesi günü kumanyalarımızı çift atlı bir arabaya yükledik. Aşçımızla birlikte halk ozanı Âşık Veysel Şatıroğlu’nu da erzak tenekelerinin arasına oturttuk. Veysel’in yedeyicisi İbrahim’i de Âşık’ın koltuğuna yerleştirdik. Onları İneber Çeşmesi yönünden yolcu ettik... Biz, Çalkaya’nın doğusundan, İdris Dağı’nın yamaçlarından kestirmeden gidelim dedik. Enstitü öğrencileriyle birlikte 375 kişiyi buluyorduk... Bir saat kadar yol aldıktan sonra Dereşih Köyü’ne... indik. Erzak arabasını beklemeye başladık. Bir saat kadar bekledik. Araba gelmedi. Yola bir kaç haberci çıkardık. Az sonra bunlardan biri geldi. Erzak arabası devrilmiş, yolda kalmış olduğunu söyledi. Hidayet Gülen öğretmen ile birkaç arkadaş yardıma koştuk... Hidayet Öğretmen koştu, Veysel’in koluna girdi. Olanları İbrahim’den öğrendik. Araba devrilmiş, Âşığa bir şey olmamış ama sazı kırılmış... Arabayı sağlamlaştırdık... köye, arkadaşlarımızın yanına döndük... Yemek neşeli geçti. Şarkılar, türküler birbirine eklendi... Veysel, sürekli düşünüyordu. Yüzü, çehresi yağmur yüklü bulutlar gibi kararmıştı. Bir an,  Âşık, ”Hidayet, eline bir kalem, kâğıt al bakalım” dedi. Hidayet gerekeni yaptı, ”Hazırım Âşık” dedi. Veysel “Hazırsan yaz bakalım” diyerek birbiri arkasına şu dizeleri söylemeye başladı: “Ben gidersem sazım sen kal dünyada / Gizli sırlarımı aşikâr etme / Lal olsun dillerin söyleme yâda / Garip bülbül gibi ah ü zar etme”... Şiir bitince Veysel, ”Hidayet şunu bir oku bakalım” dedi. Hidayet birkaç kez okudu, Veysel kimi yerlerini yeniden yazdırarak... dörtlüklere son biçimini verdi. Başlığına da “SAZIMA” sözcüğünü oturttu...” “Ay geçer yıl geçer uzarsa ara / Giyin kara libas yaslan duvara / Yanından göğsünden açılır yara / Yâr gelmezse yaraların elletme. Sen petek misali Veysel de arı / İnleşir beraber yapardık balı / Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı / Ben babamı sen ustanı unutma.” Âşık Veysel’in yakın zamanlarda ortaya çıkan bir başka Köy Enstitüsü hikâyesi de, Samsun-Akpınar (Ladik) Köy Enstitüsü’nde müzik dersleri verdiği ve saz öğretmenliği yaptığı günlere aittir. Ladik Akpınar Anadolu Öğretmen Lisesi'nin Köy Enstitüsü olduğu dönemde, 1942-1948 yılları arasında ilçeye zaman zaman gelerek müzik derslerine girip saz kursu veren Âşık Veysel'in, o dönemki okul kayıtları incelendiğinde, hademe / görevli (*Eski deyimle müstahdem) kadrosunda görevlendirildiğini görürüz. Her ne kadar 1942-1948 yılları arasında görevlendirildiği yazsa da, 'Akpınar Öğretmen Lisesi Memurları' panosunda birinci sırada yer alan fotoğrafının altındaki  “1941” notu dikkat çeker.(Meraklısına Not; Akpınar Köy Enstitüsü 1 Haziran 1940 günü 34 öğrenciyle ders başı yapmıştır.) “Köy Enstitüleri’nin kurulduğu yerlere birer meçhul öğretmen anıtı dikilmeli ve her kuruluş günlerinde (17 Nisan) saygı duruşunda bulunmalıyız.”  (Uğur Mumcu) Bir de Âşık Veysel’in, İsmail Hakkı Tonguç’tan memleketine gitmek için izin istediği ve bunu şiir aracılığıyla yaptığı bir anısı vardır. O ilginç izin isteme yöntemi şimdi “Mektup” adıyla bildiğimiz şiiri kazandırmıştır edebiyatımıza. Hasanoğlan’da öğretmenlik yaptığı yıllarda Sivas’ı ve köyünü özleyen Veysel, bu hasretini sık sık dile getirmektedir. Bunlardan biri de, Hasanoğlan’da, bir mezuniyet töreni sırasında olur. O törende bir şiir okur Veysel: “Geçirdik baharı, geçirdik yazı / Zamanı gelince hatırlan bizi / Arzuluyom Şarkışla’yı Sivas’ı / Siz sağ olun, biz selamet gidelim.” Törende bulunan İsmail Hakkı Tonguç, bu şiirin içinde bir serzeniş olduğunu düşünmüş olacak ki; Veysel’in yanına yaklaşıp sorar; “Yeni ürünlerin var mı Âşık?”  Veysel, Tonguç Baba’nın bu hileli sorusuna yanıt vermek yerine, iç cebinden çıkardığı bir mektubu ona uzatır. Tonguç mektubu açıp okur. Yüzünde anlamlı bir gülücük belirir. “Bir mektup aldım gül yüzlü yardan / Gözletme yolları gel deyi yazmış / Sivrialan köyünden bizim diyardan / Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış. Beserek’te lale sümbül yürüdü / Güldede’yi çayır çimen bürüdü / Karataş’ta kar kalmadı eridi / Akar gözüm yaşı sil deyi yazmış.                                                                                                Kokuyor burnumda Sivrialan köyü / Serindir dağları, soğuktur suyu / Yar mendil göndermiş yadigâr deyi / Gözünün yaşını sil deyi yazmış. Eğlenme gurbette yayla zamanı  / Mevlayı seversen ağlatma beni  / Benek benek mektuptadır nişanı /  Gözyaşım mektupta pul deyi yazmış. Veysel, bu gurbetlik kâr etti cana /  Karıştır göçünü ulu kervana / Gün geçirip fırsat verme zamana / Sakın uzamasın yol deyi yazmış.” Tonguç Baba’ya büyük saygısı olan Veysel, doğrudan söyleyemediği her şeyi apaçık anlatmıştır şiirinde. Tonguç, “İzin mi istersin bizden Âşık?” diye sorunca da; Veysel hemen yanıtlar Tonguç’u: “Dilekçem elinde. Gerisini siz bilirsiniz.” Bu zeki adamın derdini anlayan İsmail Hakkı, Âşık’ı kırmaz. Hemen orada, bir ay süreli yıllık iznine kavuşur Veysel ve çok özlediği memleketine gider. Bu şiirin bir de sanat tarihimizde iz bırakmış bir yolculuğu vardır. Âşık Veysel, bir gün ‘Mektup’ şiirini bir yakınına yazdırıp Ülkü dergisine yollatır. Ahmet Hamdi Tanpınar şiiri okuyunca çok beğenir ve: “Artık ben, bir daha şiir yazmayacağım” der. Tanpınar, 1942 yılında yazdığı bir mektubunda bu şiirle ilgili müthiş bir not da düşer tarihe : “Veysel bizim gibilerin pabucunu dama attı. Yazdıkları kendi koyu sesinde daha derin bir manâ kazanıyor.” (Meraklısına Not; Âşık Veysel; “Esti Bahar Yeli Karlar Eridi”, “Açtı Bahar Çiçekleri Ada’nın” şiirlerini Arifiye’de, “Mektup”,  “Gidiyorum Gündüz Gece” ve “Hayran Oldum O Dallara” şiirlerini Hasanoğlan’da, en ünlü şiirlerinden “Kara Toprak”ı da Çifteler Köy Enstitüleri’nde yazmıştır.) Âşık Veysel’in ağaçlara çok düşkün olduğunu herkes bilir. Köyünde ilk kez elma, armut, kiraz ağaçlarını onun diktiğini de... Gözleri görmese de, muazzam denecek kadar hassas bir kulağı olduğunu da... Veysel’in oğlu Ahmet Şatıroğlu bir anısında der ki: “... Bizim köyde Mehmet Ali adında bir adam vardı. ‘Veysel emmi dedem biraz salatalık istedi’ diyor günün birinde. Babam salatalık topluyor. Bu ara armut ağacının dibinde duran Mehmet Ali’nin başına ermiş armutlar değmekte. Dayanamıyor, bir hayli armutu cebine dolduruyor. Babam, (bir süre sonra)‘yavrum dokuz oldu, yeter’ diyor. Mehmet Ali şaşa kalıyor.” Sıkı bir Âşık Veysel araştırmacısı olan Yücel Yönal, ‘ Uzun İnce Bir Yolda’ adlı bol fotoğraflı Veysel kitabında yer alan, “O Bir Tarım Mücahidi” adlı yazısındaysa bakın neler diyor: “... Sivrialan bir güzel köydür de, yurt olalı bağ nedir, bahçe nedir bilmemişti. “Atalarımız denemiş olmamış. Bu toprağın özü bozuk” derlermiş, köylüler. Ama Veysel takmış kafasına. Toprak var, su var. Olmayan ne? Olmayan, aklıyla yüreğini birleştirip bu konuyu kendine iş edinecek biri. O da Âşık Veysel olmuş. Düşünmüş bir. İnsan meram etti mi gerçekleşmeyecek bir şey yoktur. Toprakta öyle bir cevher var ki, sen bir ver, ondan sonra hiç sorma o kaç verecek. Kardeşlerinden yardım istemiş. Kabul etmişler. Ucun ucun kazmaya, tohumlar ekmeğe, fideler dikmeye başlamışlar. Görenler güler geçermiş: “Dedelerimiz, bu Allah’ın köründen daha az mı bilirdi. Onlar düşünüp girişmemişler bu işe.” derlermiş. İçin için alay ederlermiş. Ne ki alay edenlerin evdeki hesabı çarşıya uymamış. O “Allah’ın körü” Veysel’in bahçesi bir olmuş ki, anlatmaya dil ister. İçerisinde kayısıdan kiraza, elmadan cevize ne ararsan var. Bu kez köylüler utanır olmuşlar. “Meğer aslında kör olan bizmişiz. Bizim bakar gözle göremediğimizi, gözü görmez bir âşık yüreğiyle, gönül gözüyle görmüş.”Veysel’in meyve bahçesi köyün gurur kaynağı olmuş.” Veysel’in şiirlerinin ölümsüzlüğü belki de bu yaşam tutkusu ya da hayata duyduğu saygıdandır, kim bilir? Onun ezbere bilinen “Benim Sadık Yârim Kara Topraktır” şiiri, bu tutku hatırlandığında daha da anlam kazanmıyor mu? “Karnın yardım kazmayınan belinen / Yüzün yırttım tırnağınan elinen / Yine beni karşıladı gülünen / Benim sadık yârim kara topraktır. İşkence yaptıkça bana gülerdi / Bunda yalan yok, herkes de gördü / Bir çekirdek verdim, dört bostan verdi / Benim sadık yârim kara topraktır. Her kim ki bu sırra olursa mazhar / Dünyaya bırakır ölmez bir eser / Gün gelir Veysel’i bağrına basar / Benim sadık yârim kara topraktır.” 1944 yılında, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde, eğitim dünyasının ileri gelenleri toplanmış; Veysel’in “Kara Toprak” diye bilinen şiirini dinlemektedirler. Bu kişilerden biri de Refik Ahmet Sevengil’dir. Yıllar sonra, anılarını anlattığı bir toplantıda o günü tüm coşkusuyla şöyle dillendirir Sevengil Hocamız: “... Veysel’in gözleri kapalıydı ama bu sözleri dinlerken benim gözlerim fal taşı gibi açıldı. O zamana kadar ne usta malı satanlardan ne kendi deyişini söyleyenlerden böylesine sözler işitmemiştim. Veysel gerçeği ve gerçeğin arkasındakileri kapalı gözleriyle görüyordu.” “Enstitü bir kovana misaldir / Her türlü çiçekten alır bal yapar / Yurdumuz için de doğru bir yoldur / Memlekete kanat takar, kol yapar / Mahmudiye, Hamidiye, Çifteler / Enstitü köylere yapacak neler / Bu toplu fikirle dağları deler / Kimisi makine, kimi bel yapar / İresim yaparlar, plan çizerler / Çözülmedik düğümleri çözerler / Bir kısmı şairdir, şiir yazarlar / Kimi saz düzenler, kimi tel yapar. Hocaları dersin vermiş okutmuş / Var olsun bu gençler duyduğun tutmuş / Kimi deniz gibi ırmaklar yutmuş / Kimi yağmur olur, coşar sel yapar / İnan ki her işi başarır insan / İnsana yoldaştır gayretle iman / Vatan sizden hizmet ister her zaman / Mârif sizi memlekete el yapar. Uyarın köylüyü, varsın ayılsın / Enstitü kuvveti yurda yayılsın / Herkes kazancının yolunu bilsin / Öğretmenler iz gösterir, yol yapar / Yiğitlik, cesurluk yılmaz yorulmaz / Tembellere hazır sofra kurulmaz / Veysel'in elinden hiçbir iş gelmez / Çalı gibi yaprak açar, gül yapar.”  (Âşık Veysel’in, ‘Köy Enstitülerine’ adlı şiiri) Hasanoğlanlı İsmail Şeker’in anılarından öğrendiğimiz kadarıyla; 1946’da Hasanoğlan’da usta öğretici olarak görev yapan Âşık Veysel, enstitünün bahçesine bir kiraz ağacı diker. İsmail Şeker’in de öğrencisi olduğu 2/E sınıfının önüne... Gidip gelip ağacı yoklayarak kontrol edermiş Veysel; ne kadar büyüdü diye... Aynı kiraz ağacından, adı değiştirilerek, Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu yapılan okuldan çıkışlı Köksal Kınacı öğretmenimiz de söz eder anılarında. “1955- 60 yıllarında öğrenci olduğum, sonradan adı değişen Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’na da birkaç kez geldi (Veysel) ve eskiden saz öğretmenliği ettiği günlerde elleriyle diktiği bir kiraz ağacının yetişip yetişmediğini sordu. “Beni götürün de bir bakayım.” dedi. Nasıl bakacaktı, öyle meraklanmıştım ki… Anımsıyorum, bir dersliğin önündeki o kiraz ağacına götürdüler Veysel’i, elleriyle ağacın gövdesini yokladı. Dallarına doğru uzattı ellerini. Sarkan dallardan tuttu. Kirazın kocaman bir ağaç olduğunu söylediler, orada bulunanlar. “Evet tutmuş” dedi. Yavrusunu kucaklayan bir baba gibi kirazın gövdesini, dallarını kucaklıyordu Veysel…” “Enstitü mektebi Hasanoğlan’dan / Sanki ayırdılar candan cesedi / Irkımız nesli aslı bir kandan / Siz sağ olun biz selamet gidelim.” Her fırsatta Hasanoğlan’ı çok sevdiğini söyleyen Âşık Veysel, son kez 1962-1963 eğitim sezonunda Hasanoğlan’a gitmiş. Gider gitmez de, kiraz ağacına koşmuş. Sevmiş onu, okşamış. Ancak İsmail Şeker, bu ziyaretinde, ağaca sarılıp ağladığını da yazmış Veysel’in. Çok düşündüm, neden acaba? O kiraz ağacı, öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan ve doğru dokunulduğunda mucizeler yaratan köy çocuklarını mı temsil ediyordu Veysel için? Artık kolu kanadı kırık, ezberci eğitimin elinde, meyvesiz ağaçlara dönen çocukların dramatik hikâyelerini mi görmüştü o günlerden? İlgisiz ve sevgisiz bir eğitimin çocukları nasıl da kör, nasıl da üretimsiz ve nasıl da boş bırakacağını? Aynı sevgisiz, ışıksız bir kenarda unutulan ve tek tip algısıyla bir başına bırakılan kiraz ağacı gibi... O kiraz ağacı hâlâ orada mıdır? Bilmiyorum. Büyük olasılıkla değildir. Bunu, İsmail Hakkı Tonguç’un, Hasanoğlanlı Abdullah Özkucur’a yazdığı bir mektubundaki bir tümceye dayandırarak söylüyorum. “Karanlıktan hoşlanan… iki ayaklı yaratıklar ışık görünce etrafa şuursuzca saldırmaya” başlayacak ve “ilkel insanların başvurabilecekleri metotlarla aydınlığı silmeye” yelteneceklerdir çünkü. Büyük bir olasılıkla o kiraz ağacı, bir bina yapmak için, dallarında enstitülü çocukların sesi, gövdesinde Âşık Veysel’in sıcaklığı olduğuna bakılmaksızın kesilmiştir. Çünkü binalar, ağaçları yere sermiştir. Betondan soluğumuz kesilmeden ayılsak bari! Kızılderili atasının dediği kehanet doğru çıkmasa bari: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde, son balık öldüğünde... beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.” Sözüm sus oldu ağzımın içinde, başımda yırtıcı kuşların çığlığı...