ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 5 “

ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 5KASDIM BUDUR ŞEHRE VARAM, FERYAD Ü FİGÂN KOPARAM” Tevfik Fikret’in Târîh-i Kadîm şiirine karşı yükselen tepkilere bu kez Mehmet Âkif de katılır. Âkif, 22 Ağustos 1912 tarihli, Sebîlürreşâd dergisinin, 207. sayısının, 476. sayfasında yayımlanan “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiirinin bir bölümünde, Fikret’e hakaret eder. Âkif’in, Safahat adlı kitabının ikinci bölümü olan 1002 dizelik “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiiri, Abdürreşit İbrahim adlı bir gezginin ağzından anlatılan tek parça bir şiirdir. Elbette ki, gezgin anlatsa da, şiirde ileri sürülen görüşlerin sahibi Âkif’in kendisidir. Şiirde, Meşrutiyet ilan edildiği için İstanbul’a gelen gezgin, halkın karşı karşıya kaldığı düş kırıklığını, şaşkınlığını, kendi inançları doğrultusunda değerlendirmektedir. II. Meşrutiyet’in ilanını bakın nasıl anlatır şair:Bütün çarşı, pazar Na’radan çalkanıyor! Öyle ya... Hürriyyet var! Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... Doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; Kafalar tütsülü hülyâ ile gözler kızgın. Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden, Yıkıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden! Zurnalar şehrin ahâlîsini takmış peşine; Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine! Eli bayraklı alaylar yürüyor dört geçeli; En ağır başlısının bir zili eksik, belli! Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. Dinliyor kaplamış etrâfını yüzlerce hödük! Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak!” Ancak şiirde egemen olan sav, Batıya özenen Osmanlı ‘münevverlerinin’ hata yaptığı, dini gözden çıkarmalarının felakete yol açacağı yönündedir.Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdan. Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa, Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa, Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli; Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli. Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine, Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine! Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete, Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete. İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it! Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor, Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor! (…) Mütefekkirleriniz, anlaşılan, pek korkak, Yâhud ahmak... İkisinden bilemem hangisidir? Sanıyorlar ki: Bugün Avrupa tekmil kâfir. Mütedeyyin görünürsek, diyecekler, barbar!Libri pansör” (*Özgür düşünceli) geçinirsek, değişir belki nazar.” Âkif; şiirini , ‘küfre karşı iman’ düşüncesiyle ilmek ilmek ördükten sonra, ‘derin anlamları bırakıp, Batının taklidi peşinde koşan’ dönemin yenilikçi yazarlarına ağır sözlerle çatar. Şairi kızdıran sadece bu da değildir. Örneğin Fikret’in, 1911 yılında yayımlanan ‘Halûk’un Defteri’ kitabında yer alan ‘Halûk’un Amentüsü’ adlı şiirindeki bazı dizeler, gençlere kötü öneriler sunmakta, onlar arasında ‘sapkın’ düşünceler yaymaktadır İslam-Türk çizgisine inanan şaire göre:Toprak vatanım, nev’-i beşer milletim... (*Vatanım bütün yeryüzü, milletim insanlıktır) (…) Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan ne melek var; Dünyâ dönecek cennete insânla, inandım. (…) Aklın, o büyük sâhirin i’câzı önünde (*Aklın büyüleyen mucizeleri önünde) Bâtıl geçecek yerlere hüsranla, inandım.” (*Bâtıl yerlere geçecek hüsranla, inandım) Halûk’un Amentüsü şiiri, başlığında kullanılan “Amentü” gibi mistik bir sözcük yüzünden de, dindarları sinirlendirir. ‘Ana İlkeler’ anlamında kullanılan ‘amentü’ sözcüğü, İslami bir sözcüktür onlara göre ve ve Halûk’un Amentüsü; 1720-1783 yılları arasında yaşamış, İslam ulemalarından Kadızade Ahmed bin Muhammed Emin Efendi’nin, ünlü ‘Amentü Şerhi’ (Feraidül fevaid fî Beyan-il Akaid- Büyük İlmihal) kitabına karşı, kışkırtıcı bir göndermedir. Tam da bu noktada, gelenekçi İslamcıların, “Kuran’ın varlığı yeterlidir; felsefe insanın inançlarına zarar verir; çünkü sorduğu sorularla insanı şüphe ve inkârın çukuruna düşürebilir” sözlerine karşı çıkıp; “Felsefe olmazsa Büyük Kitabı hakkıyla anlayamazsınız, sadece ezberlersiniz. Kuran Allah’ın kitabı, felsefe ise bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür” diyen, İslamcı akademisyen Nurettin Topçu’nun (1909-1975) Mehmet Âkif için yazdığı kitabında dediklerine bir göz atalım isterseniz:Şayet Âkif gibi bir deha olmasaydı Türk gençliği tamamen zedelenmiş ve bataklıkta boğulmuş olacaktı (…) Fikret, mazisizliğin örneği bir şairdir ve hastadır (…) Onun ‘ati (*Gelecek) çıkınca ortaya mazi silinmeli’ teranesi, bir hamlede oğlunu İslam’ın Amentü’sünden Amerikan bezirgânlığına fırlattı. Bedbaht bir neslin ruhunu karanlıklara gömücü bu kuvvet, mensup olduğu ‘Servet-i Fünun’ ailesinin hepsiyle birlikte şahsiyetsizliğin timsali olmuştur (…) Şahsiyetin bu en korkunç, en tehlikeli hastalığının daima kendisiyle beraber bulunduğu bir şey var, o da imansızlıktır, hiçbir şeye inanamamaktır. Ve bunlar, hiçbir şeye inanmayışları yüzünden, her tarafta kendileri için hürriyet ararlar. Serazad (*Başıboş, tasasız) yaşamayı hasta varlıklarına ideal edinirler. Bütün şuurları, varlıklarının eriyip dağıldığı boşluktaki melankoliye bağlanır. Bu hal, maziyi ve onunla birlikte benliklerini meydana getiren bütün unsurları terk edişlerinin tabii neticesidir.” (Nurettin Topçu, “Mehmet Âkif”, Hareket Yayınları, 1970, Birinci Baskı, İstanbul) Bir yandan Târîh-i Kadîm, Millet Şarkısı gibi ‘İslamcı şairlere göre’ kışkırtıcı şiirler; şimdi de, savunmasız gençleri yoldan çıkaran ‘Halûk’un Amentüsü’… Olacak iş değil! Akif’e göre; “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” Mithat Cemal Kuntay’ın da, 1939 yılında yayımlanmış “Mehmet Âkif” adlı bir kitabı vardır. Kitabı, Semih Lûtfi Erciyas Kitabevi basmıştır ve sözü edilen kitabın 109. sayfasında şunlar yazılıdır:(Mithat Cemal, Âkif’le konuşmaktadır) Âkif: Tarîh-i Kadîm diye bir manzumesi var, okumadın mı? diyor, ‘Yırtılır, ey kitab-ı köhne yarın / Medfen-i fikr olan sahifaların’ beytini okuyor. -Bu beyt beynimde aylarca öttü diyerek teessürü vücudundan taşıyor, “Bu adam Peygamberime sövdü, babama sövse affederdim, fakat peygamberime sövmek… Bunu ölürüm de hazmetmem” diyordu.” Kimi incelemecilere göre; “Âkif ve diğer inananlara dil uzatmaktan öte, kendi vicdanında bir sorgulamaya giden Fikret”e karşı, Mehmet Âkif acımasız bir kavga başlatır. 27 Ağustos 1908 günü, “Din, felsefe, edebiyat, hukuk ve ulûmdan bâhis haftalık gazetedir” bildirimiyle ‘Sırât-ı Müstakîm’ adlı bir gazete yayımlanmaya başlar. Gazete, 8 Mart 1912 tarihinde çıkan 183. sayıdan sonra ‘Sebîlürreşâd’ adıyla sürdürür yayınlarını. İsim değişikliği yapan gazetenin sunum bildirimi de değişir:“Dinî, ilmî, edebî, siyasî haftalık mecmûa-i İslâmiyye’dir.” İşte bu gazetenin 207. sayısında, gazetenin önemli yazarlarından biri olan Âkif’in, “Süleymaniye Kürsüsünde” başlıklı bir şiiri tefrika edilmeye başlar. Bu şiirde şair, yaşadığı çağı değerlendirmektedir. Öfkeleri, düş kırıklıklarını, savrulan ülkenin perişan halini ve bunların nedenlerini! Şiir, tefrikalar halinde yayınlanır. Bu bölümlerden birinde, Fikret’in Târîh-i Kadîm şiirine yanıt kabul edilen dizeler yazar Âkif. Ama son derece aşağılayıcı ve saldırgan sözlerle! Âkif, şiirinde Fikret’e kilisede yardımcı olarak çalışan ve çan çalan anlamına gelen “Zangoç” diyerek seslenmektedir. (*Gerektiğinde çevirmek kaydıyla, HF)Robert Kolej’deki dâhî-i san’atin kalemi (*Robert Kolej’deki sanat dehasının kalemi) Vurur bu darbeyi isterse… Çünkü haddine mi Hükûmetin ona kalkıp da i’tirâz etmek? Herifte bandıralar çifte, tek de olsa direk! Ya nazlanırsa? Evet, nazlanırsa yalvarırız… Niyâza pek yüzü yoktur, hemen kanar, yalınız, Dehâların çoğu ‘eksantrik’ denir ya hani, (* ‘Eksantrik’ = Aklı noksan, eksikli) Bu personajda da var bir cünun kılıklı mani! (*Bu önemli kişide de var biraz deli kılıklı sapkınlık) Nedir mi? Arzedeyim… Gülmeyin fakat: Nâmûs! Sakın bu çifte hecâdan çıkan sadâ-yı abûs, (*Sakın bu iki heceden çıkan somurtkan ses) -Ki boş beyinleri buldukça öttürür çın çın!- Sevimli şâiri göstermesin titiz, hırçın. Onun sarıldığı âhenk-i lâfzadır, yoksa (*Onun tutunduğu uyumlu sözlerdir, yoksa) Sığar mı fıtrat-ı âzâdı kayd-i nâmûsa? (*Sığar mı namus kalıbının özgür yaratılışına?) (…) Deyip de zangoca başvurdular. O mecnun da (*Mecnun = Serseri) Mukaddesâtına halkın, ibâda, Ma’bûd’a (*Halkın kutsal değerlerine, inananlara, Yaratan’a) Savurdu pencereden havruz uğratırcasına, (*Savurdu pencereden pislik dolu lazımlığını) Gelip gelip tıkanan levsi pis karîhasına! (*Gelip gelip tıkanan pis fikirlerini) Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdârı: (*Boşandı yerlere fikir diye küfürlerin en pis olanları) Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle a’sârı (*Ki bağlayıp sonsuzluğun ipiyle bütün asırları) Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez! (*Süpürge yapsalar, mümkünü yok temizleyemezler) Bütün cihânı dolaş: Garb’ı, Şark’ı, her yeri gez… (*Bütün dünyayı dolaş: Batıyı, Doğuyu, her yeri gez) Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhâd, (*Böyle kudurmuş bir dinsizlik görebilecek misin?) Ki ferşi çiğneyerek Arş’a hırlasın? Heyhât! (*Ki yeryüzünü çiğneyip gökteki Tanrı’ya hırlasın?) Cinâyetin bu şenâ’at kadar mülevvesini (*Cinayetin bu kadar iğrenç ve alçakçasını) İşitmek istemez insan, değil ki görmesini. (*İşitmek istemez insan, değil ki görmesini. ) (…) Ne var ne yoksa mukaddes, onunla bitti demek! (*Ne var ne yoksa kutsal olan, onunla bitti demek) Şebâbâ hak veririm… Çünkü üç beyinsiz inek (*Gençliğe hak veririm… Çünkü üç beyinsiz inek) Yazıp dağıttı o mel’un berât-ı isyânı; (*Yazıp dağıttı o alçak isyan şiirini) Sabîlerin yüreğinden kopardı îmânı! (*Çocukların yüreğinden kopardı Tanrı sevgisini) Okuttu sonra da “San’at mukayyed olmayacak” (*Sonra da derslerde tutup “Sanat bağlı olmayacak” ) Deyip hayâdan, edebden bütün bütün “mutlak” (*Deyip utanmadan, terbiyesizce ) Paçavralar ki nigâh ürperir temâsından! (*Bu paçavralar ki bakanı ürpertir anlattıklarından) Belli ki, kavganın yönü, bir edebiyat kapışmasından çıkmış; başka ve çok tehlikeli bir yere, küfür-iman çatışmasına doğru gitmektedir. Küfür de, iman da son insana kadar silinmeyeceğine göre şu koca dünyadan; bu kavga da bitmeyecek demektir.