Türk sinema tarihi alanında çokm önemli kitaplara ve belgesellere imza atan Mesut Kara nihayet anılarını yazdı. Anıl...

Türk sinema tarihi alanında çokm önemli kitaplara ve belgesellere imza atan Mesut Kara nihayet anılarını yazdı. Anıları 1970'lerden bugüne bir panorama niteliği taşıyan Kara sorularımızı yanıtladı Mesut Kara'dan haberdar olduğumda yıl 2004'tü. Erkan Yücel belgeselini yapmıştı. Tanışalı da 12 yıl oluyor. Yazdıkları da çektiği belgeseller de daima yol gösterdi bana. “Bir Uyumsuzun Hatıra Defteri” adıyla yayımladığı anıları da bir o kadar yol gösterici. “Yaşadığım, yazdığım anılar eşliğinde dünden bugüne düşsel bir yolculuktu. Yolculuğum sürüyor; bu dünyadan öte, bu hayattan içre” diyen Mesut Kara, “Düşündüğümüz ve söylediklerimiz gibi yaşıyor, kabul görmek için piyasa maymunluğuna soyunup gördüğümüz her objektifin önüne atlamıyorduk. Sahici düşlerimiz vardı” dedi. Sizinle yıllar önce Seferihisar’da yaptığımız bir etkinlikte kendinizi tanıtırken, “En çok hayat hikayeleri çekti beni. Onun için durmadan insan hikayesi yazdım ve belgesel çektim” demiştiniz. Şimdi önümde sizin hatıralarınız, bir anlamda hayat hikayeniz var. Başkalarının hikayelerinden sonra kendinizi yazmak nasıl bir duygu? Bizde ne yazık ki anı yazma geleneği yoktu, 90’lara kadar. Öncesinde çok az sayıda insanın anılarına ulaşabiliyoruz. Bu nedenle de yaşanmışlıklar, onlarla birlikte gitti ve birikimler aktarılamadı sonrasına. Anılar aynı zamanda bir yüzleşme, özeleştiri, bir anlamda kişinin kendisiyle ve toplumla hesaplaşması. Toplumsal bir hesap verme mekanizması yok, bu nedenle de birçok insan, kendine, ötekine ve topluma karşı sorumsuzca yaşayıp, birçok insana kötülük yapıp, yanlışa, kötüye yönlendirebiliyor. İnsanın kendini yazmasına gelince anımsamak acı verir denir, tüm yaşanmışlıklarınızı anımsamak için zamanda yolculuğa çıktığınızda canınız yanıyor. Ben de anımsadım, hüzünlendim; anımsadım, mutlu oldum, gülümsedim. Anımsamak acı veriyordu, o acıyı yaşadım. Ben bir masal sayıkladım “Bir Uyumsuzun Hatıra Defteri”nde, bildik fakat anlayamadığım bir masal; bir varmış bir yokmuş. Bunları kendi yaşanmışlıklarım için anımsadım, sayıkladım. Anımsadıklarım da sayıkladıklarım da sanki bir masaldı; dün vardı, bugün yok. Yaşadığım, yazdığım anılar dünden bugüne düşsel bir yolculuktu. Yolculuğum sürüyor; bu dünyadan öte, bu hayattan içre… - Kitabın son okumasını yapan Engin Turgut bir de önsöz yazmış. Bu dostluktan biraz söz etmenizi istesek… Şair, tiyatro insanı, oyuncu Turgay Kantürk benim çocukluk, gençlik arkadaşım. Zaman zaman şiir-edebiyat dergilerinin yayınlanmasına da öncülük etti. Tarihi yanlış anımsamıyorsam Turgay’la 1992’de şair arkadaşlarıyla “Eski’z adını verdikleri derginin hazırlık aşamasında toplandıkları bir gün görüşmüştük. O görüşmede Engin Turgut, Ertan Mısırlı, Fikret Tunçer gibi şair arkadaşlarıyla da tanışmış, arkadaş olmuş, arkadaşlığımız, dostluğumuz bugünlere kadar sürmüş, çok şey paylaşmış, birlikte çok şey yaşamıştık. Bir süre Engin Turgut’la Kadıköy, Yeldeğirmeni’nde çok yakın evlerde oturmuştuk. Engin’le aynı iş yerinde çalışmışlığımız da var, sektör dergileri yapan bir şirkette ben grafik departmanında, Engin de dizgi düzelti bölümünde çalışıyordu. Engin Turgut’la bugünlere dek süren tanışıklığımızda çok şey yaşadık, güzel anılar biriktirdik. ŞİİRLERİN YOLDAŞLIĞI Anlattıklarınızda şiir ve müzik önemli bir yer tutuyor. Şiir ve müziğin hayatınıza kattığı maneviyatı anlatmak isterseniz neler söylersiniz? Özellikle Edip Cansever hakkında… Şiir ve müzik yaşadığım ve geçmişte bıraktığım hayatın önemli tamamlayıcıları, gelişmeme değişip dönüşmeme katkıda bulunan önemli unsurlar. Bizim kuşak İkinci Yeni şiirinden şairlerinden çok etkilendi sanırım. Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar şiirleriyle çok içli dışlı olduk. Birçok şair, yazar ve şiir okuyucusu için özellikle Edip Cansever’in yeri ayrıydı denebilir. Mendilimde Kan Sesleri” dendiğinde, okunduğunda orada biraz duruluyor; “Her yere yetişilir/ Hiçbir şeye geç kalınmaz ama/ Çocuğum beni bağışla/ Ahmet Abi sen de bağışla” diye başlar ve sürer;İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyunda yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine (…)” Ve benzerlikleri sıralarken dizelerinde birden çarpar gibi şu dizeler gelir: Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.” AÇLIĞI DA ADAM GİBİ YAŞIYORDUK Kitabın girişinde özellikle son 40 yılda geldiğimiz nokta ile ilgili bazı belirlemeleriniz var. Üstelik 1990’larda bazı tespitleri yaptığınızı söylüyorsunuz. Sizin gibi konuşan insanlarda başta değer yargılarının yok olup gitmesi konusunda bir hayal kırıklığı var mı? 90’larda şöyle yazmıştım “Son yıllarda yaşananlara baktığımda dehşete düşüyorum. Belki de Cumhuriyet tarihinin en fazla ve en hızlı insan kirlenmesinin yaşandığı bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Yeni bir kültür, yeni bir insan tipi oluşturulmaya çalışıldı. Kıskanç, hırslı, bencil, faydacı olan bu yeni insan tipi en yakın dostlarına bile bürokrat ve hoyrat davranmayı erdem sayıyor.” Her şey değişmişti ve bu değişimi en iyi Türk sineması yansıtıyordu. Geçmiş yıllarda var olan güzellikler yok olmuş, değişmiş, yerini başka şeyler, yeni “yükselen değerler” dayatılmıştı. Bunları, o filmleri izledikçe görüyorduk. Örneğin insanlar, Üç Arkadaş filminde izlediği sevgi, dostluk ve dayanışma ruhunu, bugünün dünyasında bulamıyordu. Oysa şimdi dünya farklıydı... Bu farklılaşmayı, değişimi Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız filminde de iliklerimize kadar irkilerek izliyoruz. Çok sevdiğim ve defalarca izlediğim bu filmde değişim şu cümlelerle ne güzel anlatılıyordu: “Biz eskiden de açtık, ama açlığı da adam gibi yaşıyorduk.” Açıkçası Türk sinema tarihi yazımı konusunda şu anda Türkiye’de yaşayan en önemli birkaç isimden birisiniz. İçinden çıktığınız sinema ortamı ile ilgili bir kırgınlığınız var mı? Açıkçası hayal kırıklığı yaşayacak kadar içinde, işin pratiğinde olmadım. Belgesel sinema dışında daha çok sinemanın resmi, gayrı-resmi tarihi üzerine araştırmalar, çalışmalar yapıyorum. Türkiye sinema tarihi alanında yazarak katkıda bulunmaya çalışıyorum. Bu alanda hayal kırıklığından çok ulaşılamayan filmlerin, belgelerin ve henüz bütünlüklü bir sinema tarihinin yazılamamış olması üzüntü veriyor. Evet, Kavafis’in de anlattıklarınıza eşlik ettiğini görüyorum. Biraz da şairden ilhamla içinizde taşıdığınız şehri bize anlatır mısınız? 12 yıl önce İstanbul’dan ayrılıp Ege’ye yerleştim. Büyük şehir fobim var artık, Bir saat mesafedeki İzmir’e bile 12 yılda üç beş kez gitmişimdir. O insan ve araç kalabalığına, gürültü kirliliğine girdiğimde sudan çıkmış balık gibi oluyorum; dayanamıyorum. Şehirden çok bir sahil kasabasını, sahil kasabasına bağlı bir köyü ya da bir dağ köyünü, orman köyünü tercih edebilirim. 1 MAYIS 1977'DE OLMAK 1 Mayıs 1977’nin tanığısınız. Oradaydınız. Aradan geçen 45 yıl sonra babanızı dinlemeyip oraya gittiğiniz için ne hissediyorsunuz? Orada kurşunu, ölümü görmek yerine evde olmayı istediğiniz oldu mu hiç? Babamın hemen öncesinde bir olay çıkacağından korkarak 1977 1 Mayıs’ına katılmamı istememesi, gitmemem konusunda beni uyarmasına karşın yaşanabilecek olayları göze alarak katılmış olmaktan o günlerde de sonrasında da hiç pişmanlık duymadım. O alanda, yaşanan katliamın ortasında olmak yerine evimde olsaydım demedim hiç. Öncesinde gerilim tırmandırılmış, büyük çatışma beklentisi ve korkusu oluşmuştu fakat kimse böylesine bir büyük katliam yaşanacağını tahmin bile edemiyordu. Yaşanan çok korkunçtu. 12 Eylül darbesi için o katliamla düğmeye basılmış, darbeye giden sürecin önü açılmıştı. Otobüs Yolcuları” filminden söz etmeniz çarpıcı. Özel araç sayısının az olduğu zamanlardan bugüne…Şimdi araba sahibi olmanın tutkusunu ve sokaklarımızın, kaldırımlarımızın işgal edildiği bu zamanı nasıl değerlendiriyorsunuz?Otobüs Yolcuları” sinemamızın önemli filmlerinden biri. Otobüs yolcularının yolculuğu sürüyor da denebilir. Senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, Ertem Göreç’in yönettiği 1961 yapımı “Otobüs Yolcuları” filminde kentteki dönüşümün ilk adımları anlatılır. Mahalleli arazi mafyası-zengin müteahhit iş birliğine karşı verdikleri mücadeleyi kazanır sonunda. Bugünün kentsel dönüşüm hamleleri de kent yoksullarını hedef alıyor, rantçı sermayenin ya da iktidarın, kindar yandaşlarının değirmenine taşıyor. O yıllarda özel arabası olanlar sayılıydı. Varlıklı kişiler de otobüse binebiliyordu. Günümüzde bireycileşen, bencilleşen insan kendi özel arabasında ve bir başına yolculuk yapmayı tercih ediyor. Komşusunu ya da aynı yerde çalıştığı iş arkadaşını bile arabasına almayı istemiyor. Yıllar önce Ertuğrul Kürkçü’nün “Araba Faşizmi” başlıklı güzel bir yazı yazısını okumuştum bu konuyla ilgili. Örneğin engelliler için ayrılan park yerleri lüks arabaların, ciplerin işgali altında. PİYASA MAYMUNU DEĞİLDİK Sonsöz sizin. Buyrun… Kitabın adını başlarda “Masal Gibi Yıllar” olarak düşünmüştüm. Fakat hayata ve kalabalıklara uyumsuzluğum sürüyordu. Bu nedenle yazma sürecinde “Bir Uyumsuzun Hatıra Defteri” olarak değiştirdim. Hepimiz geçmişimizle yol alırız geleceğe. Ben bir masal sayıkladım, bildik fakat anlayamadığım bir masal, bir varmış bir yokmuş. Anımsadım, yineleyeyim; dev gibi düşler ve düşlediğimiz başka bir dünya için kök salacak çınarlar büyütüyorduk içimizde. Henüz “yarattığımız aşklar” asırlık çınarlar gibi devrilmiyordu üzerimize. En yakınlarımızdan ihanetler görmemiştik; düşlerimizin, umutlarımızın üzerinden tank paletleri geçmemişti. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı. Eylülist çözülmelerden habersizdik. Düşündüğümüz ve söylediklerimiz gibi yaşıyor, kabul görmek için piyasa maymunluğuna soyunup gördüğümüz her objektifin önüne atlamıyorduk. Sahici düşlerimiz vardı. Yolculuğum sürüyor. Mesut Kara, Bir Uyumsuzun Hatıra Defteri, Klaros Yayınları, 2022