Altmışlı yıllarda doğup,  gözlerini yetmişli yıllarda açan bir nesle “gelişme” derseniz ilk aklına gelen televizyon olur. O dönemin çocukları olan bizlere nasıl ki radyo olağan, televizyon ciddi bir başkalık olarak görünüyordu ise muhtemelen bugünkü nesillere de artık bilgisayar ve internet şöyle dursun, yapay zeka da öyle görünüyor olmalı. Konumuz yapay zeka değil merak etmeyin, çünkü o kutunun kapağını değil açmak, şöyle ucundan araladığımızda dahi içinden hayatımızı alabora edeceğinden korktuğumuz cisimler çıkacak diye endişeliyiz zaten. Kaldı ki benim niyetim sizi bugün zaman tüneline misafir edip, ne televizyon ne bilgisayar ne de yapay zekanın hiç bir şekilde yerini alamayacağı ve yaşıtım olan herkesin her nedense bir şekilde özlediğini bildiğim bizim devrimize götürmek.

Biliyorum efendim, dünya bizim nesille başlamadı. Bizler de büyürken bizden öncekilerden ne gördüysek onları tekrarladık. Bir top alıp koydular önümüze, biz de ilk iş tekmeyi bastık ki salonun bir yanından diğer yanına yuvarlanıversin. Hele top yanılıp iki koltuğun arasından geçtiği vakit, ev ahalisi hep bir ağızdan ve o malum sihirli sözcüğün söylenişini biraz uzatarak ”gool“ diye bağırmasın mı! Biz şaşkın şaşkın çevremize bakarken herkes bize sarılınca haliyle sevinmek nedir öğrenmiş olduk. Seviniş o seviniş, futbol bir anda yaşantımızın vazgeçilmezleri arasına giriverdi. Az büyüyünce de derhal sokağa saldılar hepimizi. En kısa yoldan açılıvermişti önümüzde sosyalleşmenin kapıları, hem de ardına kadar. Mahallede futbola hevesli ne kadar çocuk varsa iki gruba ayrılarak karşı karşıya tek sıra dizilir, koro halinde söylenen “aldım verdim ben seni yendim” cümlesinin son hecesinde kimin adımı karşısındakinin ayağının üzerine düştü ise o taraf kazanan statüsü ile takımına adam seçmeye başlardı. İşi sağlama almak için önce kaleci alınırdı takıma ve genelde ortada tek kaleci olduğundan onu kapan bayağı kârlı çıkardı. Topu kim getirdi ise istediği adamı o seçer kuralı da vardı ama genelde işin o kısmı, topu getirenin takımının farklı skorla yenik duruma düşmesi halinde maçın bitmesine yönelik bir tehdit olmaktan öteye geçmezdi. Uzatmayalım, kendi aramızda sayısız maç yaptıktan sonra işin ehli gördüklerimiz mahallenin takımına seçilmeyi garantilemiş olurdu. 

KÜME OLUŞUMU

Milli Eğitim programında ilkokul sıralarında uygulanan altı kişilik  “küme” oluşumları dışında bilinen ilk deneyimdi bir bütünün parçası olma duygusunu veren mahalle takımının oyuncusu olmak. Eh, işin bir de gururlanma kısmı var ki mahalledeki yürüyüşünüz bile değişirdi vallahi. Biraz palazlanıncasıra komşu mahalleye maç teklifinde bulunmaya gelirdi. Oyun kuralları hakkında al takke ver külah şeklindeki anlaşmaların ardından herkes alışkın olduğu kendi çöplüğünde mutlak galibiyet parolası ile ötmeye çalışır, yaz günü deplasmana gelen takıma su bile verilmez, çevredeki kızların maçı izlemesinin yanı sıra kazananın gazozu beleşten içecek olması kazanma hırsına ek bir motivasyon katardı şüphesiz. Ancak kaybeden tarafın gazozların parasını ödemeden kaçması haline münhasır olarak diyebiliriz ki, bu sorun bugün artık pek kalmamış sevimli bakkal amcaların derin hoşgörüsü ve kendisinin kuvvetli alkışlarla kulüp başkanı olarak ilan edilmesiyle çözümlenirdi. İşin en güzel yanı neydi diye soracak olursanız, ter içindeki bir avuç yumurcağın şu veya bu şekilde sahip oldukları coşku, mutluluk, birlikte sevinme ve üzülmenin yanı sıra mücadelenin ne olduğunu bedavadan öğrenme şansını bulmuş olmasıydı derim. Mahalle maçları o kadar önemliydi ki işin ucu giderek turnuvalara dek dayanır ve orada ulaşılmaz sandığınızyıldızların dokunacak kadar yakınınızda olduklarını görebilirdiniz. İzmir özelinde en ünlüleri Amerikan Kız Koleji’nin beton basket sahası, Alsancak Gazi İlkokulunun üçgen şeklindeki arka bahçesive Hakimiyet -i Milliye İlk okulunun yanı başındaki arsa idi.

Turnuva takımlarının isimleri pek havalıydı. Amerikan Koleji sahasında Anderlecht, Hamburg, Barcelona gibi bilinenlerin yanı sıra Can Canlar, gibi yerli markalarda vitrine çıkardı. Göztepeli Fuji Mehmet K.Ali kaleci Cüneyt K.Can Şarlo Mehmet, İzmirsporlu kaleci Rıza, Karşıyaka ve Galatasaray’ın 60’lı yıllardaki efsane milli oyuncusu rahmetli hakem Onursal Uraz yaz sıcağındaki mahalle maçının keyfini profesyoneldekine değişmezlerdi. Hele Altınordu Göztepe, Karşıyaka ve Zeytinburnu formalarını terletmiş altın kafa Yüksel Can’ın, açık mavi formalı çakma Hamburg’un yıldızı olarak zeminden 20 santimetre yükseklikte ve düşseniz derhal bileğinizi kıracağınız o beton sahada, taç çizgisi boyunca topu boşluğa düşürmeksizin, bir metre kare içinde üç kişiyi birbirine düğümleyerek attığı gole sevinişini görseniz, dostluğa, sevgiye, estetiğe ve futbolun yaşama kattığı anlama minnettar kalırdınız. Şimdi size anlattığım bu hikayenin çocukluğa özlem içerdiğini düşünüyorsunuz ya, olsun. Bence bu çok iyi. Çünkü biz galiba hızlıca büyüyüverdik ve dünyada aynı hızla öylesine kirlendi ki, insanın içindeki çocuktan başka konuşacağı kimse, onun gönlünden başka gideceği temiz bir köşe kalmadı. Hal böyleyken kalkıp ta boyumuzu aşan yolsuzlukları, ruhumuza paslı çiviler çakan ahlaksızlıkları, yalanı dolanı sıradanlaştırıp günlük hava durumu gibi kabul etmemizi bekleyen zihniyeti konuşsak ne olacak.

Dön dolaş uzaktaki devasa hayalleri işaret eden bildik anlatımları dinlerken cebimize para mı giriyor sanki? Hem “ne olacak alt tarafı mahalle takımı” deyip geçmeyiniz. Onlar mahallenin en iyi temsilcileridir. Siz yatın kalkınmahalle takımınızın kıymetini iyi bilin ve hatta üzerlerine titreyip, geriye kalmış üç beş değerinizi de bir şekilde korumaya alın. Yoksa yarının neyi getireceği belli olmayan kirli dünyasında, komşu mahalle ile olan derbi maçta oynatacak adam bulamayabilirsiniz.