“En kötüsü sahip olmadığın şeylere ait olmandır.”

En kötüsü sahip olmadığın şeylere ait olmandır.” Modernizm ve elektronik iletişim, insanda, her ne kadar teknolojik ilerlemenin verdiği rahatlığı yaşatsa da, tinsel doyumsuzlukları ve yabancılaşma kavramının sancılarını da yaşamak zorunda bırakmıştır.Bir yanıyla paranın sağladığı avantajlarla başka ülke ve başka kültürlere ulaşmak kolaylaşmış gibi görünse de, diğer yanıyla bürokrasinin, kişinin varlığını çepeçevre saran korku ve bunalımı, içinden çıkılmaz kurallarıyla insanı hiçe sayması, insanın tinsel dünyasında derin çukurlar açmış ve bu bunalımın genel seyri olan kendine ve topluma yabancılaşma olgusu, sanat eserlerinin ortak konusu olurken, kimi sanatçı kişilikleri de toplumdan koparmıştır. Yoksul bir göçmenken, Yahudi asıllı zengin bir Alman kızıyla evlenerek zengin bir babanın oğlu olarak, 1883'te dünyaya gelen Praglı bir modernistin, hayatının yarısını birlikte geçirdiği Max Brod adlı dostunun, ölümünden sonra vasiyetine uymayarak arkadaşına yaptığı ‘erdemli bir ihanetin’ dünya edebiyatına kattığı şaheserlerden söz etmek istiyorum bu yazımda.Yani bir ihanetin anatomisinden ... 1883, Prag. Sonradan zengin, otoriter ve hareketli bir babanın çocuğu olarak, kişilik gelişimini tamamlayamadan, ömrünce bir tek eserlerinde eleştirebildiği aile gelenekleri ve baba baskısıyla yetişmiş biri olarak, dış dünyanın gerçekliğinin sabit olduğuna ve hiç bir şeyin bunu değiştiremeyeceğine inanarak büyüdü bizim genç yazarımız. Dünyasını içinde saklayarak büyüdü. Ailesinin etkisinde kalarak hukuk okudu. Geç burjuva gelenekleri içinde, düşlerin sentimental şovlarında,toplumun kendi çıkarlarını beslemesi gerektiği anlayışına çok sıcak bakmamakla beraber, toplumsal hareketlere de girmemek konusunda pek titiz davrandı. Ta ki 1914'te 1. Dünya Savaşı patlayana dek... Baba korkusu öylesine yerleşmişti ki içine, dış dünyaya açılmak konusunda 41 yıllık ömründe hiçbir atılım yapamamış, Avrupa'nın birçok kentini gezmesi bile onu dünyaya açamamıştır. Yedi sene içinde, üç kez çıkarıp taktığı nişan yüzüğü ve katıksız aşkı sorguladığı nişanlısı Felice Bauer'le 1919'da ayrılması, toplumla ne kadar ilişkide olduğuna iyi bir örnek sayılabilir bence. İnsan nasıl toplumsallaşır? Tarihine egemen olarak mı? Geleceği üzerine ortak bir ülküye hizmet ederek mi? Yaşadığı topluma uyum göstermek konusunda, topluma uymayan düşlerini bıçaklayarak mı?... Herkes kendince bir açıklama getirebilir buna. Ama herkesin ortak olduğu bir toplumsallaşma ölçeği var ki, dünya insanı onunla daha bir yaklaşır birbirine. Sanattan söz ediyorum tabi ki. Sanatın derleyen, toplayan, yol gösterip esirgeyen geniş kollarından. Dünyasını içinde gezdiren biri bile sanatın ellerinden tutup, en sert eleştiriye gidebileceği gibi, bir ihtimal ve tek ihtimal mutlu bile olabilir bana kalırsa. SİGORTA ŞİRKETİ Yaşadığı süre içinde, aralıksız 15 yıl çalıştığı bir sigorta şirketi, yazarımızın romanlarına ya da öykülerine değişmez fon oluşturmuştur. Oradaki bürokrasi, bürokrasi adına hiçe sayılan kişilikler, tepkisini ifade edememenin karamsarlığı ve kaçınılmaz olarak dünya çapında alkışlanan yazarın, hemen bütün kitaplarının ortak mesajını oluşturan; tinsel bunalımın genel imgesi olan yabancılaşma olgusu ve yalnızlık duygusu... Sigorta şirketinde işe başladığında, yani 1907'de kaleme aldığı '' Taşrada Düğün Hazırlıkları'', ardından gelen romanlara bir basamak niteliği taşır. Nitekim, 5 sene sonra bir dünya klasiği gelir: “Değişim.'' Aynı konu beş sene sonra yine gündemindedir iç dünyası darmadağın edilmiş, kuşku dolu yazarımızda. Bu kez eserin adı '' Bir Akademiye Rapor''dur. Bu eserinde Kafka, bir kez insan olduktan sonra, geriye dönüp yeniden maymun olamayan ve insan olarak kalmak zorunda olan bir maymun çaresizliğinde, korku ve kaygı dolu insanın yalnızlığını irdeler. Dost bulamamak çok kötü bir duygu olmalı! Senin için armağanlar alması ya da seninle sinemaya gitmesi yetmez ki. Kaldı ki dostluk ; bazen saçmalıklarına bile ortak olmak, insanın sadece düşleri için yaşadığına inanarak, dostunun düşlerine ulaşması için, kendi çıkarlarına denk düşmese bile destek vermek hatta yataklık etmek değil midir? Ona tüm bildiklerini olduğu gibi çırçıplak sunmak ve hatta gerekirse, daha büyük bir amaç uğruna “yalan söylemek” değil midir? Onun istediği zaman, istediği kadar ve istediği biçimde... Dostluk başka nedir ki? 1902'de bir arkadaşlık başlar. Franz Kafka, Max Brod dostluğunun başladığı ve bunun edebiyat tarihi için ne demek olduğunu henüz kimse bilmiyor. Max Brod, o günlerde bir yazar değil. Kafka'da değil. Herhangi bir işte çalışıyor ikisi de, herkes gibi. Sigortacılık gibi, pazarlamacılık gibi... Buraya kadar özel bir şey yok. Avrupa'ya açılır iki dost. Riga'ya, Paris'e,Weimar'a, İtalya'ya... Zayıf bedeni dayanamaz Kafka'nın bu yüksek tempoya ve bir sanatoryumda bir kaç hafta tedavi görür. Max Brod, son derece dosttur ürkek Franz'a. Onun,''hayat, bizi nelerden vazgeçirdiğini anlamamıza bile fırsat vermeyen sürekli bir kaçıştır'' düşüncesine rağmen, onu yalnız bırakmamış sıkı bir dost. Belki de bir öğretmen, bir koruyucu... Dostluk nasıl bir şeydir? Dünyanın yarısını ona sunmak değil midir terli avuçların tepsi yaparak? Dostluk nasıl bir şeydir? Korku ve bunalım getiren soğuk rüzgâra küfretmeden nefesiyle ısıtmak değil midir üşüyen ellerini karşındakinin?... Bilmiyorum. Önce,''Bir Savaşın Tasviri”ni gözden geçirdiler. 1904'te yazılmış olması demek, 21 yaşında dünyayla küsmek ve umutsuzluk demek. Korku yok Max Brod'da... Dünya bir trendir. Her penceresinde ayrı bir manzara olan bir tren. Onu görmek isteyenlere gösterir kendisini. Bir şey lâzım, öyle sıcacık, öyle saçma ama insanın içini her manzaraya açan... Ne bileyim, hızlı ve heyecanlı bir şey işte... Düşünürler bir pastanede, bu nedir, ne olabilir? Bir ses ki ; şimşek gibi bir tren geçti sanki düşüncelerinin ortasından. ''Bakar mısınız? Bir sütlü kahve alabilir miyim?'' İkisinin de kafası sese doğru döner. Görünmez bir el tutup çevirir sanki başlarını. Engellemek mümkünsüzdür bu bakışı. Sonra biri daha gelir o sesin yanına ve aniden şöyle der ; ''Sen, Felice Bauer, Franz Kafka'nın uzatmalı nişanlısı olacak ama karısı olamayacaksın. Bu bile senin dünya edebiyatına girmene yetecek.'' Şaşırır beş kişi birden. Biri Kafka, biri Max Brod, biri Felice Bauer, biri garson, diğeriyse onu söyleyen ağız, yani ben. Kafka’nın yarattığı kişiler; bilinmeyen karanlıklar içinde bir dünyada, her an tetikte olmaları gereken, kaygılı, ürkek, pasif kişilerdir. Bilinmedik tehlikelerle karşı karşıya olduklarını her an bilmelidirler. Ama çözüme dair bağıran, çağıran bir söylem yoktur Kafka'da. Hele toplumsal konulara çözüm üreten o çokbilmiş yazarlardan çok uzakta, kabuğunda yaşam süren bir deniz canlısı gibidir o. Ancak Kafka, okuyucusuna da rahat vermez. Onlar bir çeşit dedektiftir. Cinayeti işleyen kişiler gözleri önündedir ama suç ve bunun nedenleri konusunda tam bir gerilim ve kuşku çağı başlamıştır. Dedektif güvensizliği her okuyanı rahatsız etmeye başlar. ''Değişim'' nasıl başlar,hatırlasanıza; ''Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, dev bir böceğe dönüşmüş buldu kendini...'' Bildik sanat kuramlarının pabucu dama atılır Kafka'nın modernizmiyle. O, merak ögesini ya da herhangi bir biçim kaygısını özün önüne geçirmez hiçbir kitabında. Ama,''bir sabah aniden'' ya da ''hiç tanımadığı'' gibi kullanımlarla, zaman ve mekân kavramlarını sonsuzluğa yaymayı bilir. Çünkü Kafka; örneğin ''Değişim''in ünlü karakteri Gregor Samsa'yı öyle bir çizmiştir ki daha iyi bir simge bulunamazdı dedirtir okuyana. Heinz Politzer'in 1962'de yayınlanan ''Kafka'' adlı kitabında şöyle yazılır: “Kafka’nın kitabı için; toplumsal sınırlanmışlığı içinde insanın kendisine bir çıkış yolu bulamayacağını anlatmak üzere, pazarlamacılık işinin elinden alınmaması için yakaran bir böceğin manzarasından daha uygun bir simge bulunamazdı.” Sağlığında yayınlanan çok az kitabından biri olan ''Değişim'' kitabının kapağı için, dev gibi bir böcek resmi çizmek ister yayınevindeki görevliler. Kafka, bizzat bu konuyla ilgilenir; bunun bir masal olmadığını ve yalnızlık ve yabancılık içinde hazin bir tragedya olduğunu bildirerek, romanın diğer kişilerini aydınlık bir salonda ayakta ve yan yana, Samsa'yı ise görünmeyen bir karanlık oda içinde kapısının aralık olarak çizilmesini önerir. Bunu önerirken, herkesin dediği gibi, kendisini ve ailesini mi anlatıyordu acaba? Bir yazısında böyle olmadığını söylese bile birçok şey öylesine denk düşüyor ki hayatına... ''Yazmak bir çeşit ibadettir, sanat bir çile... Öyle bir çile ki, onu dünyanın diğer bütün çilelerinden kurtarır'' diyen Kafka, 1. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla hız kazanan ve yükselen Çekoslovakya’nın kurtuluşu için çalışan devrimci lider isimleri dinlemeye başlar. ''Club Mladych (Gençler Birliği)'' seminerlerine katıldığı gibi, ateşli bir Çek devrimcisi olan Berta Fanta'nın da sürekli dinleyicisi olur. Ancak ne savaş, ne de Berta Fanta'nın kışkırtan seminerleri, Kafka'nın dünya görüşünü değiştirmez. O görüştüğü birkaç kişiye gizli bahçesini açarken, iddialı çıkışlardan uzak durmaya çalışır. Hatta 1915'te döneminin önemli yazı ödüllerinden sayılan ''Fontane Ödülü''nü alan Carl Sterheim, bu ödülü Kafka'nın daha çok hak ettiğini düşündüğünü söyleyerek, sanat tarihinde pek alışık olmadığımız bir şey yapar ve ödülü Kafka'ya aktarır. ''Değişim'', Kafka'da da bir değişikliğe yol açmıştır. Neredeyse insanlardan kaçan bu yazar, bir tek, yakın arkadaşı Max Brod'la yazdıklarını paylaşır ve dostunun yazdıklarını yayınlama önerilerini sürekli kaçarak yanıtsız bırakır. İçindeki öfke ve tedirginlik, bir gün aniden yerini umuda bırakır. ''Değişim''i Çek diline çevirmek isteyen Milena Jesenka adında bir kız çıkar karşısına. Ve Milena adındaki bu genç kız, 1920 yılını Kafka'nın mutlu olduğu ‘özel’ bir yıl olarak tarihe geçmesini sağlar. Milena, Kafka'dan 12 yaş küçük ve başkasıyla evli olmasına rağmen, Kafka belki de bu Çek kızında aradığı sıcaklığı bulmuştur. Ölümüne dört sene kala âşık olur Kafka. Yazdığı tek umutlu romanı olan ''Amerika''nın ikinci cildinin bu döneme rastlaması bir şans değildir bence. (Meraklısına Not; Kafka, tüm eserlerini Almanca olarak yazmıştır.) Bütün bunlar olurken, Max Brod da, kaybolan bir hayatın, bir yeteneğin, dalında çürüyen bir meyveye bakarken duyulan hüzne benzeyen bir gözle izlemektedir Kafka’yı. Bütün çabaları boşunadır. Franz Kafka, yaralanmış ruhunu dünyayla paylaşmak istememektedir. Ama dünyanın bu ruhtan öğreneceği çok şey vardır dostuna göre. İhanetin aklandığı en iyi örneklerden birine doğru akar zaman. 1924, Viyana. Dünya küskünü genç bir adam olarak yaşayan Franz Kafka, genç bir ölüme gider... Kierling Sanatoryumu’nda üç ay babasından neden bu kadar korktuğunu düşünerek... Üç ay, herkesin zavallı bir yalnızlık içinde çile çektiğini ve bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini sürekli tekrarlayarak... Max Brod gibi yirmi iki senedir aksamadan ilerleyen bir dostluk kurabildiği için kendini şanslı sayarak... Ölüm nedeni olarak gırtlak kanseri denir. Oysaki kanser bütün bedenini kaplamıştır. Ölümünden birkaç gün önce Max Brod'a bütün roman eskizlerini yakmasını vasiyet eder. Dostundan söz alır bu konuda. Biraz güvensizlik, biraz öfke, en çok yabancı biri gibi sessizce ölür çok geçmeden. Max Brod, bir elinde sayfalarca orijinal roman metinleri, diğer elinde bir kibritle, öylece kalakalır bir ıssızlıkta. Dünyada bir o kalır, bir de verdiği sözün, gözünü yaşartan erdemi... Sonra ''erdem'' der; ''Erdem; toplumun bütün pisliğine rağmen, toplumun insanı dışlamasına rağmen, tinsel bunalımın bütün yapıyı bozmasına rağmen insana bir şeyler verme çabasıdır. İnsanı insanlaştıran şeydir erdem.'' Tarihe,''aklanmış ihanet''in en iyi örneği olarak geçen, bir dost vasiyetinin geleneksel baskısını yenerek verdiği sözü tutmayan Max Brod, Kafka’dan kalan orijinalleri üst üste bastırır. Eğer Kafka'nın dostu bunu yapmasaydı; 1927'de ilk baskısını yapan ''Amerika'', 1913'te yazılmasına rağmen 1937'de yayınlanan ''Ceza Sömürgesi'', 1967'de yayınlanan ''Felice'ye Mektuplar'', ''Dava'', 1926'da ''Şato'', ''Çin Seddi'', ''Açlık Şampiyonu'', ''Milena'ya Mektuplar'' bu gün durdukları edebiyat dolabının üst raflarında olmayacaklardı. Ve biz, başımızın belası,''Kafkaesk'' denen, tinsel bunalımın genel imgesi, modernizmin armağanı olan yabancılaşma olgusunun en güzel örneklerini okuyup, bizi yutmaya çalışan kapitalist ilişkilere karşı daha savunmasız olacaktık. (Meraklısına Not; Max Brod, 27 Mayıs 1884 tarihinde, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı olan Bohemya bölgesindeki Prag’da doğdu. Üretken bir yazar, müzik adamı ve çevirmen olmasına rağmen daha çok Franz Kafka'nın yakın arkadaşı, biyograficisi ve kitaplarını yayınlayan kişi olarak tanınır. Tanışmaları bir fikir çatışması yüzündendir. Max Brod, bir seminerde, Nietzsche'yi sahtekâr olarak niteler. Dinleyicilerden biri olan Kafka, seminer sonunda buna karşı çıkar ve bu tartışma, aralarında bir dostluğun başlamasına neden olur. Bu dostluk, 1907 yılında Brod’un çıkardığı ‘Arkadia Yıllığı’ adlı ekspresyonist dergide Kafka’nın ilk kısa hikâyelerini yayımlamasıyla sürer. 1924 yılının 3 Haziran günü ölür Kafka ve vasiyet olarak Max Brod’a eserlerini yakmasını söyler. Ancak ‘zamanın en iyi yazarı’ olarak gördüğü Kafka’nın bu vasiyetini yerine getirmez Brod. 1925 yılından itibaren, Kafka’nın roman parçalarını yayımlamaya başlar ve ileriki 30 yıl içinde Kafka’nın biyografisiyle birlikte birçok eserini dünya edebiyatına açar. 1939’da Nazilerin Çekoslavakya'ya kadar dayanması ve Yahudi kıyımı yapmaları nedeniyle, tiyatro eleştirileri ve sanat yazıları yazdığı Prager Tagblatt’dan ayrılıp, Filistin’e kaçar ve Tel Aviv’e yerleşir. Orada da tiyatrodan uzak kalmaz; sonradan adı İsrail Ulusal Tiyatrosu olan Habimah'ta, ölünceye kadar sanat danışmanlığı yapar. 20 Aralık 1968 günü Tel Aviv’de hayata veda eder. Prag'taki Yahudi mezarlığında Kafka'nın mezarının karşısında Max Brod için yapılmış bir anıt vardır.)