Âşık Veysel’in İstanbul jübilesinde inceden bir gerilim yaşanmış olsa da gece tüm hızıyla sürmektedir. Neyzen’in ardından sahneye Veysel’in önünü açan adam olarak bilinen Mesut Cemil Bey çıkar. Veysel’in sesini radyodan ilk kez bütün yurda duyuran, hatta Mustafa Kemal’in kulağına kadar giden o programı yapan kişi: İstanbul Radyosu Müdürü Mesut Cemil Bey! Konuşmasının adı “Veysel Üstüne İki Çift Söz”dür. Gecenin tanıkları, “en güzel konuşmayı yapan oydu” diye yazarlar notlarına. Hemen ardından da eklerler: “Müzikten anlayan bir insan sıfatıyla Veysel’in müzik cephesini (çok güzel bir dille) izah etti.”

Mustafa Baydar’ın “Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar” adlı kitabında yer alan bir söyleşide bakın Veysel’le Mesut Cemil Bey’in karşılaşması nasıl anlatılıyor. Önce Âşık Veysel’i dinleyelim.

“İzmir’de Umum Tütün Mağazaları’nın müdürü vardı. İsmi herhalde Nihat olacak. O, Doktor Temirali, Mimar Necmeddin, Mimar Ömer hep birlikte Necmeddin Bey’in evinde toplandık… Sanat meraklısı olan bu ev sahibi, benim hayatımı yazdıktan sonra Yedigün mecmuasına bir mektup yolladı… Bize de bir mektup verdi, “Gidin Yedigün mecmuasının başmuharririne bunu verin” dedi. Biz oradan Balıkesir-Bandırma yoluyla gelirken yolda mecmuayı gördük… Tercüme-i halimiz çıkmıştı. Sonra İstanbul’a geldik, muharriri bulduk, mektubu verdik… Biz tabii ne yazdığını bilmiyoruz. Muharrir mektubu okudu. O da bir mektup yazarak bize verdi, “Gidin bunu Tokatlıyan Han’da Mesut Cemil Bey var, ona verin” dedi. Gittik. Mektubu verdik. Açtı okudu.”

Bundan sonrasını Mesut Cemil Bey anlatıyor.

“Mektuba baktım, adamlara baktım, acaba bu ne söyleyecek? Ne biliyor, hiç matlup (*istemek, aramak) etmiyorum bundan bir şey. Çalın bir dinleyeyim.”
Veysel anlatıyor: “Çaldık. Evvela, ‘Seherde ağlayan bülbül / Sen ağlama ben ağlayım / Ciğerim dağlayan bülbül / Sen ağlama ben ağlayayım’ bunu çaldık. Ondan sonra, ‘Mecnunum Leyla’mı gördüm / Bir kerece baktı geçti / Ne sordum ne de söyledi / Kaşlarını yıktı geçti’… Bunları çalınca, “Akşam 8’de gelin” dedi ve ağladı. Akşam saat 8’de vardık. Mikrofonun başına oturunca bize şu öğüdü verdi. “İyi söyleyin, sizi dünyanın her tarafı dinleyecek.” Ben zannettim, buradan Almanya’ya, Amerika’ya sesi duyurmak için bağırmak lazım, alabildiğime hızlı söyledim… O şarkıyı bitirdikten sonra ikinciye gelince Mesut Cemil, “Hiç kendini üzme, en hafif de söylesen duyulur, yalnız kelimeler açık olsun” dedi… Neşriyatımızı bitirdikten sonra bir de baktık ki deste deste kurdelelerle bağlanmış çiçekleri masanın üzerinde doldurdular. Mesut Bey, “İstanbul halkı sizi çok sevdi” dedi. Biz oradan çıktık. Bizi Arapkirli Mehmet Efendi namında biri bekliyormuş. Kuledibi’nde bir apartmanda kapıcı imiş adam. Bizi aldı evine götürdü. Orada biz yiyip içip çalıp çağırmaya başladık.

Biz çıktıktan yarım saat sonra Atatürk rahmetli telefon etmiş radyoya, “Onlar kim ise bana gönderin” demiş. O kör talih orada da yolumuzu kesti. Cevap vermişler. “Çıktı, adreslerini bilmiyoruz”… Polis Müdüriyetine emir vermiş, “Bunları bana bulacaksınız” demiş. Saat 12’ye kadar polisler İstanbul’un her tarafını aramışlar, yok… Sabahleyin Radyoevine gelince Mesut Cemil Bey, “Neredeydiniz yahu, bir fırsat kaçırdık ki” dedi. “Neymiş” dedik. Meseleyi bize anlattı. “Ah, ne yapalım, başka türlü çare nasıl bulunur?” diye sordum… “Yaver Şükrü Bey’e bir mektup yazayım da gidin oraya kadar, bakalım ne çıkar, talihe” dedi…

Mektubu aldık, koynumuza koyduk, sazımızı elimize aldık. Dolmabahçe Sarayı’na kadar Fındıklı tarafından geldik, askerler var, bırakmadılar. Tramvay yahut Beşiktaş tarafındaki kapıya geldik. Polisler, “Ne o, nereye gidiyorsunuz?” diye bırakmak istemediler. Oradaki komiser “Bırakın bırakın, akşam Atatürk 12’ye kadar onları arattı” dedi ve bize yol verdiler… Sarayın alt katına kadar vardık. Orada sazları filan görünce, “Ne var, ne istiyorsunuz?” dediler. “Yaver Şükrü Bey’i göreceğiz” dedik. Haber verdiler, Şükrü Bey geldi, mektubu verdik, açtı okudu… “Evet, akşam 12’ye kadar aradık ve bulunmadınız. Malum ya o bir keyif zamanı idi. Şimdi söylemek icap etmez ve söyleyemem. Eğer öyle bir zamanda hatırlayacak olursa ben sizi yılanın deliğinde de olsa bulurum” dedi ve adresimizi aldı… Ne o bizi buldu, ne biz onu bulduk, geçti gitti. Kısmet olmadı.”

Salonda bulunan herkesin gözleri yaşarır bu hikâyeden. Sonra Mesut Cemil Bey, dönemin ünlü gazetelerinden Hakimiyet-i Milliye’de bu konuda çıkan haberi okur hüzünlü bir sesle. Zaten göz pınarlarında zar zor duran gözyaşları büyük bir gürültüyle yuvarlanır seyircilerin yanaklarından aşağıya doğru. Yüreklerde büyük bir hayıflanma!

“Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi. Sivrialan köyünden olan bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz şairinin yeni yazdığı koşmalar, inkılabın halkın en görgüsüz tabakalarına kadar nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.” 

Yürekleri ağızlarındaki seyirciyi biraz rahatlatmak için 10 dakika ara verir geceyi organize edenler. Sanki bayrammış gibi hepsinin yüzünde delikanlı bir gülümseme, öyle ki sanki zaman o anda durur! Elbet değerlerine sahip çıkanlarda olur bir tek böylesi bir gurur!
Gece apaydınlık olmuştur şimdi. Aynı aşağıda anlatılan anıdaki gibi!

“Veysel’in yanına gelip gidenlerin haddi hesabı yoktu. Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri gelmişler, Veysel’le söyleşiyorlardı. Güzel sanatlar dalında Veysel’in görüşlerini alıyorlardı. Akşam yemeğine dek süren bu söyleşi sırasında bir ara Veysel, dışarı çıkar. Öğrenciler merak ederler; ‘Acaba şaşırmadan gidip nasıl gelecek?’ diye. Biraz sonra Veysel gelir, yerine oturur. Öğrencinin biri dayanamayarak sorar

-Veysel Amca! Karanlıkta nasıl dışarı çıkıp şaşırmadan geri geldiniz?
Veysel, karşılık verir.
-Benim karanlık günüm yok, her günüm aydınlık içinde. O karanlıklar sizin gibi görmeyenler için. Benim gibi görenlere böyle soru sorulur mu?” (Muhsin Köktürk, “Âşık Veysel’den Anılar”, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 323. sayı, 1976)
10 dakika aranın çabucak bitmesini ister herkes. 

Aranın bittiğini, Veysel’in, Sivas’tan gelen hemşerilerinin çektiği halay seslerinden anlar seyirciler. Sahnede halay çekilmiyor da; Sivas’ın sıradağları müzik eşliğinde birbirine yaslanmış sallanmaktadır sanki! Halay başı Köse Dağı’nın en yüksek zirvesidir; Yıldız Tepesi. Yanında sırasıyla; Asmalı, Tekeli omuz omuza vermiş, kuzeye, Tecer Dağı’na el sallamaktadır. Gemerek, Şarkışla, Kangal arasından Kulmaç Dağı gülümsemektedir sahneden seyirciye bütün azametiyle. Akdağlar, İncebel, Yama Dağları el ele salınmaktadır büyük bir güvenle! Seyirci halayı değil, Sivas’ın dağlarını seyreder eli yüreğinde!
Halaylar biter. Sonra “Masal Babası” diye bilinen ve Türk halk kültürünü geliştirmek için gözleri kör olana kadar çalışan, ömrünü masallar derleyerek geçiren, -inandığı uğurda, gerçek bir yaşantının insanı olanbiri-yürür sahneye o yuvarlak ve kocaman gözlüğünün ardından. Eflatun Cem Güney’dedir Veysel’i anlatma sırası! “Âşıklarda aşka düşme” üzerine minicik bir hikâye anlatır Eflatun Dede.

“Türk halk şairlerinin söylediği şiirler, aitliği bakımından iki cephelidir; kendisine ait şiirler, usta malı şiirler. Âşıklar usta malı şiirleri söylerken, daha çok çevresinde iz bırakmış âşıkların veya ustasının ya da kendisinden önce yaşamış meşhur halk şairlerinin deyişlerini söylemeye dikkat eder. Öyle an gelir ki, gençliğinden beri usta malı söyleyen şair, zihnine yer eden sözleri ve kafiyeleri kendi şiirlerinde de kullanmaya başlar” diye anlatmaya başlayan Eflatun Cem Güney, geleneksel halk kültüründeki âşıklık kültürünün dibini eşeler sanki. Bunu kaybedersek, kimliğimizi de kaybederiz der gibidir.

“Âşık edebiyatı temsilcilerini düşünce şekli ve ifade özellikleri bakımından iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup geniş halk kitlelerine daha yakın olmuş, ömürleri boyunca halktan kopmamışlardır. Bunlar köylülerle Yeniçeri ocaklarının duygu ve düşüncelerinin temsilcisi olan âşıklardır. On yedinci yüzyılın ikinci yarısından önce Karacaoğlan, Kayıkçı Kul Mustafa, Köroğlu, daha sonraki yıllarda Dadaloğlu bunlardan şöhretleri en yaygın olanlarıdır. Saz çalıp “irticalen” şiir söyleyen bu âşıkların ortak özellikleri, şiirlerini yalnız hece vezniyle ortaya koymuş olmalarıdır. On yedinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülen diğer grup ise daha çok büyük yerleşim merkezlerinde yaşamış, kendilerini devlet yöneticilerine sevdirmiş ve birçok ayrıcalıklar elde etmişlerdir. Bunların en önemli temsilcileri Âşık Ömer, Gevherî ve Kâtibî’dir. Aralarında az sayıda saz çalamayanlar bulunsa da genellikle saz çalmayı bilen âşıklardır bunlar. Bu dönemde bazı divan şairlerinin hece vezni ile şiirler yazmalarına rağmen divan edebiyatının âşık edebiyatı üzerindeki etkisi daha fazla olmuştur. Nitekim sonraki yıllarda yetişen Erzurumlu Emrah, Âşık Dertli, Bayburtlu Zihni ve Şem‘î gibi saz şairlerinde bu etki açıkça görülür.

On sekizinci yüzyılın sonlarında, âşık edebiyatı İstanbul’da saray ve konaklara girer. Âşıkların yetişmesinde önemli bir yeri olan Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran II. Mahmut (1785-1839) âşıkları koruyarak saraya alır. II. Mahmut’tan Abdülaziz’in son zamanlarına kadar âşıkların düzenli örgütleri ve esnaf loncalarına benzer loncaları vardır. Ancak, Abdülmecid ve Abdülaziz’den sonra âşıklar ve âşık edebiyatı eski önemini kaybetmeye başlar.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, büyük yerleşim merkezleri ve özellikle İstanbul’daki kuvvetli âşık geleneği yerini “Semâi Kahveleri” denen bir yapıya bırakır. Bu kahvelerde söz sahibi olan âşıklar daha önce gelenek halinde yapılan, bütün Osmanlı İmparatorluğunu gezen âşıklardan değillerdir artık. “Meydan şairleri” de denen bu tarzın temsilcileri semâi kahvelerinde mâni, destan, koşma, divan, kalenderî adıyla bilinen şiirler okumaya başlarlar. Ramazan, bayram ve Cuma geceleri semâi kahvelerinde büyük toplantılar yapılır. Klarnet, darbuka ve zilli maşa gibi enstrümanlardan ibaret “Mızıka faslıyla” başlar bu buluşmalar. Sonra hareketli türküler, oyun havaları ve diğer çeşitli halk türküleriyle devam eder, en sonunda da âşıklar şiirlerini okur. On dokuzuncu yüzyılda saz şiiri geleneğini devam ettiren PosofluMüdâmî, Kağızmanlı Hıfzı, Ardanuçlu Efkârî, Bayburtlu Celâlî, Yusufelili Huzûrî , ÂşıkAli İzzet’in yanı sıra Şarkışlalı Âşık Veysel de bu son kalan âşıklardandır.”

Kendisini anlattığı bir yazısına; “Soyca Sivaslıyız. Ben 1896'da babamın telgraf müdürü olarak bulunduğu Hekimhan'da dünyaya gelmişim” diye başlar Eflatun Dede. Ardından da hiç durmadan üretir. Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği 1918 yılında, Sivas Sultanisini bitiren tek öğrenci olarak tarihe geçen Güney; aynı yıl Konya Öksüzler Yurdu'na Türkçe öğretmeni olarak göreve başlar. Kurtuluş Savaşı yıllarında, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Konya'daki çalışmalarına katılır. Kuvayi Milliye’nin Öğüt gazetesi ve İrşad dergisinde çalışır. Kurtuluş edebiyatımızın ilk eserini de bugünlerde yayımlar: “Matem Sesleri” adlı şiir kitabını!
“Ben köy köy dolaşarak, ocak başlarında öz kaynaklarından dinleyerek, el yazması cönklerinde yüzlercesini bir bir gözden geçirerek, her türlü folklor mahsullerimizi derleyip topladım. Ve sonra da bu masalları bu efsaneleri, bu hikâyeleri, bu fıkraları sözlü gelenekteki ağız tadıyla kaleme alarak yazılı bir edebiyat payesine erdirmeye çalıştım.”

Eflatun Cem Güney, şehir şehir, köy köy, dağ tepe dolaşarak masallar dinler, onları yoğurup,kendi diliyle yeniden kaleme alır. Buçalışmaları uluslararası dünya çocuk ve gençlik edebiyatının en iyi örneklerinden kabul edilir. 1956 yılında Andersen Ödülü Eflatun Cem Güney’e verilir. “Hans Christian Andersen Masal Kurumu” çağdaş masal yazarları içinde, Eflatun Dede'nin “Açıl Sofram Açıl” kitabındaki masalları, 55 katılımcı ülkenin derlemeleri içinden seçtiği ve şeref listesine aldığı 11 eser arasından en iyisi olduğuna karar verir. 1960'ta “Dede Korkut Masalları” ile aynı ödül bir kez daha verilir Güney'e. 29 Mayıs 1972 günü, 52 hizmet yılının ardından yapılan jübilesinde, gözlerini kaybettiği halde, son kitabı için kurduğu tümce, Türk halk kültürü üzerine çalışanlar için zehir emdirilmiş altın bir bıçak gibi yüreklere saplanır. Eflatun Cem Güney, görmeyen gözlerini okşayarak, son kitabı için der ki: “Gözlerimin son çırasıdır bu kitap. Bir halkın ruhu varsa, onun vatanı masallardır.”

Eflatun Dede, 2 Ocak 1981 günü aramızdan ayrılır.

Büyük alkışlar eşliğinde sahneden iner Eflatun Cem Güney. Kuliste Veysel şiirleri okumak için heyecandan bayılacak bir insan yumağı son ezberlerini gözden geçirmektedir. 

Sıra şiirlere gelmiştir. Nevin Akkaya, Heyecan Başaran, Vedat Nedim Tör, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İ. Galip Arcan, Orhon Arıburnu, Baki Süha Edipoğlu ve en arkada yalnız başına Behçet Kemal Çağlar vardır sıra bekleyen.

Önce Vedat Nedim Tör (1897-1985) yürür sahneye doğru. Şevket Süreyya Aydemir ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla birlikte, bir döneme damga vuran Kadro dergisini çıkaran Tör için; “O  muhteşem diksiyonuyla” der gecenin tanıkları , “O muhteşem diksiyonuyla Toprak şiirini öyle güzel okudu ki!”

Sonra sırasıyla; Orhon Murat Arıburnu (1920-1989), Ercüment Behzat Lav (*1903-1984 / Programda adı olmamakla birlikte, liste dışı şiir okumaya çıkmıştır) ve Baki Süha Edipoğlu (1915-1972) şiirlerini okumaya çıkarlar. Her şiirden sonra salon alkıştan yıkılmaktadır. Nasıl yıkılmaz ki! Baki Süha Bey, İstanbul Radyosu baş spikeridir. Diksiyon dehası olmadan bu göreve getirirler mi birini? Ercüment Behzat Lav, Darülbedayi’nin ilk oyuncularından biri! Onda da diksiyon, öğretmenlik yapacak kadar düzgün. Orhon Murat Arıburnu’yu hiç konuşmayalım; hem oyuncu hem yönetmen. Hem tiyatro adamı ve şair, hem de sinemacı! Onlarca filmde yönetmenlik yapan Arıburnu’nun sadece bir filmden söz etsek bile onun gücü hakkında fikir edinebiliriz bence. Örneğin ağırlıklı rollerinde Yılmaz Güney ve Cavidan Dora’nın olduğu, 1959 yapımı “Tütün Zamanı” filminin yönetmeni ve senaryo yazarıdır Orhon Murat Arıburnu. Peki, filmin müzikleri kime ait dersiniz? Muzaffer Sarısözen’e, yaa! Türk sinemasında artık bir klasik kabul edilen o ünlü Zeki Müren filminde de yönetmenlerden birinin Arıburnu olduğunu söyleyip, biz gecemize dönelim yine. Türk sinema tarihine geçen o film “Beklenen Şarkı”dır. Senaryo Sadık Şendil, oyuncularsa; Zeki Müren, Cahide Sonku… 

Sonra kadın sesleri çıkar sahneye şiirlerini okumak için: Tiyatro ve sinema oyuncuları Heyecan Başaran (1927-2016) ve Nevin Akkaya (1916-2015)! Ardından bir Darülbedayi oyuncusu daha yürür sahneye: İ. Galip Arcan (1894-1974).Sonra Bedri Rahmi yeniden sahnededir. Allahım kadroya bak!

Veysel’in dizeleri, olgun yemişler gibi asılı kalır sahnenin üstünde. O günden beri ne silinir yankıları zamanın zımparasında ne biri diğerinden daha üstündür. Göğe asılı kalan bu dizeler, belki ancak, kendini, dilindeki yağ kadar şair sanan hazımsız kurbağaları ürkütür. İnsanlarının buluştuğu en güzel yoldur ülke şiirinin yolu. Ötesi güzellik, ötesi Anadolu! 

1 Ağustos 2019 (Devamı var)