“Parmağını sürsen dünyaya, rengini anlarsın / Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın / Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır / Her başlangıçta yeni bir anlam vardır” (Edip Cansever)
Hamlet davası - 6 / Hatıralar neden çürür?
Hamlet davası adıyla anılan ve Türk tiyatrosu tarihindeki benzeri olmayan adlî güldürünün ikinci duruşması 24 Kasım 1941 Pazartesi günü yapılır. Bu duruşma ilkinden daha çok hikâye bırakır geriye. Gülünç, hüzünlü ve bunca yıl sonra bile hiçbir şeyin değişmediğini hatırlatan acı hikâyeler…
Birinci duruşmayı izleyemeyen birçok hukuk fakültesi öğrencisi, duruşmanın daha büyük bir salonda yapılmasını rica etmiş ancak bu istek duymazdan gelinerek, davanın ikinci oturumu yine Birinci Asliye’nin küçücük salonunda yapılmıştır. Katılım ilk duruşmadan daha fazladır ve yapılan tek şey, kolluk kuvvetlerinin artırılması olmuştur.
İkinci duruşma, tarafların savunmalarının yapacağı oturumdur ve toplumun her kesimi, kimin ne diyeceğini büyük bir merakla beklemektedir. Öğrenciler, gazeteciler, Şehir Tiyatrosu sanatçılarının yanı sıra, romancı Mebrure Sami, Re’fî Cevat Ulunay ve Necip Fazıl Kıskürek de izleyiciler arasındadır.
Bu duruşmanın ilkinden farkı; Peyami Safa’nın bir savunma avukatı tutarak duruşmaya katılmasıdır. Safa’yı, avukat Reşat Kaynar savunacaktır.
Hâkim ilk savunma hakkını Celâleddin Ezine’ye verir. Ezine’nin avukatı Mahmut Esat Karakurt, müvekkili adına 13 sayfalık bir savunma hazırlamıştır.
“Korkunç bir hakaret karşısında davacı vaziyetinde iken bugün huzurunuza bir suçlu vaziyetinde çıkarılmış bulunuyoruz… Hamlet hakkında yaptığımız bir tenkide karşı rejisör Ertuğrul Muhsin’in yazdığı bir yazıyla hakarete uğradık. Bir adamın şuurunu bile kaybettiği bir zamanda yazamayacağı bir yazı ile (…) Yalvarırım muhterem hâkim, ‘Üçüncü perdede tiyatro binasını terkettim’ cümlesinde hakaret nerede acaba? Ve Ertuğrul Muhsin’in şahsı, müvekkilimin tiyatroyu terketmesinden dolayı neden hakarete maruz kalıyor? Nihayet parasını vererek kiraladığımız bir koltuğu istediğimiz zaman boşaltmamız kadar tabii ne olabilir? Beni zorla beğenmediğim bir şeyi, üstelik parasını da vererek seyretmeye hangi kuvvet icbar edebilir? (…)
Sayın müddeiumumi (*Savcı) Celâleddin Ezine’nin bu yazısının kasten ve sırf neşren tahrik etmek gayesiyle yazıldığı, ‘diğer münekkitlerin (*Eleştirmen) şimdi okuyacağımız tenkitleriyle sabittir’ diyor ve suçlulardan Şehir Tiyatrosu Müdürü ve mahud mecmuanın sahibi Zeki Coşkun’un biraderi Nusret Safa’nın Son Posta’da, Selim Nüzhet’in İkdam’da ve Sadun Galip’in Vatan gazetesinde yazdığı yazılardan parçalar alıyor. Tasavvur buyurunuz aziz hâkim (…) müddeiumumi yazımızın sırf bir hakaret kasdıyla yazılmış olduğunu; biri Nusret Safa gibi suçluların biraderi, biri hayatını stadyumda geçirmiş bir spor muharriri ve Selim Nüzhet gibi de maruf bir kütüphane memurundan aldığı parçalarla ispata çalışıyor. Mademki onlar beğenmişler, Celâleddin Ezine beğenmemiş, o halde kasdı vardır. Böyle bir hüküm verebilmek için insanın çok cesur olması lâzım gelir.
Makalemiz, hiçbir suretle elfazı tahrikiye ve anasırı cürmiyeyi muhtevi olmadığı gibi herhangi bir hakaret kastını da taşımadığından ve bilhassa Ertuğrul Muhsin’in gerek imâ ve gerek işaret tarikiyle dahi şahsını alâkadar etmeyen, tamamıyla afakî ve gayrişahsi bir tenkit yazısı olduğundan beraatimizi… Türk Tiyatrosu mecmuasında yazdığı yazı ile aleyhimizde neşren hakarette bulunan makale sahibi Ertuğrul Muhsin ile, mezkûr gazete neşriyat müdürü Neyyire Neyir Ertuğrul ve sahip Zeki Coşkun’un bu hareketleri, Türk Ceza Kanunu’nun 480 ve 482. maddelerine tevafuk etmektedir. Bu itibarla Ertuğrul Muhsin’le, Neyyire Neyir ve Zeki Coşkun’un neşren hakaretten dolayı tecziyelerine, masarifi mahkemenin ve mahkemece takdir edilecek ücreti vekâletin, ve beş bin lira zararı manevinin kendilerinden müteselcilen alınmalarına karar verilmesini talep ederim.” (Cumhuriyet gazetesi, 25 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Salı, Yıl: 18, Gazete yayın no: 6206, ss. 1-3)
Şimdi savunma sırası Muhsin Ertuğrul’undur ve müvekkilini Nazmi Nuri Köksal savunur. Avukat, en kestirme tarafından, basit bir dille anlatır derdini:
“Eğer müvekkilim Ertuğrul Muhsin bir hakarette bulunmuşsa, buna muhakkak surette Celâleddin Ezine sebebiyet vermiştir (…) Yüksek huzurunuzda temsil ettiğim Muhsin Ertuğrul, umumî hüviyeti itibarıyla memlekette nadir tesadüf edilen dinamik bir kudrettir (…) O, Türklerin yegâne tiyatrosunu cidden iftihar edecek şekilde ve intizam içinde beğenilecek tarzda hepimize sevdirmiş ve takdir etmiştir. 15 sene gece gündüz demeden yaratıcı dimağıyla tükenmeyen en çetin eserleri olgun bir anlayışla bize intikal ettirmiş hakiki heyecanıyla muhiti doldurmuştur… Davaya konu olan Hamlet piyesi bile, sahneden çekilene kadar geçen kısacık sürede 50 kere seyirci önüne çıkmıştır (…) imrenmemek mümkün değildir. Onunla beraber çalışanların bir üstat gibi ona tapınmaları, her gece eserini seyreden halkın coşkun tezahürleri, bu maruzatımın en sadık delilleridir (…) Şöhret ve şerefin zirvesinde mütevazı yürüyen Ertuğrul, Celâleddin Ezine ve Peyami Safa’nın dediği gibi ‘derebeyi’, ‘müstebit’ bir tip değildir (…) Fedakâr bir askere sen siperi muhafaza etmedin cümlesini söylemek onu nasıl deli ederse, büyük bir sanatkâra da sen eserin katilisin demenin, o sanatkârı mecnun edeceği şüphesizdir.”
Nazmi Nuri konuşurken, Peyami Safa eğilerek, duyulur duyulmaz bir sesle Celâleddin Ezine’ye bir şeyler söyler. Avukat kızarak hâkime bakar ve parmağıyla onları göstererek, “Ben sözlerimi bitirene kadar fısıldaşmasınlar!” diye çıkışır. O sıra Peyami Safa söz almadan yanıt verir: “Vekil iftira atmasın sayın hâkim, ben konuşmadım!”… Hâkim Ezine’ye bakınca, o da konuşmadığını söyler.
Avukat ve Safa ağız dalaşına tutuşurlar. Hâkim araya girmek zorunda kalır. Bu sırada; hem hukuk, hem de tiyatro tarihimize geçen -gülünç mü deseeem, ayıp mı desem bilemediğim- bir replik duyulur Savcı Orhan Köni’nin ağzından: “Mektep çocukları gibi konuşuyorlar. Burasını mektebe çevirdiler!”
Gülüşmeler olur. Hâkim sessizliği sağladıktan sonra savunma sırası Peyami Safa’ya gelir. Safa’nın avukatı Reşat Kaynar bildik hikâyeyi tekrarlar:
“Şehir Tiyatrosu’nda her şeyden mesul ve her hususta selâhiyetli olan tek şahıs, rejisör ve aktör Muhsin Ertuğrul’dur… Yalnız o hâkimdir; keyfi istediğini yapar, istemediğini yapmaz (…) Müvekkilimin Türk camiasına lâyık bir tiyatronun meydana getirilmesinin çarelerini anlattığı (…) her üç yazısı da tetkik edilirse bu yazıların ifade ettiği manada kast münhasıran Şehir Tiyatrosu’nun ıslaha muhtaç olduğunun artık bir zaruret haline geldiği kaziyesini efkârı umumiyeye bildirmektedir. Buradaki hedef ve maksat, Şehir Tiyatrosu’nun ıslahı meselesidir. Yazının bütününden çıkan manada herhangi bir hakaret kastı katiyen yer almamaktadır (…) Bunu bir ataraf bırakalım, o, kendi ismi bile geçmeyen, sadece Hamlet mümessili Talat Artemel’in adı geçen bir yazıyı bile kendi üzerine çekecek kadar ileri gitmiştir. Bu suretle Muhsin Ertuğrul, “Şehir Tiyatrosu demek ben demek!” iddiasını açığa vurmuştur. Bütün bu sebeplere dayanarak…” (Vatan gazetesi, 25 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Salı, Yıl: 2, Gazete yayın no: 450, ss. 1-4)
Avukatın savunması bitmeden, hınca hınç dolu ve gereğinden fazla sıcak olan mahkeme salonu bir daha kaynaşmaya başlar. Bir uğultu, bir telaş… Bu kez izleyicilerden biri, Hukuk fakültesi öğrencisi Neriman bayılmıştır. Kalabalık güç bela yarılır ve genç kız salonun dışına çıkarılır. Kızı kontrol eden Adlî Hekim Enver Karan, önemli bir şey olmadığını söyler. O sıra zaten Neriman da gözlerini açmıştır.
Bu karmaşadan ötürü, hâkim Hamlet davasının ikinci duruşmasını bitirir. Reşat Kaynar’ın savunması yarıda kalır. Bir sonraki celse, 29 Kasım 1941, Cumartesi günü saat 10’da yapılacaktır.
Hamlet davasının ikinci oturumunda yaşananları en güzel Nusret Safa Coşkun anlatmıştır bize göre. Günün tanığıdır ve o güne dair öyle tuhaf ve gülünç şeyler yazmıştır ki, bunca yıldan sonra okuduğumuzda bile yüzümüzde katmer katmer tebessüm halkaları oluşur.
“*Mahkeme salonunun önüne kadar gelebilmek için tramvay, bulunan tramvayda yer (bulmak), bakkallarda gaz bulmaktan daha müşküldü. Kalabalık dakikadan dakikaya arttıkça arttı. Öyle ki, mahkeme salonu -pardon- mahkeme odası açıldığı vakit, aşağı yukarı bir müfreze polis, başta bir de komiser olduğu halde tarafları mahkemeye bir türlü sokamadı. Nitekim, Celâleddin Ezine kalabalık arasında o denli sıkıştı ki, bir ik defa acı acı bağırmaya mecbur kaldı.
*İlk söz kendisine verilen Celâleddin Ezine’nin vekili Esat Mahmut, biraz mübalağalı jestler ve mimiklerle müdaafasına başladı. Zaman zaman klasik hitabet kaidelerine uyarak bağırıyor, lâkin bazen de heyacanla “vicdanımız” kelimesini kullanırken, elini göğsüne ve kalbine götüreceği yerde alnını tutuyordu. Muhsin Ertuğrul’a çattığı yerlerde eğiliyor, rejisöre yan gözle bakarak kelimelerin bilhassa üstüne basıyordu. Muhsin de, dudaklarında müstehzi bir tebessüm, sükûnetle dinliyor, zaman zaman not alıyor.
*Esat Mahmut kilolarca ter döküp, mendili sırılsıklam yerine otururken yanında bulunan Cihad Baban’a sordu: “Nasıl?” Cihad da, bütün salondakiler gibi ter döküyordu. “Çok sıcak!”… Esat Mahmut şaşırmıştı. “Müdafaayı soruyorum yahu!”… Cihad Baban, “Haa, güzel güzel!” diye başını salladı.
*Bir genç kız bayılıverdi. Hâdise üzerine salonda bir kaynaşma oldu. Halk birbirine girmişti. “Tutun, kaldırın” gürültüsü arasında Vasfi Rıza (Zobu) kendini bu hengâmenin ortasında buldu. Kurtulmak için çırpınırken birkaç kişi ona yapıştı. Sevimli sanatkâr bağırıyordu: “Bırakın beni yahu, ben bayılmadım. Bayılan ben değilim!”
*Bu sırada Celâleddin Ezine’ye de fenalık gelmişti. Esat Mahmut hâkime, “Müsaade ederseniz müvekkilim dışarı çıksın!” dedi. “Kendinde fenalık hissediyor”… Celâleddin Ezine’nin çıkabilmesi için , Muhsin ayağa kalkarak yer verdi. (Salon o kadar kalabalıktı ki) Celâleddin Ezine önden Muhsin’in çıkmasını rica etti. Neyyire Ertuğrul ile selamlaştı. Arkadan biri: “Bunlar ne biçim davalı?” diyordu. “Bir sarılıp öpüşmedikleri kaldı. Hani ya, birbirlerine küfrettilerdi?”
*Başka biri arkadan konuşuyordu: “Peyami Safa’nın avukatı iyi tarihçi Allah için…. Kızcağız derebeyinin bu kadar güzel tarifi karşısında bayılıverdi.”
*Adliyeden çıkıyoruz. Kalabalığı gören biri yanıma sokuldu:
- Nedir bu kalabalık, ne oluyor?
- Hamlet davası!
- Kim bu Hamlet yahu?
- Danimarka Prensi
- Peki Danimarka prensini biz muhakeme edebilir miyiz?
- Niçin etmeyelim? Tepebaşında Şekspiri öldürüldüğü iddia edildiğinden muhakemesi bizde oluyor.” (Son Posta gazetesi, 25 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Salı, Gazete yayın no: 4066, ss. 1-6)
Aynı gün yayınlanan Vatan gazetesinde de mahkemede olup bitenler benzer sözlerle anlatılmasına karşın, duruşmanın çıkışında Neyyire Neyir’in mahkemeyi izlemeye gelenlere anlattığı ve herkesi çok güldüren kısacık bir hikâyesine de yer verilir. Neyyire Hanım bu hikâyesiyle, Peyami Safa’nın Muhsin Ertuğrul ve Şehir Tiyatrosu’na duyduğu tarifsiz nefretin nereye dayandığını, neden hiç durmadan kendileriyle uğraştığını anlatmıştır adliye koridorunda.
“Adliye koridorunun tozları ile kalabalığın birbirine girdikleri bir sırada, Birinci Asliye Mahkemesi salonundan güç hâl ile çıkabilen Neyyire Ertuğrul sinirli sinirli konuşuyor ve elleriyle hareketler yaparak anlatıyordu. “Hep o vakadır!” dedi, “Peyami’ye gençliğinde hani bir rol verilmişti. La Dam o Kamelya (*Kamelyalı Kadın) piyesinde ilk defa sahneye çıkıyordu. Bir de baktık ki, siyah püsküllü kırmızı fesini yana eğmiş, sahneye çıkmaz mı? Tiyatro birbirine girdi. Gülüşmeler, kıyametler koptu. Peyami’yi sahneden güçlükle çıkarabildik. O gün bugün Peyami Şehir Tiyatrosu’na düşman kesildi.” (Vatan gazetesi, 25 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Salı, Yıl: 2, Gazete yayın no: 450, s. 4)
Neyyire Neyir’in anlattığı bu hikâye gerçek midir bilmiyoruz ama Peyami Safa’nın bu hikâyeyi önemsediğinden eminiz. Çünkü, Vatan gazetesinde çıkan bu habere, zaman kaybetmeden, hemen ertesi gün tepki vermiştir Safa.
“Ben fesle sahneye çıkmadım (…) Neyyire Neyir’in benim hakkımda bir sözü (Vatan gazetesinde) naklolunmuştur. Bu dedikoduya göre vaktiyle ben Darülbedayi’den, La Dam o Kamelya piyesine fesle çıktığım için ayrılmaya mecbur olmuşum ve içimde hâlâ bu hadisenin infiâli varmış.
Evvela ben Darülbedayi sahnesine aktör olarak bir defa çıkmadım. Bir latife (*Şaka) mevzuu olarak anlatmaktan hoşlandığım bu hikâyenin Darülbedayi veya Şehir Tiyatrosu ile hiç alâkası olmadığı gibi aslı da gazetenizde çıkan şeklinden büsbütün başkadır.” (Vatan gazetesi, 26 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Çarşamba, Yıl: 2, Gazete yayın no: 451, ss. 2-3)
Demek ki böyle bir şey olmuş… Buna dayanarak olsa gerek, haberi yayınlayan gazete de haklı olarak bir soru sorar: “Peyami Safa’nın bir latife olarak anlatmaktan hoşlandığı bu hikâyeyi biz anlattığımız zaman iş neden latifelikten çıkıyor?”
(Meraklısına not: -Yattığı yer ışıklı olsun- sevgili öğretmenim ve üniversite bitirme tezimi yöneten Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun, “Darülbedayi’nin Elli Yılı” adlı kitabının (Ankara Üniversitesi Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları-191 / 1969) 23. sayfasında şöyle bir not vardır: “(Kurulduğu günlerde, oyuncu olmak için) Darülbedayi’ye 197 kişi başvurmuştur. İlk elemede 63 kişi başarı göstermiştir. Bu 197 kişiden, 1’den 8’e kadar kadınlar, 9 numaradan sonrası da erkeklerdi. Erkeklerden ilk sıra numarası Muhsin Ertuğrul’undu. Bu sınava girenler arasında, zamanında tanınmış adlar da vardı: Ali Naci (Karacan), Peyami Safa, Halit Fahri (Ozansoy), Behzat Hâki (Butak), Celâl Sahir (Erozan), İ. Galip (Arcan), Fikret Şâdi (Karagözoğlu), Raşit Rıza (Samako)…”)
Sadece bu da değil; mahkemede yapılan gaflardan biri daha ertesi gün aynı gazete üzerinden yanıtlanır. Avukat Esat Mahmut Karakurt’un: “… biri Nusret Safa gibi suçluların biraderi, biri hayatını stadyumda geçirmiş bir spor muharriri ve diğeri Selim Nüzhet gibi maruf bir kütüphane memuru” diyerek, bir çeşit küçümsediği isimlerden spor muhabiri Sadun Galip, avukata bir cevap verir:
“Spor muharriliğinin başka hiçbir şey bilmemek, başka hiçbir şeyden anlamamak için bir sebep teşkil edeceği düşüncesi, bir romancının hukuk ilminden anlayamayacağını ileri sürmek kadar garip olur. Bununla beraber yalnızca spor muharrirliği tarafımı bilen sayın avukata söylemek isterim ki, yirmi seneyi bulan gazetecilik hayatımda ilk yazılarım tiyatro bahisleri üzerinedir. Sonra, öyle sanıyorum ki, okuduğum tiyatro eserleri kendisinin okuduğu hukuk kitaplarıyla mukayese kabul etmeyecek kadar çok, seyrettiğim tiyatro heyetleri ve sanatkârları vekâletini deruhte etmek fırsatını bulduğu müşterilerinden pek fazladır.” (Vatan gazetesi, 26 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Çarşamba, Yıl: 2, Gazete yayın no: 451, s. 3)
Sizi bilmem ama, bence bunları bilmediğimiz / öğrenmek istemediğimiz ya da unuttuğumuz / unutturulduğumuz için aklımızın duvarlarından barbarların kirli ellerinin izlerini bir türlü silemiyoruz. İşgal altındayız; cehaletin, bağnazlığın ve utanmazlığın işgali altında! Bir bana söyleyebilir mi, hatıralar neden çürür? Bu yüzden işte; yaşadığımız hazin ve sanat adına zindan gibi kopkoyu bugünlerde, hatıralarımıza sahip çıkmadığımız için biraz da, bilgiden korkup kaçtığımızdan! Görmüyor musunuz, yitirdiğimiz toplumsal hafızamızla birlikte hayallerimiz ve umutlarımız da çürüyor. Yavaş yavaş ölüyoruz, çünkü umudu olmayanın hiçbir şeyi yoktur!
9 Kasım 2023 / Devamı var