Gün geçmiyor ki, ülkenin içinde yuvarlandığı derin yoksulluk ortamında yüreklerimizi burkan manzaralarla karşılaşmayalım. İzmir’in gelir seviyesi düşük mahallelerinde bu yoksulluk, daha da can acıtıc...

Gün geçmiyor ki, ülkenin içinde yuvarlandığı derin yoksulluk ortamında yüreklerimizi burkan manzaralarla karşılaşmayalım. İzmir’in gelir seviyesi düşük mahallelerinde bu yoksulluk, daha da can acıtıcı sonuçlar doğuruyor. İşte İzmir’in Karabağlar ilçesinin yoksul bir mahallesinde, devlete ait bir okulda yaşananlar… İlkokulda görev yapan, uzun yıllardır tanıdığım, kendisini eğitime adadığını bildiğim, geçmişi başarılarla dolu bir arkadaşımın anlattıkları adeta kanımı donduruyor. Asgari ölçekte bir pazar alışverişinin 400 TL’yi geçtiği; etin, sütün, yumurtanın, peynirin yanına bile yaklaşılamadığı bu dönem en çok çocuklarımızı etkiliyor. Öğretmen dostum, öğrencilerinin yaşadığı çaresizliği anlatırken gözleri doluyor, ağlamaklı oluyor. DİKKAT DAĞINIKLIĞI ZİRVEDE Hani eskilerin dediği, “Allah gördüğünden geri koymasın” sözünün ne kadar doğru olduğu, evlerde derinleşen yoksulluk ile daha iyi anlaşılıyor. Çocuklarda hem psikolojik travmalar baş gösterirken, proteinli gıdalar ile beslenemedikleri için derslerde dikkat dağınıklığının adeta zirve yaptığı görülüyor. Ve yürekli bir Atatürk öğretmeni, bakın hangi can acı tespitleri yapıyor: “Çocukların beslenme çantalarına artık bakmak bile istemiyoruz. Kimi zaman peçeteye sarılmış bir somun ekmek, yanında –şayet bulunabiliyorsa- çürük bir meyve… Küçük kardeşi olan çocuklar, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin dağıttığı sütlerden istifade ediyor. Halen büyüme çağında olan bu çocukların derslerinde başarılı olabilmeleri iyi beslenmelerine bağlı. Son yıllarda yoksul ailelerin çocuklarında dikkat çekici şekilde artan boy kısalığı baş gösterdi. Samimiyetime inan, öğretmen arkadaşlarımızdan duyuyoruz, bazı okullarda açlıktan bayılan çocuklar var. Anne ve babaların maddi güçleri azaldıkça, çocuklar eğitimden kopmaya başlıyor. Okuldan ayrılan ya da okul dışı zamanlarda çalışmaya başlayan çocukların sayısı artıyor. Kız çocukları için bu durum, tahmin edeceğin gibi erken yaşlarda evliliğe giden yolun açılması demek. Belediyeler ve kaymakamlıklar yoksul ailelerin çocuklarına ellerindeki imkanlar ile yardımcı olmaya çalışıyor. Ancak gelinen nokta, devletin birkaç yüz TL aylık yardımı ile giderilecek gibi değil. Ekmekte, yağda, deterjanda, süt ve et ürünlerinde, bakliyatta bugün ödediğimiz fiyat seviyesi ancak birkaç gün korunabiliyor. Hal böyle olunca, gözümüzün bebeği olan evlatlarımız ucuz ve kalitesiz gıda ürünleri ile beslenmek durumunda kalıyor. Babaları asgari ücretle çalışan çocuklar, şayet bir de kirada oturuyorlar ise daha da sıkıntılı durumla karşı karşıyalar. Ben mesleğinde 20 yıla yaklaşan bir öğretmen olarak bile 7 bin 500 TL civarında bir maaş alıyorum. Eşim benden daha yüksek maaş ile çalıştığı ve kirada oturmadığımız halde, iki çocuğumuz ile kıt kanaat geçiniyoruz. Bu arada yoksulluğu yaşayan sadece öğrenciler değil. Okulumuzun temizlik ve hijyen malzemeleri başta olmak üzere pek çok temel ihtiyacı yıllardır velilerimiz tarafından yapılan gönüllü bağışlar ile karşılanıyordu. Aileler yoksulluğun pençesinde kıvrandıkça, okulumuzun ihtiyaçları için ayırdıkları kaynak da neredeyse sıfırlandı. Çocuklarımızın sağlığını çok yakından ilgilendiren tuvaletlerimiz adeta mikrop yuvası gibi. Hükümetin hiç konuşulmayan, toplumun da tam olarak bildiğine inanmadığım bu soruna acil çözüm bulmasını bekliyoruz. Aksi halde kendi ellerimizle yarattığımız yoksulluk ile adeta kayıp bir kuşak yaratacağız. Bu çocukların durumunu ve yaşadıklarımızı köşe yazında konu edersen, en azından birkaç kişinin daha durumdan haberdar olmasını sağlarsın.” ALTI AYLIK BEBEYE MAKARNA Evet, Türkiye’nin üçüncü büyük kentinin, görece dezavantajlı bir mahallesinde yaşananlar en çıplak anlatımı ile bu şekilde. “Uzaya çıkıyoruz”, “Ekonomimiz pik yapıyor”, “Rekorlar kırıyoruz”, “Dünya bizi kıskanıyor” sayıklamalarının gölgelediği gerçekleri yazmak en temel görevimiz. Çarşıda, pazarda, markette dolaşırken, Türk insanının beslenmediğini, karnını doyurmaya çalıştığını üzülerek gözlemliyorum. Raflar, ucuz ama sağlıksız ve tehlikeli gıdalarla dolu. Bir anne, TV kamerasına konuşurken altı aylık bebeğine makarna yedirmeye başladığını söylüyor. Yoksulluk ile birlikte kalitesiz gıdalara ilgi arttıkça, namussuzlar da işbaşı yapmakta gecikmiyor. Bal ürünleri üzerinde yapılan incelemede, baldan çok şekere rast geliniyor. Tereyağına ve yoğurda bitkisel yağ katıldığı, tulum peynirinden nişasta çıktığı görülüyor. Fazla para verip keçi sütü alanlar yine inek sütü içiyor. Baharat ve bitki çaylarında leş gibi gıda boyası bulunuyor. Çikolata ve kakao ürünlerinde bir tür etken madde olan sildenafil nitrat tespit ediliyor. Zeytinyağından trans yağ ve düşük kaliteli tohumların yağı çıkıyor. Kırmızı ette kanatlı hayvan eti tespit ediliyor. ZEKÂ GELİŞİMİ TEHLİKEDE Milli yemeğimiz olan dönerde, hepsi insan sağlığına zararlı olan soya bitkisi, domuz, at, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların eti kullanılıyor. Aşırı fermente olmuş ve elde kalmış peynirler eritilerek tulum peynirine dönüştürülüyor. İstenilen aromayı kazanması için de hileli bu ürün, koyun tulum peyniri ile karıştırılarak piyasaya sürülebiliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da alışveriş yaptığı ve ucuz bulduğu Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri’nin koyun tulum peynirinde bile inek sütü bulunuyor. Özellikle bebeklerin yetersiz ve dengesiz beslenme durumunda, fiziksel gelişimin yanı sıra zekâ gelişimi ve öğrenme yetenekleri de olumsuz yönde etkileniyor. Çocuklarımızın sağlığını ve gelecek nesillerin bilişsel gelişimini riske atan bir kumar oynuyoruz. Türkiye’nin acil olarak bir tarım devrimini hayata geçirmesi, bu cennet vatan topraklarında ekilmemiş tek karış tarla bırakmamış olması gerekiyor. Aksi halde, “Rusya lideri Putin insafa geldi, ayçiçek yağı yüklü Türk gemilerinin limandan çıkışına izin verdi” haberini müjde (!) olarak kabul etme utancından sıyrılmamız mümkün görünmüyor.  

İZMİR ATATÜRK LİSESİ’NDE DİRENİŞİN ANISINA PİLAV GÜNÜ

Mezunu olmaktan gurur duyduğumuz İzmir Atatürk Lisesi, sadece bir eğitim yuvası değildir. Bir liseden çok daha fazla anlamlar taşır. İzmir, Türk Milleti’nin bağımsızlık savaşında emperyalist işgalin ilk ve son kurşununa tanıklık eden şehir olmasıyla dünyada tektir… Aynı İzmir’in emperyalist işgale ilk direniş noktası ise İzmir Atatürk Lisesi’dir. 15 Mayıs 1919 günü başlayan emperyalist işgalden bir gün önce kentin ileri gelenlerini görev yaptığı okulda toplayan ve öğrencileri ile birlikte direnme kararı aldıran Mustafa Necati Bey, bugün Konak’taki Bahribaba Parkı olan Maşatlık’ta on binlerce insanın katlımıyla direniş mitingini örgütlemişti. Görev yaptığı okul bugünkü İzmir Atatürk Lisesi idi. CEPHEDE SAVAŞAN ÖĞRETMEN Mustafa Necati Bey daha sonra Kuvayı Milliye’ye katıldı, müfreze komutanlığı yaptı, Soma’da, Akhisar’da, Bergama’da bizzat savaştı. 100 yıl önce, Yunan askerlere kurşun ata ata Balıkesir’e giden, Vasıf (Çınar) Bey ve Mustafa Necati Bey, “İzmir’e doğru” diye bir gazete çıkarmışlardı. Sonraki yıllarda genç Cumhuriyetin ilk milli eğitim bakanlarından Mustafa Necati Bey, 1929’da çok genç yaşta hayata veda etti. Bugün Ankara Cebeci Mezarlığı’nda, İzmir Atatürk Liseli üç milli eğitim bakanı; Vasıf (Çınar) Bey, Mustafa Necati Bey, Dr. Reşit (Galip) Bey’in mezarları yan yana bulunuyor. İzmir’in kurtuluşunun 100’üncü yılını kutlamaya hazırlanırken, İzmir Atatürk Lisesi’nin iki senedir pandemi engeline takılan Pilav Günü, bu yıl 14 Mayıs Cumartesi günü Saat 10:00’da yapılacak. Kurtuluşun 100’üncü yılında bu anlamlı etkinliğe imza atmaya hazırlanan Mezunlar Derneği’mizi ve İzmir Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı’mızı yürekten kutluyorum. Mustafa Necati öğretmenimizden söz açılmışken… Aklımızı kiraya vermeyelim, unutmayalım… Böylesine güzel, vicdanlı bir vatanseverin, Ankara’da tapusu kendisine ait evi 1999 yılında Kültür Bakanlığı tarafından “Mustafa Necati Kültür Evi” olarak düzenlendi. VE UNUTMAYALIM… İki sene önce… Mustafa Necati Bey’in adı kendi evinden sökülerek buraya Atatürk düşmanlığı ve şeriatçılıkla namlı Nuri Pakdil’in adı verilmişti. Gelen yoğun tepkiler üzerine yapılan bu saçmalıktan sessiz sedasız geri dönülmüştü. Mustafa, Necati ve tüm kahramanlarımızın aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.  

“HALKIN AVUKATI” TACETTİN ÇOLAK, İZMİR BAROSU’NUN BAŞKAN ADAYI…

İzmir Barosu, kentin en etkili sivil toplum kuruluşları arasında yer alıyor. Geçmiş yıllarda İskender Özturanlı gibi, Sabri Kurt, Nevzat Erdemir, Güney Dinç gibi muhteşem hukukçuların başkanlık yaptığı İzmir Barosu, Ekim ayında yapılacak Genel Kurul’a hazırlanıyor. Adaylar arasında uzun yıllardır tanıdığım, müvekkili olduğum, hukuk bilgisine ve vicdanına güvendiğim avukat Tacettin Çolak da var. “HALKIN AVUKATI” Ofisinin tabelasında yer alan “Halkın Avukatı” tanımlanmasını bihakkın elde eden Tacettin ağabey, nasıl bir İzmir Barosu hedeflediğini, şimdiden açıkladığı seçim bildirgesi ile meslektaşlarına anlatıyor. Hayatımda tanıdığım en mücadeleci insanlardan biridir Tacettin ağabey… Muhabbet ehli, gariban dostu, yurtsever bir hukukçudur. Haksızlığa uğrayan, hakkı yenen, işverenin gazabına uğrayan kim varsa kapısına dayanır. İş hukuku konusunda otorite sayılır. 12 Eylül darbesi sonrasında konuk edildiği cezaevinde iken girdiği sınavlarda başarılı olarak, ülkemizin en saygın hukuk fakülteleri arasında yer alan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. SOMALI AİLELERİN AVUKATI Birkaç gün sonra sekiz yılı geride bırakacak Soma faciasında katledilen 301 emekçinin geride bıraktıkları garibanlara sahip çıkan da yine Tacettin Çolak oldu. Akhisar Adliyesi’nde görülen Soma duruşmalarında da hiçbir karşılık beklemeden ailelerin avukatları arasında yer alırken, yaşananların “fıtrat” olmadığını, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almayan işverenin kendi elleri ile bilerek ve isteyerek yaşattığı bir katliam olduğunu anlattı duruşma salonlarında… “Madenciler şehit oldu” denilerek yaratılan tevekkül hazzının, aslında gerçekleri perdelemek amacını taşıyan bir aldatmaca olduğunu vurguladı defalarca… Söyledikleri ne derece dinlendi, ne derece anlaşıldı… Onu bilemem. Bildiğim şey şu: Hukuk geçmişinde pek çok onurlu imza bulunan Tacettin ağabeyin, İzmir Barosu Başkanlığı’na çok yakışacağı... Söz ve karar İzmirli avukatların…  

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE 180 ÜLKE ARASINDA 149’UNCU SIRADAYIZ…

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), bizim gibi ülkeler tarafından pek hazzedilmeyen, siyasetçilerin sürekli hedefinde olan kuruluşlar arasında… Geçen hafta içinde iç siyasetin hayhuyu içinde deyim yerinde ise gürültüye giden önemli bir veri açıkladı RSF… Kayıtlara geçsin düşüncesi ile özet olarak sütunuma almak istiyorum. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 2005 yılında 98'inci sırada yer alan Türkiye, 2010 yılında 138, 2015'te 149, 2020'de ise 154'üncülüğe gerilemiş durumdaydı. 2021’de 153’üncü sırada yer alan Türkiye, bu yıl 180 ülkeli “Basın Özgürlüğü Endeksi”nde dört basamak yükselerek 149’uncu oldu. Türkiye’nin yükselmesinin nedeni, medya özgürlüğe yönelik baskıların azalma göstermesi değil elbette. Sivil toplumun hak aramada aldığı kimi olumlu sonuçlar ve performansı, bu sonucun alınmasında etkili olmuş. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nin 2022 yılı sonuçlarına göre 180 ülkeden 8'inde özgürlük durumu “iyi”, 40'ında “tatmin edici”, 62'sinde “sorunlu”, Türkiye'nin de aralarında olduğu 42 ülkede “kötü”, 28 ülkede ise “çok kötü” kategorisinde bulunuyor. RSF Basın Özgürlüğü Endeksi'nde liderliği bir Avrupa ülkesi olan Norveç korumaya devam ediyor. Avrupa ülkelerinde görülen eşitsizlikler derinleşirken, AB üyeleri arasında sıralama sonuncusu olan Bulgaristan'ın (91) yerini Yunanistan (108) almış durumda.   HAFTANIN SÖZÜ Seni cennet vaadiyle kandırıp fakirliğe mahkum edenlerin hayatlarına bir bak, bu dünyada cenneti yaşadıklarını göreceksin. Charles Darwin