“Yaz geçti, güz bitti, kuşlar da gitti. Memuru, işçisi, emeklisi… Boşaldı köy. Dışarısı soğuk! Ortada yanan soba, bardaklarda çay, televizyonda dizi… Oturuyorlardı kahvede dört ihtiyar, ikisi de askerden dönen.Arada birbirlerine bakıyorlardı, televizyona bakar gibi!” (Görünüm’den, s. 96)
44 sene önce, 1981 yılında, ben henüz lise öğrencisiyken edebiyat dersime giren; güvercinden narin utangaç kişiliği, bir kaşığı yetip de artan dağ balı kadar tatlı muhabbeti ve gülünce yüzünde iki iri kiraz açmış gibi kızaran yanaklarıyla aklımdan, yüreğimden, dostluğumdan hiç uzak kalmayan sevgili öğretmenim Ahmet Ordu’nun altıncı öykü kitabı “Giden Gidene”yi yeniden okuyorum. Hayır hayır, okumuyorum; kafamda notaları bulutlardan yapılmış mavi bir gök gibi bitmesini hiç istemediğim güpgüzel bir şarkı dinliyorum.
Öğretmenimin memleketi Akşehir’in Gölçayır beldesini, o beldeye üç kuruş kazanmak için kiraz toplamaya gelen mevsimlik işçilerin aşklarını, dertlerini, hasretlerini okuyorum. Cevizleri, kargaları, sincapları, gökte kanat seslerini yitirmiş kartallarıözleyenlerin kederini, Abdullah’ın hüzün çayına gülme şekeri katılmış, damakta kekre bir tat bırakan gülünç öyküsünü, Kırkikindiler yağmurlarını, eski hâkim Selami’nin Cezayir türküsüyle zarı zarı ağlayışlarını, Eğri Bacaklı Çoban Halil’in düzenbazlara kaptırdığı kara koyununun çengeldeki görüntüsünü, Ali’nin Halide’ye bir karpuz alana kadar aklından neler geçtiğini, aklının bile alamadığı, akıldan hiç çıkmayan ama akıl dışı gülünç öyküsünü okuyorum… İlk kez trene binmiş bir çocuğun, trenin camından hızla geçen direkleri, ağaçları sayması gibi başdöndürücü bir coşkuyla okuyorum hem de! Öykülerin, buram buram insan kokansıcacık buğusu yükseliyor sayfalar arasından yüzüme doğru. Manzarası enfes bir pencerenin camına burnunu dayamış dışarı bakan nasıl bir huzur içindeyse, ben de öyleyim işte öğretmenimin öyküleri karşısında…Deniz kenarında, çiçekli bir ağaca bakan bir çocuk gibi, hayran!
“Önce üveyikler gitti, sonra gökçekargalar, ardından cullalar, sarasmalar, geçen yıl da leylekler… Gidişleri oldu da gelişleri olmadı hiçbirinin…
Bu güz ise ebabillerin güneye göçünü boşuna bekledik. Ha, yukarıda Allah var, arıkuşlarını gördük! Ama yeşilli kızıllı kanatlarını gerip de tepemizde dönmediler. Göğün kat be katından gelen vırrık cırrık seslerini duyduk. Kayan bir nokta gibiydiler.” (Giden Gidene’den, s. 13)
2024 yılının Haziran ayı sonunda, Gölçayır’da kiraz hasat zamanı öğretmenim beni aradı. Uzun uzun konuştuk. “Hayro, hadi tut Esra’nın elinden, çıkın gelin buraya. Sizin için bir kiraz ağacını ayırdık, onu hasat etmedik. Gelin de kendi kirazınızı kendiniz toplayın” dedi özetle. Durur muyuz, kanatlarımızı açıp, uçtuk Esra’yla Akşehir’e doğru. Yolda, öğretmenimin telefonda dediği bir şey vın vın dönüp durdu kafamın içinde: “Sen gelince ilgini çekecek bir yolculuk yapacağızbirlikte Hayro. Öykülerime konu olan yerler ve kişilerin peşinden,birlikte Gölçayır’ı dolaşacağız.”… Anadolu’nun küçücük bir köyünde edebiyat yolculuğu yapmak! Ufff, harika bir şey bu!
“Göle de gider miyiz öğretmenim? Kuş gözlem kulesinden Akşehir gölünün kuşlarına da bakar mıyız?”…“Leen! Ben ne diyorum, sen ne diyorsun? Göl mü kaldı, kuş mu kaldı ?.. He he, gideriz!”
“Yolsak da biçsek de ottan başımızı alamıyoruz!” diyen insanoğlu sonunda çareyi buldu: “İlaç”… “Ooh, ne güzel! Ottan kurtuldu bağlar bahçeler; kemkel oldu ağaçların altları!”
Kaplumbağaları sorma… Kimileri aldı başını gitti, kimileri ise debelene debelene… Hasretiz şimdi onların ‘tok tok’larına. Ara tara, yüzlerini gören cennetlik!” (Çare’den, s. 62)
Esra’ya söylemiştim, billahi daha 10 dakika geçmemişti ki; Kula’yı geçip Uşak’a vardığımızda, yıllardan beri hiçbir zaman eskimeyen, eksilmeyen bir sevgiyle beni kucaklayan Ahmet Ordu’nun telefonları başladı. “Neredesiniz? Afyon sınırına gelince, Dereçine tabelasını göreceksiniz. Aha da tam da oradan geçerken beni ara, yola çıkıp sizi karşılayayım.” Esra yüzüme baktı; “Canıtez öğretmenim, varana kadar üç beş kere daha arar. O öyledir işte” dedim. Gülümsedik. “Ne güzel” dedi Esra, “Yıllardan sonra baba evine, dede evine gider gibi, ne güzel! Ağaçlara gidiyoruz, ağaç kadar güzel kalmış yüreği sevgi dolu insanlara! O kadar az kaldı ki bu insanlardan!”… Esra böyle dedi, ben öğretmenimin kitabına neden “Giden Gidene” adını verdiğini düşündüm nedense, neyi kaybettiğimizi?… Yuvarlanmak üzereydim ki, Esra gülümsedi. Düşüncelerim cam kırığı gibi içime batsa da, onun gülüşüne dayanamam, harika güler Esra, ben de ona gülümsedim.
Söylemedim Esra’ya ama biliyordum ki, telefonu kapatır kapatmaz bizim otobüsten ineceğimiz yol ayrımına doğru ilerlemeye başlamıştır öğretmenim. Nefis bir yaz akşamı inerken yere, dağı bulutu, ağacı kediyi kırmızıya boyamaya başladığı bir sihirli zamanda vardık Gölçayır’a, indik otobüsten.
“Yosunlu koylarda kurbağalar öter
Kıvanç gelir ördek sürülerine
Kaz göğsü bulutlar allanır gider
Bir kartal peşinde kızıl engine.”
Kucaklaştık, öpüş kokuş ettikten sonra bindik öğretmenimin arabasına, doğru Bircan Abla’nın hazırladığından emin olduğumuz evdeki akşam yemeğine. Allah be, fasulye turşusu, haşlanmış yumurta, her çeşit yeşillik, patates dilimleri ve daha bir sürü taptaze, mis gibi ürünün sarılıp yendiği şepitler, bahçeden toplanmış meyvelerden yapılmış içecekler, yaz salatası, hele hele yemeklerin şahı kuru fasulye ve yanında ille de pirinç pilavı yapmıştır Bircan Ablamız… Bilir “evinin büyük oğlu Hayro’nun” bunlara bayıldığını. Eve varır varmaz, bir öpüşme, bir kucaklaşma daha! Ama daha kokumuz akşam esintisine karışmadan ben ve Ahmet Öğretmenim hemencecik başladık konuşmaya. Varsay ki edebiyat konuşmaya doymaz iki yaramaz çocuk, birbirini durup dururken özleyen iki dost!
“Bu yıl kış yaman geçti. Karlı buzlu, ayazlı cinsinden… Bahar ucunda -tam da kış bitti derken- sıcaklık eksi yirmilere düştü! Düştükçe de insanlar daha bir üşüdü, kuşlar üşüdü, kirazların meyve gözleri hepten öldü! Baharda çiçek açsalar da kimi ağaçlar, öylesine… Ama (bir) ağacımız, o çatır ayazlara inat, yine de meyvesini verdi bize! Yörenin ilk Napolyon kirazı! Tam altmış yaşında. Amcamız Ziya’nın mübarek elleri…” (Değme Felek’ten, s. 14)
Ertesi gün, dalı rüzgârdan kırılmış, üzerine kireçle “1” yazılmış olan o yaşlı,kolsuz anıt ağacın önünde büyük bir saygıyla durup, Ahmet Ordu’nun o ağacı anlattığı öyküsünü düşündük… Bir öpüşme, bir kucaklaşma da yaşlı ağaçla oldu ama içimizden! Konuşamadık; ne ben, ne de Esra ne diyeceğimizi bilmiyor gibiydik. Ağaç da konuşamıyordu ama Ahmet Ordu’nun Anadolu’nun küçücük bir köyündeki milyon ağaçtan birini anlatarak, nasıl da bizi iki omuzundan tutup sarstığını, bir ağacın nasıl olup da böylesine içimizi afallattığını, o öyküyü okuduktan sonra insanlığımızın nasıl da arttığını falan düşündük içimizden… Öğretmenimize bakıp, ona güzel, gururlu, övücü sözler söylemek geldiiçimizden ama onun mahcup, gözlerini nereye koyacağını bilmeyen bir çocuk gibi kımıldanışını görünce… ağaç, öğretmenim, Esra ve ben karşılıklı birbirimize bakıp gülümsemekle yetindik sadece!
Sonra Meriyen Ablayı gördük uzaktan. Arkasında da dişsiz Sülo… Aniden, yerden bitmiş gibi çıkıverdiler karşımıza.Meriyen Abla, Sülo görmeden yakasını tutup bir iki salladı: “Aamet, bu adam bozulmuş Aamet, hiç durmadan konuşup duruyo bu Sülo, deli bu deli, kafam şişti, yarın o boyu devrilesi muhtarla koyun arabaya da, Akşehir’e, bir doktora götürün bunu, hayır işlemiş olursunuz evladım!”… Sülo, kaçar gibi yanımızdan ayrılan Meriyen Ablanın peşini bırakıp, bu kez kaldığı yerden bize anlatmaya başladı:
“(Anlatamadım ya’v… Anlamıyor hoca, gülüyor bana, deli diyor. Çocuklar diyorum ya’v); mesele oysa orda bi duracaksın! Neden dersen, o iş başkaa! Kırsınlar, döksünler, isterlerse tepeme çıksınlar; kaş karartırsam namussuzum! Dayak değnek, asla!Çünkümse onlar bana emanet!
Geçen gün İlçe Milli Eğitim Müdürü geldi. Yanında da Müfettiş… Teftişe gelmiş adam, hem de taa vilayetten! Biz İlçe Milli Eğitim’e bağlıyız! Ayda, iki ayda bir çağırırlar bizi. Seminer olur, seminer! Köyde herkes hademelik, der geçer. Hı hı… Sadece sınıfların temizliği, çiçeklerin bakımı değil ki iş; çok önemli bizim meslek. Hem de çook! Tatavadan bir iş değil ki, önemlii… Her şeyden önce sorumluluğu çok! Düşün, geleceğin hâkiminden, doktorundan, hatta cumhurbaşkanından bile sen sorumlu oluyorsun!” (Ters Köşe’den, s. 29)
Sülo anlattı da anlattı. Bir süre sonra yorulup susacağını düşünsek de, ı-ıh yorulmadı Sülo. “Akşehir Gölü’ne götüreceğim misafirlerimi Sülo, bize müsaade!” diyen öğretmenim, alıp kaçırdı bizi bu sonsuz söz bombardımanından! Oysa yüreğimiz de, aklımız da Sülo’da kaldı; köyün neresinde ne iş olursa yapan, mezarlık bekçisi, okulda hademe, mevsiminde ağaç kökü söken, mevsiminde yevmiyeci kiraz eşeği taşıyan, dam aktarıcı, bahçe belleyici, bütün evreni Gölçayır kadar olan kimsesiz Sülo’da…
“Çocuklaşır gökler yer yer sularda
Masal olur dağlar esen rüzgârda
İnsan hiçliğini duyar kenarda
Tanrıya uzanır Akşehir gölü”
Yanımızdan yoldaki bütün tozu üstümüze savura savura bir pat pat geçti o sıra. Pancar motoruna bağlanmış bir oturmalık yeri olan, traktör desen değil, otomobil desen hiç değil, acayip bir taşıt! Bir de gürültülü, bir de sevimsiz, hiç sorma! Öğretmenim bir küfür salladı pat patın arkasından: “Kalbi kurumuş, paragöz çakal!”… Şaşırdık. “Bu var ya, bu pat patın üstündeki hergele, Seyfi, bir lakabı da var ama şimdi Esra’nın yanında söyleyemem, ayıp! Bu Seyfi iti, geçen gün kiraz, vişne toplamaya gelen mevsimlik işçilerden iki tanesine -Sidar’la Heja’ya- vişne toplarken birbirine bakıyorlar diye eziyet etti vicdansız köpoğlu! Yazık lan, gencecik çocuklara niye bunu yapıyorsun!”…
“Alttan gelen hışırtıyı, ayak seslerini duyunca Sidar; vişne toplamayı bırakıp gelene baktı: Eşekçiydi. Adam getirdiği eşeği, Sidar’ın hemen yan tarafındaki kalın dala yanaştırmaya girişti. Az sonra da eşeğin ayağını sürüyerek mal sahibi (Seyfi) çıktı geldi. İkisi birlikte “İleri… Olmadı, geri… Az daha, az daha” diye diye Sidar’ınkine iyice yaklaştırıp kurdular o eşeği.”
Merak etti Sidar: Kim çıkacaktı buna? Sahibi neredeydi?
Heja geldi aklına! Sevindi… Çünkü son günlerde ona karşı tavırları değişikti kızın. Yoktan gülüşleri, çiçeklenen bakışları… Öylesi anlarda Sidar’ın yüreğinde de bir alay kuş havalanıveriyordu!
Aslında öyle yoğun bir gönül ilişkisi falan yaşanmıyordu bu gençler arasında. Arada bir pırpırlansa da yürekler, duygular gemleniyordu. Çünkü hemen hepsi de, erkeği kızı, neyin derdinde olduklarının bilincindeydiler. Yurdun dört bir yöresinde kirazdı, fındıktı, patatesti, soğandı deyip peşinden koştukları ekmek’ti, gelecek’ti.” (Kıpır Kıpır’dan, s. 76)
O öyküyü hatırladık gözümüzde esmer bir bulut; yüzümüzkederden buruş buruştu biraz ama öğretmenime inceden sövdüğü ya da sövemeyip yuttuğu, içinden geçirdiği hiçbir şey için kızmadık.
Yolun tozu inince, Akşehir gölünden gelip yüzümüzü okşayıp geçen bir serinlik duyduk. Sanki bir şiir esip geçiyordu saçlarımızın arasından ya da tam zamanında serinleten bütün esintiler rüzgâr değil birer şiir dizesidir.
“Doruktan eteğe düşen güneşle,
Sıra dağlar boğum boğum örgülü
Kızara bozara toy bir öpüşle
Bir yosma dudağı titretirgölü”
Bir süre suskun kaldık. Sonra birini gördüm yolun karşısında; önünde koyunları, elinde değneği, başı önde yürüyordu. Ahhh öğretmenim, yoksa bu yüzü içine kaçmış, kendinden utana utana koyunlarının arkasından ayaklarını sürüye sürüye giden adam o mu?.. O mu gerçekten, “Ömürde Bir” öykünüzdeki, sarhoş edilip kandırılan, sonra da kara koyununu düzenbazlara kaptıran Eğri Bacaklı Çoban Halil bu mu? Hani ben o öykünüzü ilk okuduğum günden beri ayılıp bayılır, yere göğe sığdıramam ya öykünüzü, hani ne diyeceğimi bilemez gibi olurum da; en sonunda da, “Sadece yazdığınız öyküler içinde değil, hayatım boyunca okuduğum bütün öykücülerin bütün öyküleri içinde krallık tacına en yakın öykülerden biridir bu” derim ya… Ne zaman okusam bir gözüm ağlar, diğeri güler ya… Hani -ya nasıl desem, hani kitabınızda o öyküyü bana armağan etmişsiniz ya, ne gurur, anlatamam- Sahi Çoban Halil bu mu? Pek de kısaymış boyu.
“Konduramasa da bir pişmanlık vardı üzerinde! Tamam; oldu bitti, yaşandı gitti! Tam böyle düşünürken yine koyunu gözünün önüne geldi. Bu kez hayvanın getirilişi değil de ayakları bağlanıp çukurun içine yatırılışı… Gelir gelmez de, “İyi ama o çukur ne zaman kazılmıştı?” sorusu, pat diye düştü aklına! “Sonra o ip, o bıçak, o satır, ille de o masat…”Tepesinden ayak parmaklarına kadar buuz gibi oldu! “Şu düzenbazların çevirdiği filime bak sen!” dedi. İçinden, pıt pıt, pıt pıt, ilmekler koptu.
Öğleye doğru sürü, demiryolunun az ilerisinde koca söğüdün gölgesine kendisi gelip yattı. Köpek de… Sürü nereye, o da oraya… Köyden ezan sesleri geldi ara ara. Duymadı Halil. Dönüp de bakmadı takıduk tukuduk giden vagonlara. Arada köpeğine baktı. Göz göze geldikçe kaçırdı bakışlarını köpekten. Ama bir keresinde kaçıramadı!
Köpek, baktı baktı, çeviriverdi başını öte tarafa. Seslendi köpeğe: “De” dedi. “Yüzüme bak da, de… Allahın şaşkını, de. Be hey Allahın aptalı, safı salağı, dee!” (Ömürde Bir’den, s. 94-95)
Sonra birbirinin yanında yürüyen, dünyanın en konuşmayan ama yüzleri sözcük kuyusu ikiendişeli adam geçti önümüzden. Bunları hemen tanıdım: “Mesele”deki Aziz’le Reşat!
“Ya, böyle bizim oğlan, çocuktuk filan ama, gören göz unutmaz böyle şeyleri. Unutursa da o zaten insan değildir. Ne dedimdiydi sana az önce, sen iyisin dediydim değil mi? Bahçede ben, bana da şöyle üç beş tane söğüt der demez; sen tuttun, hadi gidelim dedin.
“Hadeee” dedi içinden Aziz. “Ben bir ikiye çok derken…”
İyilik başka arkadaş! Sen iyisin… Ama ben de iyiyim, öyle değil mi? Sen çıkıp geldin, komşu ben on deste fasulyeni, deyince ben ne dedim sana, canın sağ olsun, dedim, ne önemi var, dedim, değil mi? Çünkü mesele edip de kalp mi kıracaktık?” (Mesele’den, s. 104)
Ah öğretmenim, her satırınızın, her tümcenizin altından o kadar çok insan çıkıyor ki şaşıp kalıyorum. Sizin öykülerinizin nefes alıp verdiğini, göğsünün şişip şişip indiğini düşünüyorum çoğu zaman. Onların her birinin yaşadığını! Buna, “Bakın, yazar ne sağlam bir gözlem yapmış” desem, yetecek mi? Yetmez; çünkü baktığını görmeyen, kalbi kör, kulağı sağırlar çağında bu sözlerin pek de kıymeti kalmadı artık. Sıradan övgülerle; “Yok yazarımız dilin yerel zenginliklerini şöyle acayip güzel kullanmış, Türkçemizi alıp göklere çıkarmış” desem yeter mi? I-ıh! Gene eksik kalır… Neden mi? Çünkü ne zaman kitaplarınızya da sizin yazarlığınızla ilgili bir yazı yazmaya kalkışsam, -şimdi ve hep- onlarca şiir dizesi, onlarca şarkı sözü hep birden kanamaya başlıyor içimde. Canavarların sözlerimizi bile kuşattığı bu vahşi, bu acımasız, bu duyarsız çağın dikenleri batıyor her yanıma. Ama sevindiğim o ki, bu kör döğüşünden kaçmayı başarmış bir iki umutlu düş de geliyor yanı sıra. İçim ısınıyor o zaman, kirlenen akıl havuzumu bir daha temizleme kuvveti buluyorum yorgun yüreğimde.Nasıl mı? Sidar’ın Heja’ya duyduğu dilsiz aşk benim içimde tıpırdıyor o zaman, de ki artık o benimdir. Ali’nin karısı Halide’nin canı çekti diye karpuz arabasının peşinden deli gibi koşmasına ne demeli peki! Ali koşuyor ama ayaklarına dikkatle bakan o ayakların benim ayaklarım olduğunu hemen görür öğretmenim. Hele gölgesine sığmaz ama kendisini Allah sananların ortalıkta fink attığı zamanımızda, dişsiz Sülo’nun kendine güvenen hallerini görmeye ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu nasıl anlatmalı birilerine, bilmem ki!
Öyle ya öğretmenim; parayla pulla, koltukla, şan şöhretle doldurulamayacak şeylere ihtiyacımız olduğunu hatırlatan öykülerinizi okurken, kendimize bile kalleşlik ettiğimiz tuhaf bir çağda yaşadığımızı da düşünüyorum ne yazık ki! Sonra da ne kadar hayat yoksulu olduğumuzu fark ediyorum aslında. Öyle değil mi öğretmenim; birçoğunun hayatındaki kılıç yarası gibi duran gerçeklere baksanıza: sonu gelmeyen kredi ödemeleri ve arabasının modelini yükseltmekten başka düşü mü kaldı insanların? Hayat dediklerine bakar mısınız? Ne hayatı, bu olsa olsa kurumuş bir dere yatağı, kasvetli bir mezarlıktır!
Fakir Baykurt ne der öğretmenim: “Ah onlar o kadar fakir ki, sadece paraları var!”
Sizin öyküleriniz yaşıyor öğretmenim. Hep de yaşayacak… Gene yazın, n’olur! Ellerinizden öperim.
(*Meraklısına not: 2024 yılının Mart ayında, birbirinden güzel 17 öyküden oluşan ve Duvar Yayınları tarafından basılan, Berkan Balpetek’in Genel Yayın Yönetmenliği ve benim editörlüğünü yaptığım “Giden Gidene” adlı kitabınızı selamlamak için yazdığım bu yazının içinde kullandığım şiirler; Ankara Halkevi’nin, 1946 yılında düzenlemiş olduğu “Edebiyat-Şiir” dalında ikincilik ödülü kazanan Mehmet Balkan’ın, “Akşehir Gölünde Akşam” adlı uzun şiirinin bazı bölümleridir. Daha fazlasını, öykülerinizin beslenme kaynaklarını ağzınızdan duymak için, 7 Şubat 2025 Cuma günü Duvar Kitabevi’nde yapılacak olan kitap tanıtım toplantınızı sabırsızlıkla bekliyorum.)
1 Şubat 2025