Neslihan Yalman, son şiir kitabı “Sü” de dilde yaptığı yeni arayışlar ve iletişim teknolojilerinin sözcüklerini kullanmasıyla dikkat çeken bir üslupla karşımızda

Şair Neslihan Yalman ile son şiir kitabı “Sü” vesilesiyle şiirimizin durumunu, sanata bakış açısını ve dizelerinin oluşum sürecini konuştuk. Yalman, “Şiir başta yeryüzünde nasıl dolaşımdaysa ve ilk elde yazı yoksa; bugün de internette dolaşımda olabilir. İnternet dilinden bir şeyler devşirebilir. Şiiri, salt yazılı olanla karıştırmamak gerekir” dedi.

-Kesitist şiirini ironisi bol bir günce gibi okudum. İletişim teknolojileri yine de şiire bu denli girmiyor. Sanki bu terimleri kullansak şiire ayıp olacakmış gibi bir hal var şuara takımında. Sizdeki bu cesur kullanımı neye borçluyuz?

Ben şiirin çağın taşıyıcı araçlarından biri olduğuna inanıyorum. "İnsan yaşadığı çağa babasından daha çok benzer" diye bir ifade var. Şiir de benzer... Dolayısıyla, şiir başta yeryüzünde nasıl dolaşımdaysa ve ilk elde yazı yoksa; bugün de internette dolaşımda olabilir. İnternet dilinden bir şeyler devşirebilir. Şiiri, salt yazılı olanla karıştırmamak gerekir.

Bana bir gün "şiirlerinizi nasıl yazıyorsunuz?" demişlerdi. Ben de "Türk şiirinde ne yapılıyorsa, tersini yapıyorum" demiştim. Bu cümle ironi barındırıyor.

Türk şiiri uzun anlatımlara, iç dökümlere, cinasa/sese bulanmış durumda... Eskiye özlem ve ölü sevicilik, önümüzü görmemizi engelliyor. Cesaret, protestlik, kavramsallık gibi alt yapılar yok. Şiir performansla doğru noktalarda bir araya gelemiyor. Oysa, tiyatro da şiirden çıkmadır. Şaman söyleyişleri, ilk Yunan tragedyaları şiirsel formlara yakındırlar. Türkiye'de o derin duyumsama yok. Hep bir hülyalı bakış, geçmişe takılıp kalma, arabesk soslu hüzün ya da içi boş/anlık bir öfke var.

Türk toplumundaki iletişimsizlik şiirlere de aksediyor. Bir de tabii işin ucunda, geç modernleşme ve bunun getirdiği kültürel krizler de var. Mitolojisinden yoksun; din, devlet, aile/annelik gibi kurumsallıkları eleştiremeyen ya da eleştiriyi de sürekli politik-keskin bir dille yapan, bilimkurgudan, teknolojik gelişmelerden, evrimden, uzaydan bihaber bir güruh var. Şair de o güruhun bir parçası oluyor. Dünya, bilhassa batıya bağımlı... Ona kafa tutamıyor. Söyleşi, imza, etkinlik, ödül, toplu fotoğraf derken; kendini ehlileştiriyor. Ehlilikten de yeni bir söylem çıkamıyor haliyle. Ben yarı-ehli biri olduğum kanaatindeyim. Dizginlenemeyişim ilerlememi de kolaylaştırıyor. Diğerleri gibi komplike bağlarım, ilişkilerim yok. O ne der, bu ne der; şunu yazarsam, yayıncıma ne cevap veririm, bunu yaparsam kitabımı kaç kişi alır gibi dertlerim olmadı.

İZMİR DEPREMİ VE ŞİİR

Aleksitimi" şiiri sizin özgür üslubunuzun tersine dingin ve mahzun bir şiir. "banyo yapıp, temiz ölmelisin/deprem doğanın direnç totemidir" dizesi tedirginlik ve gerçek arası bir duyguyu aktarıyor. Yorumuma katılır mısınız bilmem, ama bu şiirde yer alan felaket hüznünü bize aktarır mısınız?

"Felaket hüznü" güzel bir ifade. Üstüme almak isterim; teşekkür ediyorum. Biliyorsunuz, 30 Ekim 2020'de İzmir büyük bir deprem yaşadı. Daha önce artçılarla tanışıktık, ama ilk defa depremi derinden hissettik. Ben ailemle beraber yakalandım o ana. "Ölüyoruz, tamam hikâye bitti" dedim. Bu süreçlerde, pandemi de her yere yayılmıştı. Doğa, doğal afetler, bilimsel gerçekler bizi her yerden sıkıştırmıştı. Ben depremden sonraki geceler, 1 ay boyunca evde yalnız kaldım. Üstüme mantomu giydim, ayaklarıma kalın çoraplar. Uykuyla uyanıklık arası... Ki, enkazda kalabilirim, üşümeyeyim diye... Böyle bir ruh hali şiire sızmayacaktı da, nereye sızacaktı?!

Deprem korkudur, salgın hastalıklar korkudur, ölüm korkudur. O yüzden, hepimizin korkularını, bilinçdışına hapsettiklerini açığa çıkardığıma inanıyorum. Türk şiirinde ve sanatında korku motifi pek tarcih edilmiyor. Korkuyu ifade etmekten korkan sanatçılar var. Korkudan okuyucu, alımlayıcı da korkuyor. Tatlı sularda gezmek daha işlevsel geliyor, azgın dalgalarla boğuşmaktan. Benim şiirlerim yakından incelenirse; bilhassa 2000'ler sonrasının Türkiye, dünya, hatta evren atmosferi görülecektir. Bazen de söylediğimi değil, söyletildiğimi düşünüyorum. Bir şey beni biliyor, benden çekip söyletiyor. Sonra, o şiir benden çıkıyor. Dolaşıma giriyor.

SÜ’NÜN DOKUNUŞU

-Röportaj öncesi sohbetimizde kedilerden epeyce konuştuk. Şiirinizde kedi halleri, dilleri hatta atasözleri dolaşıyor! Kedinin size öğrettikleri hakkında bize neler söylersiniz?

Kedim SÜ... Adını koca koca harflerle yazmak isterim. Onu yaşadığım mahalledeki parkta gördüm. Ben oraya "kedilipark" derim. Asıl adı "Tahir Bor Parkı"dır. Hatta bir ara, ölürsem beni bu parka gömsünler demiştim.

Orası kedilerle doludur. Benim kutsal mekânımdır. Bir gün burada SÜ ile karşılaştım. O zaman, SÜ değildi tabii. Adsızdı. Anonimdi. 2 aylık, kaliko, dişi, minicik bir hayvancıktı. Yere kafasını eğmişti. Mahzun, sessiz duruyordu. Diğer kedilerden biraz uzakta...

Tam 3 hafta parka gidip geldim. O kediye baktım. İnanırım ki, kediler insanlarını seçerler. O beni seçti. Koştum. Bir arkadaşımla onu yakındaki veterinere götürdüm. Veteriner, onun bünyesinin zayıf olduğunu, kanlı ishal tehlikesinin bulunduğunu, eğer sokağa bırakılırsa ölebileceğini belirtti. Düşünmeden onu evime götürdüm. Ufacık karnı davul benzeri şişmişti. Kusmuklar, kanlı ishaller, dökülen kurtlar... Hepsiyle uğraştım ben.

SÜ'yü severek iyi ettim. Ama, o da beni sevdi. Hissediyorum. Seviyor. O da beni iyi etti. O kadar ki, 2021 yılı 25 haziranından önceki hayatımı anımsamıyorum.

Şu an aramıza, beyaz tüyleri fazla olan bir erkek smokin kedisi katıldı. Adı MACUN... O da 3 aydır bizimle... 9 aylık oldu.

Kedilerimle kendimi güçlü hissediyorum. Başka bir dil var aramızda. Üstelik, benim konuşma/düşünce dilimi de değiştirdiler. Mucize! Onlarla konuşurken, insan dilinin ne denli parçalayıcı, aciz, fazla yer kaplayan bir şey olduğunu fark ediyorum. Onlarlayken yeni bir dil kuruyorum. Uydurma sözcükler, bildiğimiz sözcükleri bozup yeniden uyarlamalar... Yahut, herkesin ortaklaşa kullandığı kedi/hayvan terimleri... Kediye kedo, köpeğe köpke demeleri... Fofenklemek, çikibon vb. ahenkli ifadeler kullanmaları... Şiir dilimi fazlasıyla besliyor.

Zaten, elinizdeki son şiir kitabımın adı da SÜ... Onun sayesinde yazılmış -yine belki bir önceki sorulardan birinde de yanıtladığım üzere- yazdırılmış bir kitap...

Hayat bana kendisini sürekli yazdırarak deneyimletiyor. Deneyimleterek yazdırıyor da olabilir.

MİSTİK VE HAKİKAT

Abartistan" şiiri dikkat çekici. Hele de Muhyiddin-i Arabi'nin anlattığı mesel'e atıf... Sanatın abartılı vatanında Arabi'yi konuk etmenizin nedeni nedir?

Ben şiirin hakikatle, mistik olanla ilişkisini önemsiyorum. Aslında, şiir/genelde de sanat yaşamdaki her şeyden beslenen bir paratoner gibi geliyor. Bilimden, dinden, popüler kültürden, politikadan, mitolojiden, psikolojiden, mizahtan vd. akla gelen her şeyden yararlanabilir.

O anlamda insanlar; şiir ortamındaki kibirlenmelerden, kendini göstermelerden, şandan şöhretten fazla beslenmeye başlayınca, bende bir rahatsızlık oluştu. Keza, bana da bu yönde baskılar geldi. Şiir ödüllerine katıl, şiir jürilerini gir, şu yayınevinden kitabın çıkarsa daha iyi bir kariyerin olur. Ortalarda şu şekilde yer al. Belki, benim iyiliğim için de belirtilen durumlardı bunlar. Bilemiyorum. Ama, bu türden bir formel bakış açısı varlığımda rahatsızlık yarattı. Aklıma birden Arabi'nin o cümlesi geldi. Oradan sıçrayarak, bu şiiri yazdım.

Yazdıklarımda sistem eleştirisi var. Ama, kendi içinde bulunduğum ortamın, sınıfın da eleştirisi var. Hatta, kimi yerde kendi kendini eleştiri de var. Bunları önemsiyorum. Oysa, sanatçılar dahil herkes hep bir öteki olanı eleştirerek rahatlamayı tercih ediyor. Yıkım önce kişinin kendisinden başlar.

ÖZGÜRLÜK ANKSİYETESİ

"Fikiryen"de "özgürlük anksiyetesi" tamlamasına rastladım. Özgürlük kavramını neden böyle psikolojik bir olguyla yan yana getirdiniz?

Özgürlük karmaşık bir konu... Bir ucu yalnızlığa da dokunuyor. Bireysel bir mesele mi, toplumsal bir mesele mi; hangisini diğeriyle nasıl oranlayacağız? Tam kestiremiyorum. Kestiremediğimiz belirsizlik de anksiyeteye sebebiyet veriyor galiba. Özgürlük hem sınırları olmayan birşeymiş, hem de sınır koyulması gereken birşeymiş gibi geliyor. Peki o sınır veya sınırsızlık ne, kime-neye göre ayarlanacak? Sürekli soru soruyu üretiyor.

Anksiyete bir cevapsızlık, bir araflık hali sanırım. O yüzden, özgürlüğün sorunsallaştırılmasıyla, aynı zamanda da arzulanmasıyla örtüşüyor diyebilirim. Bir de, şiirlerimde otobiyografik unsurlar da var. Ben kimi zaman bohem yaşayan biriyim. Yalnızlığıma düşkünümdür. Fakat, o yalnızlık bazen canımı da acıtır. Hayatıma hangi noktalardan bakacağımı, yön vereceğimi bilemem. O his beni yönlendirmiş olabilir.

Orlando Art farklı bir kitap serisi başlatmış. Sınırlı sayıda basılıp tek tek numaralandırılmış. Bu işbirliğinden söz eder misiniz?

Şair Nilgün Emre'nin yayın hayatına kazandırdığı "Orlando Poetry Art" serisinden çıkan kitaplar çok kıymetli... Oldukça değişik işler yapılıyor. Sınırlı sayıda basımlarla koleksiyon değerinde eserler, minimal yapılar, renkli kapak tasarımları... Güzel bir alanı doldurdu diye düşünüyorum. Nisan 2024'te aynı yayınevinden "İlahe Online" kitabım çıkacak. Heyecanla bekliyorum. Ayrıca, bu yayınevi "Orlando Şiir" ve "Orlando Öykü" kapsamında iki ayrı dergi de çıkartıyor. Daha yenilikçi, görsel, alternatif çalışmalara da yer veriyor. Ben de birkaç kere şiir dergisinde yer aldım. Kısa ve öz şiirler/öyküler (ki, bu çağda kısa anlatı daha da önem kazandı), kavramsal çalışmalar dikkat çekiyor.

-Eklemek istediğiniz bir husus varsa memnuniyetle yazarız

Belirtmek istediğim son bir konu var. Soruların özenle hazırlanması hususunda takdirlerimi iletiyorum. Şiirlerimin insanlarda, özellikle onu anlayabilecek, yorumlayabilecek insanlarda farklı pencereler açması beni de heyecanlandırıyor.