Kadir İncesu, edebiyatımızın gerçek bir emekçisi. Her ne kadar fotoğraf ve edebiyatı iç içe yaşatması yeteri kada...

Kadir İncesu, edebiyatımızın gerçek bir emekçisi. Her ne kadar fotoğraf ve edebiyatı iç içe yaşatması yeteri kadar görülmese de o, tezlere konu olacak bir çalışma yapıyor. Gerçek şu ki, Türk edebiyatının son çeyrek yüzyıl hafızası için yola çıkanlar Kadir İncesu’nun yaptıklarına dönüp bakacak. Aslında bakıyorlar da. Sosyal medyada ve hızlıca yapılan röportajlarda ediplerin kullandığı fotoğraflarını kim çekti sanırsınız? Biraz bunları da konuştuk. “Dile Gelen Kalem” kitabında Refik Durbaş, Ülkü Tamer, Necati Tosuner gibi ustalarla söyleşen Kadir İncesu’yu, bir fotoğraf ve edebiyat müptelasının dirençli ve kaliteli çabasını hep beraber dinleyelim. Sevgili Kadir, özgeçmişinde “Lise yıllarında Ali Sami Yen Stadı’nın kale arkası tribünlerinden, Galatarasay maçlarında fotoğraf çekmeye başladı” yazıyor. Gerek Galatasaray, gerek futbolla olan bağını anlatır mısın? Futbol belki de yaşamımın ilk tutkularından birisi. Bir akşam babam İstanbul’a ilk gelişini ve ilk kez gittiği Metin Oktay’ın ağları yırtan golünü attığı ve Galatasaray’ın 1-0 kazandığı maçı anlatmıştı. Babam o maçtan, ben de o günden sonra Galatasaray taraftarıydık. ‘90 öncesi mahalle takımımızın kurucusu Alim Hoca ile gitmeye başladık Galatasaray’ın İnönü Stadı’nda oynadığı maçlara… Ümraniye Ortaokulu’ndan Türkçe öğretmenim Ufuk Pak beni teknik direktörlük yaptığı Bağlarbaşı Spor Kulübü’ne götürmüştü. Lisanslı olarak futbol oynamaya başlayınca, maçları açık tribünden para vermeden seyredebilme imkânı bulmuştum. Lise döneminde dersimizin boş olduğu bir gün Galatasaray'ın idmanını izlemek için Ümraniye'de Florya'ya gittik. İdmanı izlemeye gelen taraftarlar fotoğraf çektiriyordu futbolcularla. Sonraki gidişimizde bir arkadaşımızdan aldığımız fotoğraf makinesiyle biz de futbolcularla fotoğraf çektirdik. Kalan pozlarla da antrenmandan fotoğraflar çektim. Anı fotoğrafları idare ederdi ancak antrenman fotoğrafları felaketti. Dönemin en iyi foto muhabirlerinin yakından takip etmeye başladım; Hüseyin Kırcalı Yaşar Saygı, Vedat Danacı, Ender Erkek… Yıllarca onlar gibi fotoğraf çekme hayali kurdum Kendimi en çok mutlu hissettiğim andır, fotoğraf makinemle olduğum anlar. 1980’li yılların sonunda arkadaşımdan aldığım Zenith marka fotoğraf makinesi ile Ali Sami Yen’in eski açık tribünün üst katında devam ettim. Sahaya hep vizörden bakıyordum. Okumaya olan tutkun nasıl başladı? Lise öğrencisiyken Mehmet amcamın oğlu Tahsin abinin kitaplığında görüp okuduğum Rıfat Ilgaz’ın “Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra” adlı kitabını unutamam. Ilgaz’ın yaşadıkları kadar anlatımı da etkilemişti beni… Lise sonrası çalışmaya başladıktan sonra maaşımla aldığım ilk kitap da Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” romanı oldu. 90 sonrası, önce babamı kaybettik ve bir sağlık sorunu nedeniyle futboldan kopmak zorunda kaldım. Okumaya ağırlık verdiğim bu dönemde TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nı keşfettim. Bin bir güçlükle aldığım basit bir fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekmeye fuarda da devam ettim. Fotoğrafa olan tutkumun kemikleşmesi, İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nda 102 gün süren grevimizde oldu. Grevin her anını fotoğrafladım. Fotoğraf makinem her an yanımdaydı. Grevimiz sırasında Adnan Özyalçıner ve Sennur Sezer'in 4 kitaplık Emek Öyküleri seçkisi ilanını gördüm: Ekmek Kavgası, Grev Bildirisi, Motorize Köleler, Dokumacının Ölümü… Seçkide Türk ve dünya edebiyatının değerli isimlerinin emek temalı öyküleri yer alıyordu. O günden sonra o yazarların yazdıkları her şeyi okumaya başladım. Sözünü ettiğin okumaların söyleşiler için zemin hazırladı diyebilir miyiz? Elbette. Türkiye Yazarlar Sendikası Kadıköy Temsilcisi Mehrizat ile tanıştıktan sonra, Caddebostan Kültür Merkezi’ndeki kültür sanat etkinliklerine katılmaya başladım. Sık sık Kuledibi’ne de giderdim Güngör Gençay’ın yanına… 2000 sonrası da Çınar Yayınları’nda çalışmaya başladım. Varlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Enver Ercan'ın önerisi ve desteği ile söyleşi yapmaya başladım. Ahmet Oktay ile yaptığım ilk söyleşi Varlık dergisinde yayınlandığında halimi düşünün artık. Sonraki süreçte başka söyleşilerim de çıktı Varlık’ta… Enver Ercan ve Güngör Gençay’a çok şey borçluyum. Ne mutlu ki adım ilk kez Güngör Gençay ile aynı kitabın kapağına yazıldı. Söz açılmışken, bugüne kadar kitap olarak hangi çalışmaları yaptın? Güngör Gençay ile Naci Girginsoy için bir kitap hazırladık. Güngör abinin kaybından sonra Osman Bozkurt ile birlikte “Güngör Gençay’ın Ardından” adlı bir çalışmamız oldu. Çok sevdiğimiz Bülent Habora için ise Osman Bozkurt ve Çağlar Mirik ile bir kitap hazırladık. “Dile Gelen Kalem” ise ilk bağımsız kitap… “Dile Gelen Kalem”in adı nereden geliyor? Güngör Gençay’ın bana olan katkılarını anlatmakla bitiremem. Sonraki günlerde, “Kadirciğim söyleşilerini hazırla da kitap olarak yayınlayalım,” dedi birkaç kere… Henüz erken olduğun söylüyordum. Ancak işin aslı, O’nu fazla yormak istemememdi. Keşke yorsaymışım. Birlikte iki kitap çalışmasının yanında pek çok etkinliğe imza attığımız Osman Bozkurt da fotoğrafa ve edebiyata olan tutkumu biliyordu. Bu kez O’nun baskılarına fazla diren(e)medim. Söyleşileri belirlemek zor oldu. Aklım kitaba girmeyen söyleşilerde kaldı. Kitap için kafamda başka bir isim vardı: “Babamın Sözü”… İlkokul yılları. Dört kişilik ailemizin tek çalışanıydı babam… ‘70’li yılların sonu olsa gerek… Yeni aldığımız siyah- beyaz televizyonun taksitleri de devam ediyordu galiba. İstediğimiz kitapları alma, haliyle de okuma şansımız yoktu. Arkadaşlarımızla değişerek okuduğumuz çizgi romanlar en büyük servetimizdi. Bir de Kemalettin Tuğcu kitapları… Bir akşam, defterimin kenarından kopardığım kâğıt parçasına bir şeyler yazıp babama imzalattım. Kâğıtta “Emekli olduktan sonra her ay bir kitap alacağım,” yazıyordu. Düşünün ayda bir kitap alabilmek bile lükstü. Babam emekli oldu, ne yazık ki bu sözünü tutamadı. Yıllar sonra o yazıyı babamın bir defterinin arasında bulduğumda hem duygulandım, hem hüzünlendim, hem de… Babamın sözünü yerine ben getirdim yıllar sonra. İşte bu nedenle kitabın adı “Babamın Sözü” olsun istemiştim. Osman Abi ile yaptığımız uzun görüşmeler sonunda bu ismin kitabın içeriğini tam olarak karşılamayacağı düşüncesi oluştu. Daha doğrusu beni ikna etti. Kitabın isim babası Osman Bozkurt… Evet, söyleşilerde anlatılan, dile gelen kadar anlatılmayan, dile gelmeyen de çok şey var. Fotoğraflarınla hayatın içinde olmak nasıl bir duygu? Çekilen her fotoğrafın değeri, çekenin içinde, yüreğindedir. Gerçek değeri, anlamı fotoğrafta görünenler kadar size hissettirdiklerindedir. Ruşen Hakkı, galiba 2004’te M. Ali Işık’ın sahibi olduğu Hatay Restaurant’a gelmişti. İzmit’e gitmek için kalktığında kapının önünde çevirip, makinemdeki 6 kare ile fotoğraflarını çekmiştim. O fotoğrafı Güngör Gençay, sahibi olduğu Gerçek Sanat Yayınları tarafından yayımlanan Ruşen Hakkı’nın toplu öykülerinin ikinci cildinin arka kapağında da kullanmıştı. İşte mutluluk. Çok sevdiğim Ruşen Hakkı’nın bir kitabının arka kapağında olmak. O kitabı “Arka kapağın ustası” diyerek imzalaması bana… Hele hele İzmit’in çok değerli fotoğraf ustası Cemal Turgay’ın o fotoğraf için “Ruşen Hakkı’yı en iyi anlatan fotoğraflardan birisi,” demesi… Tiyatro yönetmeni arkadaşım Ercan Tulunay fotoğraflarım için, “Abi sen fotoğraftaki duyguya önem veriyorsun,” değerlendirmesinde bulundu. Doğru. Fotoğraf ile hayatın içinde olmak… İyi bir vurgulama… Mazlum, hem gazeteciliğinin hem de yazarlığının gücü… Düzenli olarak röportajlarınız da yapıyorsunuz. Röportaj çalışmaları nasıl gidiyor? Hayatımda önce fotoğraf vardı. Röportajlar daha sonra geldi. Ağırlıklı olarak röportaj yapacağım isimleri kendim seçiyorum. Sevdiğim yazarlarla konuşmayı tercih ediyorum. Yaptığım iş beni mutlu etmeli. Mutsuzsam bu söyleşiye yansıyor. Söyleşilerimde özellikle çocuklukları hakkında sorular sormayı seviyorum. Çünkü en önemli yaşam döneminin çocukluk olduğunu düşünüyorum. Hayatın can alıcı bir gerçeği çocukluk... Yapıtı ve bağlantılı olarak yaşamıyla ilgili merak ettiğim her şeyi soruyorum. Necati Tosuner söyleşisi de dikkatimi çekti. Tosuner’le söyleşi yaptığın ortamı ve onun tutumu hakkında bize neler söylersin? Bu hayatta tanıyabileceğiniz en açık sözlü insandır. Hatta yazardır. Neyse odur Necati abi… Onu daha iyi tanıma fırsatını Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 12 Haziran 2014’te düzenlediği Emek Edebiyat etkinliği için evine gittiğimde buldum. Hem slayt gösterisi hazırladık birlikte seçtiğimiz ve yeni çekilen fotoğraflarla, hem de bir söyleşi yaptık. En çok keyif aldığım söyleşilerden birisidir. Necati abinin kitaplarında pek fark edilmeyen bir mizah vardır. Bence çoook güçlü bir mizah hem de… Sohbetlerinde de öyle… Çok severim Necati abiyi… Ara sıra Mehmet Ali Işık ile gideriz ziyaretine… 13 Mayıs 2018’deki nikâhımdaki şahitlerimden birisidir. Nikâh memurunun “Osman Necati Tosuner” dediğinde, bendeki şaşkınlığı görecektiniz. O zamana kadar bilmiyordum. Ah dedim, meğer Keleş Osman… Seviyorum Necati abiyi… “Sen ve Kendin” adlı romanı çıktığında “Kadir bu kez söyleşi yapmayalım. Sen istersen bir yazı yaz!” dediğinde biraz tereddüt ettim. Kitap uzun süre bekledi sehpanın üzerinde… Bir tatil günü başladım okumaya… İki gece sonra uykum kaçınca, iki saat kadar kaldığım yerden devam ettim. Ertesi gün telefonda konuşurken bu olayı anlattığımda kahkahalar atarak, “Kadir benim kitap uykunu getirmez ki iyice kaçırır,” demişti. Yazdım yazıyı… BirGün kitap ekinde çıktı yazı. O yazıyı çerçeveletip odasının duvarına asması ödülden ötedir benim için… Oturduğu daire üçüncü katta. Oturma ve çalışma odası bir arada… Odanın bir tarafında bilgisayarın olduğu bir masa var. Bütün duvarlar kitaplıkla kaplı. Kapının yanında 37 ekran bir televizyon. Odanın ortasında, çevresinde dört sandalyenin olduğu bir masa, pencerenin önünde ise saksılar… Masada misafire ikram edecek atıştırmalıklar bulunur mutlaka. Sallama çay veya kahve ile su ısıtıcısı mutfak tezgâhının üzerindedir. Çekinmeyin, canınız ne isterse… Lafını esirgemez. Samimidir, içtendir. Benim Necati abimdir. Soracaklarım uzar gider ama sen yine de genç meslektaşlarına özellikle edebiyat alanında röportaj yapmanın gerekliliği ve yöntemi üzerine neler söylemek istersin? Mazlum sen de röportaj yapıyorsun… Röportajların asıl değeri çok sonraları ortaya çıkıyor. Araştırmacılar, hiç ummadıkları bilgilere o röportajlar sayesinde ulaşabiliyor. Röportaj yapan, yapmayı düşünen arkadaşlarıma önerim; işlerini severek yapmaları. Bir “iş” olarak düşünmesinler. Ortaya çıkan sonuç önce sizi mutlu etmeli. Ben bugüne kadar ne yaptıysam severek yaptım. Kültür sanat röportajlarında istenen çok farklıdır. Amaç asla sansasyonel bir sonuç değildir. Edebiyata katkıdır.