“Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geç...

“Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.” (Platon’un ‘Devlet’ kitabından) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerle bir olan Avrupa ekonomisini canlandırmak için, ABD Başkanı Truman ve Dışişleri Bakanı Marshall, yeni tip bir sömürü aracı geliştirirler. Bu sistem ekonomik bir işbirliği kimliğinde olduğundan, uluslararası bir para sisteminin kurulması gündeme gelir. Projenin temelleri, daha savaş bitmeden, 1-23 Temmuz 1944’te ABD’nin Bretton-Woods kentinde gerçekleştirilen, dolayısıyla bu kentin adıyla anılan bir konferansta atılır. Biz, Bretton-Woods’ta toplanan bu birliği daha sonraları, ‘Uluslararası Para Fonu / IMF’ olarak tanıyacağız. 11 Mart 1947’den itibaren Türkiye de, hem Uluslararası Para Fonu’na, hem de Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası’na üye olur.Marshall Planı adıyla bilinen ABD yardım planından biz de yararlanmak isteriz (!) Türkiye’nin Batı dünyasına açılma süreci, beraberinde çok partili siyasal yaşama geçmeyi de getirir. Ülkeyi yöneten tek parti içinde şekillenen muhalefet, iyice su yüzüne çıkar. Cumhuriyet Halk Partisi içindeki muhalefet, Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti bünyesinde, siyasal mücadeleyi devam ettirme yönünde gelişirken, tek parti yönetimi de rejimin demokratikleşmesi yolunda adımlar atar. 21 Temmuz 1946’da, ilk kez birden çok partinin katıldığı, genel seçimler yapılır. ABD, kamuoyunda “Marshall Yardımı” olarak bilinen bu antlaşma çerçevesinde, 1947-1951 yılları arasında Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımlar yapar. Aslında bu flört hâli, bir zamandır sürmektedir. ABD, hem Sovyetler Birliği’ne gözdağı vermek, hem de Türkiye’ye yakınlığını göstermek için Nisan 1946’da, savaş sırasında ölen Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini Missouri zırhlısıyla İstanbul’a gönderir. Amerikan Missouri Savaş Gemisi, Son Posta Gazetesi’nin “Welcome Missouri” başlıklı haberinde yazdığı gibi, 5 Nisan 1946 sabahı saat 8’de İstanbul’a ulaşır. Gelirken Amerikan Başkanı Truman’ın Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye “İnönü’den ve Türk milletinden sıkı bir dostluk beklediği” mesajını da getiren Missouri, ziyaretiyle Türk-Amerikan ilişkilerinde belirgin bir iz bırakır.(Cumhuriyet, 24 Mart 1946, s. 3) Yardımın ekonomik yansıması özellikle tarım kesiminde ortaya çıkar. Tarım kesiminde modernleşme çabalarının ilk adımları, Marshall Yardımı ile atılmaya başlanır. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni ekonomik düzen içinde yer arayışına giren, Amerika Birleşik Devletleri’nden ve onun nüfuzu altındaki uluslararası kurumlardan ekonomik yardım görmeye başlayan Türkiye, bu çevrelerin telkin ve tavsiye ettikleri yeni kalkınma projeleriyle tanışır. Bunların başında Hilts Heyeti Raporu, Thornburg Raporu ve Barker Raporu gelir. Hilts Heyeti Raporu ile, Türkiye’ye karayolu öncelikli bir ulaşım politikası önerilir. 1930’larda “iktisadi devletçilik” modeli kapsamında; yapılanların keskin bir dille eleştirildiği Thornburg Raporu’nda ise, Türkiye’nin sanayileşmekten vazgeçmesi ve ithalata yönelmesi, dolayısıyla bağımlı bir ekonomik yapıya sahip olması önerilir. Dünya Bankası heyetinin hazırladığı Barker Raporu’nun özü de Türkiye’nin uluslararası işbölümü kapsamında, “bir tarım ülkesi” olarak gelişmesinin tavsiyesi yönündedir. Yapılan yardım ve hibeler aslında, gelişmekte olan Türk sanayisi için bir idamdan farksızdı. Örneğin, Kayseri’de işleyen, o devrin en önemli uçak fabrikası ve yeni kurulmakta olan askeri gereç ve donanım fabrikalarının tümü, bu yardım anlaşmasının dayatmasıyla kapatılır. Şimdilerde sünnet törenlerinde, asker geçirme ritüellerinde ya da ‘durup dururken’ söylenen 10.Yıl Marşı’nda övgüyle söz edilen ‘Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan’ imgesiyle bildiğimiz demiryollarının yatırımları durdurulup, benzin ve yan ürünlerine yeni pazarlar açan karayolları yatırımları desteklenir. Faiziyle geri ödenme koşuluyla gerek askeri ve gerekse ticari kredilerin, yayın yoluyla Türk halkına ‘Amerika Hibesi’ olarak tanıtılma zorunluluğunu getirilir. Kendi ellerimizle kendimizi boğdururlar bize.... Sadece bu kadarla da kalmaz sancı...Ardından iş, bir ülkeyi çökertecek asıl konuya, eğitime gelir ki; ikili antlaşmalar çerçevesinde ilk kıyılan, biricik gururumuz Köy Enstitüleri olur. Sözümona Türk eğitim sistemini desteklemek için yapılan ilk antlaşma, 27 Aralık 1949 tarihinde Türkiye ve ABD Hükümeti arasında ‘Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkında’ yapılan anlaşmadır. ‘Fulbright Anlaşması’ olarak da bilinen bu anlaşma, niyeti elli metreden bile anlaşılan ama nedense o dönem karşı durulmamış, tuhaf bir yaptırımı getirip, burnumuza dayar. Antlaşmanın birinci maddesi ; ABD’nin, Türkiye’de bir “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” kurma hakkından söz eder. Bu kurulacak komisyonun giderleri,Türkiye’nin ABD’ye olan borcundan karşılanacaktır üstelik. Komisyonun amacı bölümünde, gülünç bir ibareye rastlarız; “Türk eğitim programının idaresini kolaylaştırmak”. Dönemi düşündüğümüzde; bu ibarenin neden anlaşmaya girdiğini hemen anlarız. Zor olan neydi ki, ‘kolaylaştırmak’ gereksin? Yarattığı döner sermayesiyle, devlete yük olmayan bir eğitim sistemi olan Köy Enstitülerinin bu devletin işini ‘kolaylaştırmış’ yapısında olsa olsa başka bir niyet aranmalıdır ki, onun da ne olduğunu hepimiz biliyoruz artık. Bu gülünç ibarenin neyi ‘kolaylaştırmak’ istediğini anlamak o kadar da güç olmasa gerek? Durum şudur; klasik okullarda, bilgi merkezli, ezberci ve edilgen öğrenci yetiştirmek, ideolojinin devamlılık sigortasıdır. Ancak şimdi Türkiye’de bu anlayışı yerle bir eden ‘başka türlü bir sistem’ rüzgâr hızıyla sonuç vermekte ve bin yılların cehaleti günbegün aydınlanlığa kavuşmaktadır. Köy Enstitüleri adındaki bu yapı; soran, arayan, merak eden, eşitlikçi, bilgili ve hayatın her alanında üreten insanlar yetiştirmektedir ve bu insanların, müdahale edilmezse, özgür ve üreten kimlikleriyle sömürü çarkına ve her türlü boyunduruğa karşı bir direnç oluşturacakları kesindir... Amaç düpedüz Köy Enstitülerini ortadan kaldırmaya yöneliktir. Ki; “Sovyet sistemine benzer uygulamaların ortadan kaldırılması” göndermesi, yalanlarla şişirilmiş ‘enstitüler komünist yuvasıdır’ düşüncesine boşuna yaslandırılmış olamaz, değil mi? Anlaşmaya göre; ABD vatandaşlarına yapılacak öğretim ve araştırma giderlerini de Türkiye ödeyecektir. Aynı durum, ABD’de eğitim görecek Türk öğrencileri için de, yol giderlerini de kapsamak üzere söz konusudur. Komisyon dördü Türk, dördü Amerikalı sekiz üyeden oluşacak, başkanı ise ABD Büyükelçisi olacaktır. Oyların eşitliği durumunda Büyükelçi’nin oyu kararı belirleyecektir. Antlaşmaya göre, bizim ülkemizde, eğitim alan çocuklarımızın geleceği Amerikalı bir adamın insiyatifine bırakılmaktadır! Komisyondaki Amerikalı üyeleri ABD Dışişleri atayacaktır. Komisyon doğrudan doğruya ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı ve onun denetiminde olacaktır. Komisyonun bir veznedarı olacak ancak bu veznedarın atanmasını ABD Dışişleri Bakanı onaylayacaktır. Komisyon eğitim programlarını düzenleyecek; Amerikalıların Türk eğitim sistemi içinde nerede, nasıl görev yapacağını kararlaştıracaktır. Bu anlaşmanın TBMM’nce bir yasayla da onanması gerekmektedir ve bu yasanın gerekçesinde şöyle yazar: “ Amerikan hükümeti, …Amerikan kültürünü yaymak gayesi ile anlaşmalarla tahassül eden alacaklarını bu memleketlerde kültürel gayeler sarfını temin edecek kültür antlaşmaları imzalamıştır.” (TBMM Tutanak Dergisi, C. XXV/1. Dönem 8.Toplantı, s. 220) Aynı nedenler kıyıma, DTCF’de başlayıp, ülke eğitiminde bir komünist baskı olduğu hissi yaratır öncelikle. Bu kasıtlı zihniyet, 1947 yılında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki görevinden uzaklaştırılan Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav ve Behice Boran’ı damgalayacak; tarihe ‘DTCF’nde Cadı Avı’ adıyla geçen bu akademik kıyımın utancı senelerce silinmeyecektir. Bir dönem büyük sosyolog Niyazi Berkes’le evli kalan ve Türkiye’de 1947-1950 yılları arasında öğretmenlik yapan Amerikalı Fay Kırby, 1961 yılında Columbia Üniversitesi’nce kabul edilen “Türkiye’de Köy Enstitüleri” isimli doktora tezinin kitabına yazdığı önsözünde bu ‘zavallı’ durumu şöyle değerlendirir: “Enstitüler, fikrin kendisinde ve Enstitülerin kuruluşunda veya işleyişinde bulunan bir sakatlıktan dolayı değil, dışarıdan gelen amiller yüzünden çökertilmiştir.” (Fay KIRBY, Türkiye’de Köy Enstitüleri, İmece Yayınları, s.7) Bu eğitim(sizleştirme) antlaşması, dönem iktidarlarının basiretsizliği ve muhalefetsizlik yüzünden ülkemizi çökertmiş; ekonomik yardım ve hibe kılığındaki yardım palavralarıyla eğitim kurumlarımızın yönetimi taraflı, örneğin NATO üyeliği ya da Amerikan özentisinin yayılacağı kurumlara dönüştürülmüştür. Bilindiği gibi, içeriden ağaların ve ‘liberal demokratların’ baskısı, dışarıdan Amerikan yardımı kılığındaki sömürgeleştirme sayesinde Türkiye, henüz 35 sene önce canıyla kanıyla kovduğu emperyalizmi, bu antlaşmalar yüzünden, davulla zurnayla geri almıştır. Hangi birini saymalı; NATO üyesi sayılmamız için bir vicdan sorunu olan din derslerini eğitimin zorunlu kapsamına almak durumunda bırakılmaktan mı söz edelim, yoksa elalemin işe yaramaz çöpünü aldığımız halde, kendi üreten fabrikalarımızı kapatmak zorunda kalışımızdan mı? Çocuklarımıza yedirdiğimiz, Amerikan malı hastalıklı ve hibrit (bir kez daha üretilemeyen) ürünlerden ‘raşitizm’ belasına yakalanıp, elsiz ayaksız kalan çocuklarımızdan mı söz edelim, yoksa o çocukları kandırmak için Amerikalıların yaptığı olağanüstü tuzaklardan mı? Atatürk’ün 52.000 TL ödeyerek satın alıp, Milli Eğitim kurumuna kazandırdığı ve İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü olarak kullanılan bina, Adnan Menderes’in de mezun olduğu ve tarihi 1891’e dek giden bir okuldur... İzmirliler iyi bilir; Yeşildere’den Buca’ya dönülen kavşakta, Akıncılar’a ayrılan sapakla, Su Kemerleri arasındadır, eski adı, American Collegiate Institute For Boys olan İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü... Ve bu harika bina, bu anlaşmalar kapsamında Amerikalılara peşkeş çekilir. Ne zaman? 1952’de, NATO, Güneydoğu Avrupa’daki Müttefik Kara Kuvvetleri Genel Karargâhı’nı İzmir’de kuracağını söyleyince... Ve -özellikle- o binayı istediğinde! Bunun üzerine dönemin iktidar partisi Demokrat Parti’nin başı olan Adnan Menderes, Atatürk’ün satın alarak eğitime armağan ettiği bu okulu, ücretsiz olarak Amerikalılara armağan eder. Bir de yine İzmirliler iyi bilir ki, İzmir’in incisi Kordon’da, tam da merkezde bir NATO binası daha vardır. O neymiş eskiden? Şehir Oteli... Ancak İzmir’in en güzel yerindeki bu binayı da NATO’ya armağan eder dönemin iktidar sahipleri... Yetmez; Kızılçullu’nun adını da tutup, ’Şirinyer’ yaparlar aynı günlerde... “Kızıl” ve “çul”… İksi de tehlikeli sözlerdir onlar için. Adına bile tahammülleri yoktur enstitünün... Bu yıllarda bir de, NATO’nun halka benimsetilmesi amacıyla okullarda özel çalışmalar yapılır, NATO karargâhına okul gezileri düzenlenir. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü'nde Bölüm Başkanlığı da yapan Prof. Dr. Oğuz Adanır, 1950’lerde Alsancak İlkokulu’nda öğrencidir. “1960’lı yılların Gâvur İzmir’inden İnsan Manzaraları” isimli yazısında Adanır, doğum günleri, NATO’nun kuruluş ayı olan Nisan’a denk gelen öğrencilerin NATO’nun Şirinyer’deki karargâhında gerçekleştirilen doğum günü kutlamasına davet edildiğini anlatır: “NATO’nun yaş gününde okulumuzun önüne kocaman bir Amerikan otobüsü geldi. Sessiz ıssız cadde ve sokaklardan geçtikten sonra adının Şirinyer olduğunu öğrendiğimiz yerde kocaman bir bahçe içinde sarayı andıran binanın önünde durduk. Amerikalı ve Türk ev sahipleri bizi kocaman binanın salonuna aldı. Orada bir şeyler konuşulup söylenmiş olabilir. Ancak ben hiçbir şey hatırlamıyorum. Anımsadığım tek şey o güne kadar hiç yemediğim cinsten kocaman bir pastadan kocaman bir dilimi götürmüş olduğum. Ha bir de gazetecilerin fotoğraflarımızı çekmiş oldukları. Bir dilim pasta karşılığında NATO’nun halkla ilişkileri tarafından kullanılmıştık.” Amerika ile Türkiye’de yaşayanlar arasındaki toplumsal bağı güçlendirmeyi amaçlayan sivil örgütlenmeler de bu yıllarda yaygınlık kazanır. Türk-Amerikan Derneği bu dönemde açılır. 1955 yılında İzmir’deki Amerikalı kadınlar ise, İzmir’e gelen yabancı kadınlara kenti tanıtmak amacıyla “Misafirperverler Kulübü”nü kurarlar. Her koldan sarılır eğitim sistemimiz. Katliam, kılık değiştirmiş bir halde bugün de tüm hızıyla sürmektedir. Şimdi de sanal vahşetle ulusal kimlik ve yaratıcı dehamız esir edilmekte, ebeveynlerin birçoğu, bu katliama çocuklarını kurban vermekte; onları dersane adıyla düzenlenmiş eğitim ayıbına ortak etmektedirler. Emperyalizmin ülkemizdeki eğitim kurumlarının tümüne kol attığı bu baskın antlaşmaların sonucu; önce Köy Enstitülerinin içi boşaltılır. Bunun için ülkemizde hâlâ küfür olarak kullanılan bir ‘siyasi hassasiyet’ kullanılır: “Komünizm korkusu”... 1950 yılına gelindiğinde komünistlere yönelik operasyonlar hızlandırılır, tutuklamalar başlar. 1951 yılında tüm ülkede büyük bir komünist avına çıkılır ve 1000 kişi bile bulunamaz. Ancak ‘kızılcık’ meyvesinden, ‘Kızıldeniz’in adına; ‘Rus salatası’nın adının değiştirilmesine kadar bir güldürü sahnelenmeye başlar ülkemizde. Yapılanların altındaki nedeni, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1957 yılında yaptığı bir açıklamayla tüm ülkeye söyler; “Memleketimizde Amerika’nın gelişme merhalelerini takip ederek çalışıyoruz. 30 yıl sonra bu memleket 50 milyon nüfuslu küçük bir Amerika olacaktır.” Sonra ne olur dersiniz: Dünyayı Amerika’nın peyki durumuna getiren dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı George Marshall, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ekonomik kalkınmasına ve dünya barışına yaptığı katkılardan dolayı 1953’te… Nobel Barış Ödülü alır. Sizin de burnunuzun ucunda bir sızlama peydahlandı mı? Hani karşı konulamaz, öfkeli bir sızlama? Öyle bir hapşırsam da; eskiden de, şimdi de vatanı bilerek ya da susarak satanlar, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyenler ya da millet kan tükürürken, ‘ben ne yapabilirim ki’ diyenler boğulup geberse içimden gelen tükürüklerle diyerekten? Susmak zorunda kalmak, çoğu zaman aydınlar için ölmekten farksızdır. Ama şimdi susalım, şairin dediği gibi bir susuşla; “Şimdi susuyoruz / bir mermi yatağında nasıl susuyorsa”... Yazımızı, Mustafa Kemal’in 1 Mart 1922 yılında TBMM’de yaptığı konuşmasındaki milli eğitime bakışını bildirdiği, bize ait ve özgün bir eğitimi davet eden konuşmasından alıntı yaparak bitirelim. Bu konuşma Köy Enstitülerinin yolunu işaretleyen konuşmadır. "Yüzyıllardan beri ulusumuzu yöneten hükümetler öğretim ve eğitimin genelleşmesi isteğini göstere gelmişlerdir. Ancak bu isteklerine varmak için Doğuyu ve Batıyı yansılamaktan (taklitten) kurtulamadıklarından sonuç ulusumuzun bilgisizlikten kurtulamamasına varmıştır. Bu acıklı gerçek karşısında bizim izlemek zorunda olduğumuz eğitim ve öğretim siyasasının ana çizgileri şöyle olmalıdır... Demiştim ki, bu yurdun asıl sahibi ve toplumumuzun temel öğesi köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne dek eğitim ve öğretim ışığından yoksun bırakılmıştır... Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi kimdir? Bunun yanıtını hemen birlikte verelim. Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. Öyle ise herkesten daha çok gönence, mutluluğa ve zenginliğe en çok hak kazanan ve lâyık olan köylüdür. Bunun için TBMM Hükümeti'nin eğitim ve iktisadi yasası bu temel ereği elde etmeye yöneliktir..." Bu yazı daha özgür günlere inananlar için bir davetiyedir... Biz kazanacağız!