“Müşterek kederler, müşterek sevinçler ne kadar azdır. Kendi kendimiz kadar kim paylaşır derdimizi? Gün olur dost, sevgili, arkadaş, baba, ana, oğul, kardeş hep elimizi bırakıverir. Hem yapayalnız doğup kendi başımıza ölmüyor muyuz?” (Havuz Başı)
Sadun Tanju; “Eski Dostlar” kitabında, “Balık Gözlü Adam” adıyla açtığı bölümde, Sait Faik’in anılarından söz eder. O bölümde geçen, “İnsanoğlu düş görmezse gerçeğe dayanamaz, sevinci yaşayamazsa acıya katlanamaz” tümcesi dikkat çekicidir. Yazarın bunu, Sait Faik’in aşk duyduğu kadınlardan söz ettiği bölümde kullanması ise, bu tümceyi daha da ilginç kılmaktadır bana kalırsa: “Aleksandra’yı, Nevin’i, Sühendan’ı, Perihan’ı, Vedat’ı, Leylâ’yı sevdiği günlerde, Sait hep kovasında bulut taşıyan Yorgiya’nın sevinçlerini duymuş, heyecanlarını yaşamıştır (…) Kırkına varmış adam, düşle gerçeği karıştırıp bir sevda oyununa bırakır kendini.”
Şimdi biraz edebiyat dedektifliği yapalım. Sadun Tanju’nun saydığı kadınlar kimlerdir? Gerçek kadınlar mıdır yoksa Sait Faik onları hayâlinde mi yarattı? Aleksandra’yı geçelim, onu biliyoruz. Fotoğrafı bile var. Nevin, Medarı Maişet Motoru kitabının başkarakteridir. Ama gerçekte bir karşılığı var mıdır, bilmiyoruz? Sühendan? Sühendan Hanım her kimse, hakkında tek bir satır bile yok kaynaklarda. Perihan Hanım da öyle! Ama Vedat Hanım hakkında bir-iki şey biliyoruz.
“Senden sonra ancak anlaşılır / İnsanoğluna öğretilen yalanlar.
Senden sonra anlaşılır ancak / Boşluğu her şeyin.”
1943 yılında, Salâh Birsel, Burhan Arpad ve İhsan Devrim bir araya gelerek ABC Kitabevi’ni kurarlar. Sait Faik’in yakın arkadaşı olan bu üç yazarın işlettiği yayınevi aynı zamanda kitap da satmaktadır. Dönem yazarlarınca sıkça ziyaret edilen yerlerden biridir burası. Sait Faik de ABC’ye sık sık uğrar. Öyle günlerden birinde; Sait Faik, Oktay Akbal, Salâh Birsel kitapçıdayken, içeriye, kucağında kalın kalın kitaplar tutmuş, kısa kıvırcık saçlı, esmer tenli, ufak tefek bir genç kız girer.
- Sizde Sait Faik Abasıyanık’ın kitapları var mı acaba? Şahmerdan’ı arıyorum.
- Var.
- Peki, Sarnıç kitabı?
- O da var.
- Semaver kitabını okumuştum Sait Faik’in, olağanüstü bir anlatım becerisi var. Keşke Medarı Maişet Motoru kitabını toplatmasaydı sıkıyönetim. Onu da okumak isterdim. İlk romanıymış sanırım.
Sait Faik önce arkadaşlarının kendisine bir oyun oynadığını düşünür. Nereden çıktı şimdi bu kız? Sonra Oktay Akbal kıza, yazarı tanıyıp tanımadığını sorar. Genç kız tanımadığını söyleyince, orada kim varsa Sait Faik’e çevirir gözlerini.
- Kendisini görseniz tanımazsınız yani, öyle mi?
- Mecmualarda denk geldikçe hikâyelerini okuyorum ama kendisini tanımıyorum. Bence çok başarılı bir kalemi var. Çok farklı bir tarzı var hikâyecilikte.
- İyi ya, ben tanıştırayım sizi o zaman. İşte o hikâyelerini çok sevdiğiniz Sait Faik!
Genç kız heyecanını gizleyemez. Yüzü aydınlanır sanki. Sait Faik ondan daha beter utanmaktadır.
- Ne diyeceğimi bilemiyorum. Çok heyecanlandım. Ne tesadüf, değil mi?
- Bendeniz Sait Faik Abasıyanık.
- Bendeniz de Vedat… Vedat Esin. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğrenciyim.
Sait Faik’in arkadaşları kıs kıs gülmektedir iki sıkılgan insanın bu şapşal, bu gülünç, şimşek yemiş hallerine. Sözlerin padişahı Sait Faik’te her sözcük, binlerce kilometre aşağılardan, yerkabuğunun ateşli magmasından gelmektedir sanki. Öyle derin, öyle mahcup, öyle çocuksu ve ürkek… Yüzünün her santimi seğirmektedir hikâyecinin. O an, yere bir bardak düşüp kırılsa, Sait Faik korkudan bayılabilecek kadar incelmiş bir haldedir. Vedat Hanım, aldığı kitapları imzalamasını rica eder hikâyeciden. Sait Faik rüzgârdan hızlı çeker kalemini ve kitapları imzalar. Genç kız, kalbinden kaçışan kuşları gizleyemez o sırada. Sait Faik’in masmavi gözleriyse, Vedat Hanım’ın kalbinden havalanan kuşların deliler gibi kanat çırptığı gökyüzü olmuştur şimdi. Aklın çok uzağında bir andır bu an!
Vedat Esin sevinç içinde kitapçıdan ayrılacağı sıra, Sait Faik ardından seslenir: “Bende bir tane Medarı Maişet Motoru kitabı olacaktı. İsterseniz yarın buraya bırakabilirim?”
Ertesi sabah erkenden, cebinde Medarı Maişet Motoru kitabıyla ve şıkır şıkır giyinmiş bir halde Sait Faik ABC’dedir. Bayram çocukları gibi heyecanlıdır. Salâh Birsel sarmaya başlar hikâyeciye.
- Oğlum bu ne hâl? Kız pek genç daha. Üstelik tıbbiyeli… Züppenin önde koşanı yani. Herkes tıbbiye de okuyabilir mi Sait? Senin kenar mahalle kızlarına benzemez bu oğlum. Bunu tutup Kasımpaşa meyhanelerine götüremezsin. Balığı Boğaz’da yer böyleleri. Kahvesini Tokatlıyan Oteli’nin lobisinde içer. Daha da ne gördün, bir seferde âşık mı oldun lan?
- Size ne lan! Size mi soracağım ne yapacağımı?
Az sonra Vedat Esin girer içeri. Beş dakika sürmez görüşme. Kitabını alıp, teşekkür edip çıkar. Sait Faik’in yüzünde görünür bir deprem vardır şimdi ama arkadaşları kıkır kıkır eğlenmektedir. Sait Faik, gölgesinden bile silik bir haldedir. Salâh Birsel, “Demedim mi lan sana düdük” der gibi, sinirleri boşalmış, bir halde gülmektedir. O sıra Vedat Hanım, tekrar girer kitapçıya: “Şey, Sait Bey, müsaitseniz sizi Bebek’te bir kahve içmeye davet edebilir miyim?”
İşte o an Sait Faik’in gözleri makinalı bir tüfek olup, arkadaşlarını delik deşik eder. Kendisinin bin katı büyür hikâyeci. Hiç kimse bu denli büyük bir zafer kazanmamış, hiçbir göz bu kadar mermi olmamıştır o güne dek! Salâh Birsel, Oktay Akbal, Burhan Arpad, Sait Faik’in gururlu ayakları altında ezilirken, iki sevgili adayı ABC’den birlikte ayrılırlar. Hayır, hayır ayrılmazlar, havalanır gibi kanat çırparak uçup giderler denize doğru.
“Biz erkek kısmı güneşin, havanın, suyun çocuklarıyız belki ama kadınlar muhakkak topraktan.” (Lüzumsuz Adam)
Bir süre pahalı pastanelerde buluşup edebiyat konuşurlar o günden sonra. Ancak çok geçmeden farklı kültürlerin insanları oldukları çıkmaya başlar su yüzüne. Susmalar uzayıp gitmeye başlar; Doğu trenleri gibi. Kafalarının içi vıcık vıcık seslerle doludur ya, ağızlarının kenarında birer baykuş tünemiştir. Dumanlı, hülyalı ve uzak bakışlarını ısıtmaya yetmez pahalı cappuccinolar, kahveler, latteler. Yine bir pahalı pastanede, kahve içme buluşmasının ardından kırılmış bir sesle konuşur
Sait Faik:
- Hafta sonu almaya gelirim seni. Burgaz’a gideriz, yüzmeye!
- Gelemem sanırım. Verilmiş sözlerim var.
O an, Sait Faik’in içinde bir canavar kıpkırmızı gözlerini açıp, hikâyeciyi kemirmeye başlar: “Kime? Kime? Kime ulan, kime sözün var?” Ama kendini yenmeye çalışır hikâyeci. Kanlı bir nefes yutup, susar.
Vedat Hanım’ın ailesi de durumdan haberdardır artık. Kızlarını, hakkında hiç de hayırlı şeyler duymadıkları bu adamdan korumak istemektedirler. Gece gündüz içen, işsiz güçsüz, anne parası yiyen bir adam! Bir sümsük, bir sünepe! Deli raporu olduğu için, askere bile gitmemiş. Üstelik babası yaşında, olacak şey değil!
- Sadece arkadaşız anne, hikâyelerini beğeniyorum. Başka bir şey yok aramızda, hepsi bu!
- Olmaz Vedat, sen doktor olacaksın. Bu ne yaptığı belli olmayan adamla ne işin olabilir senin?
- Daha az görüşürüm.
- Hayır, hiç görüşmeyeceksin! Birkaç ay sonra seni Amerika’ya göndereceğiz zaten. Orada devam edeceksin eğitimine. Böyle adamlar musallat olur insana kızım.
Ünlü bir yazarın sana nasıl âşık olduğunu arkadaşlarına anlatıp hava atmaya değer mi, bir düşün rica ederim.
Vedat yavaş yavaş geri çekilmeye başlar ilişkiden. Gözü korkmuştur. Gözü korkan sadece o olsa!
Sait Faik, söz verip gelmeyen Vedat Hanım’ın evini basar bir gün. Rezalet diz boyu!
- Neden gelmiyorsun verdiğin sözlere Vedat? Neden sözünde durmuyorsun?
- Kusura bakma.
- Ne demek kusura bakma kızım! Dalga mı geçiyorsun benimle? Başına yıkarım bu evi!
Vedat Hanım’ın annesi gelir gürültülere.
- Bu ne biçim bir konuşma böyle? Ayıptır sizin yaptığınız Sait Bey!
- Bu ayıp da, sözünde durmamak ayıp değil mi hanımefendi?
- Kızımın imtihanları var. Bırakın da çalışsın.
Sözler düğüm olur havada. Ne denir ki bu durumda? Kös kös gerisin geri gider hikâyeci. Ağız tadıyla bile dövüşemez bu “zengin züppeleriyle”… Bunun bir ayrılış olduğun bile bile, her Pazar günü, yanına arkadaşlarını alıp, Arnavutköy’e, Vedat Hanım’ın evine gider durur hikâyeci. Ama gizli saklı, gölgesinden bile habersiz!
Pazarlardan birinde yanında genç dostu Selahattin Batur vardır. Evi dışarıdan gözaltına alır hikâyeci. Aslında, kendisi bakmaya utandığından, dostlarını kullanır bu iş için. Bir rastlantının peşinden -hey Allah’ım- bir an görmek için Vedat Hanım’ı, o kadar yolu gitmeye üşenmez Sait Faik.
- Bak bakalım lan, pencerede kimse var mı?
Ama ev terk edilmiş gibidir. Varlıklı aile kim bilir nerededir? Belki de Amerika’ya göçmüşlerdir hep birlik?
“Adımım düşünüyor… Anlatılmaz ki sözle; / Bin bir ateşten dilli yangınken sönüyorum… / Bir harabe yüzüyle, balmumundan bir gözle, / Sararmış caddelerden evime dönüyorum (…) Dur! Durdu… O gürültü kaçıyor son paramla. / İşlek bir cadde gibi sabahla sönüyorum, / Kapanmayan gözümle, kapanmayan yaramla, / Kızaran caddelerden evime dönüyorum.”
Bir daha da ne bir haber alabilir, ne de yüzünü görür Vedat Hanım’ın. Taaa ki, 1953 yılında, Maya Sanat Galerisi’nde, onun Amerika’da bir trafik kazasında öldüğünü öğrendiği güne kadar!
“Akşamüstleri geliyor / Tam insanlar işten çıkarken. / Salkım salkım tramvaylardan / Bir güzel çocuk yüzüyle gülümsüyor / Namussuz, akşamüstleri geliyor. / Neremden yakalıyor, bilmiyorum / Ben tam sevmeye hazırlanırken / On altı yaşındaki sevgilimi. / Elini elimle tutmak / Yirmi dört saatte bir / Sıcak bir laf dinlemek isterken / Rezil… Tam o saatlerde geliyor.”
Yeniden kendi içine düşer hikâyeci. Dipsiz kuyular gibi içine! Hayatındaki en sahici kadının kim olduğunu düşünmeye başlar böyle zamanlarda en çok. Çok da düşünmez aslında.
Bir gün arkadaş muhabbetinde Melih Cevdet, “Eskiden Fransa’da sanatçıları koruyan zengin kadınlar vardı. Şimdi nerede!” diye takılır Sait Faik’e. “Benim için öyle bir kadın hâlâ var” der Sait Faik: “Annem!”
Bir başka gün de gazetecinin biri, hayatını kalemiyle kazanmak isteyen gençlere bir öğüdü olup olmadığını sorar Sait Faik’e. Annesinin fedakârlıklarını gizlemez hikâyeci; “Bu işi bizim valide hallediyor. Otuz kuruş, birinci nevi sigara. Üç kahve 25’ten 75, iki yemek asgari 4 lira. Giyim, kuşam anadan babadan olmak şartıyla, yılın 6 ayında kahvesiz ve sigarasız kalmak isteyen yazsın.”
Sait Faik’in amcasının oğlu Mustafa Raşit'in dediğine göre, hikâyeci, Fransa dönüşünde annesinin isteği üzerine Lütfiye adında bir kızla nişanlanmış ve yaklaşık 10 ay kadar sürmüştür bu durum. Lütfiye Hanım’dan sonra, defalarca âşık olmuş ancak bir türlü huzur bulamamıştır Sait Faik.
“İçime en dokunan yanı kendini değersiz hissetmesiydi. Özellikle de annesini gözünde işe yarar bir adam olabilmek için çabalıyor olması çok dokunaklıydı. Yazmaktan başka hiçbir iş beceremeyen, bir baltaya sap olamamış, yaşıtları iş güç, aile sahibi bir adamın bir işi başarmış olmak sevincine duyduğu özlemi, beni çok etkilerdi.”(Mustafa Raşit Abasıyanık)
Vedat Esin, eserek karıştığı hikâyecinin hayatından, aynı hızda esen başka bir rüzgâra binerek çıkıp gider. Başında kırmızı gözlü martılar, avucunda kül, bir başına kalakalır yine Sait Faik.
“Hani bazı çocuklar ısrarla bir fena hareketi yapmadıklarını iddia ederler. Hakikaten de yapmamışlardır. Ama yapmış gibi bir halleri de vardır. Yapmamış insanların tabiiliğini bir türlü alamazlar. İşte ben o çocuklardan biri gibiydim.” (Mahalle Kahvesi)
Çivi çiviyi söker derler ya, içine kaçan Sait Faik’i kendine getiren bir başka kadın çıkar karşısına aynı günlerde: Barbara! Hakkında çok az şey bildiğimiz Barbara, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne misafir öğretim görevlisi olarak gelen bir profesörün torunudur. Maya Sanat Galerisi’ndeki bir kokteylde tanışırlar. Yorgun hikâyeci uzak durmaya çalışsa da, Barbara o kadar tatlıdır ki! Birkaç buluşmadan sonra, herkesin diline düşerler. “Sait gene başını belaya sokmak için çabalıyor.” Ne oluyor orada? Kime sormalı şu Barbara denen kızı? Kim var Sait Faik’in akademi çevresinden tanıdığı? Haldun Taner var tabi, kim olacak? Bilse bilse o bilir.
- Evlen bu kızla Sait. Bak, dedesi akademisyen. Kültürlü, görgülü kız.
- Ulan daha bir iki kere gördük kızı be! Ne evlenmesiymiş bu? Hem bana varır mı ki?
- Ne demek varır mı? Türk hikâyeciliğinin tahtına oturmuş birisin sen. Hem kızı karakterinle de büyülediğini söylüyor herkes. Niye varmasın sana? Senden iyisini mi bulacak?
- Allah aşkına git başkalarıyla eğlen Haldun! Gelmişim kırk bilmem kaç yaşıma, ciğerinde sirozu olan bir avareyim ben. Böyle kibar bir kıza ne vaat edebilirim ki? Git Haldun, git başımdan! Ben netameli adamım, âşık olurum, âşık olunca da evlenmek isterim, bu yaştan sonra el âleme rezil mi olacağız? Hem milletin başka işi gücü yok mu lan, benim aşk hayatımı konuşup duruyorlar?
Bu kadar. Hepsi bu kadar bildiklerimizin. Bu kadarla kalır hikâyeciyle Barbara’nın ilişkisi. Aynı günlerde Sait Faik’in yarı kalbi kopar yerinden; Orhan Veli ölür. Sonra arada bir aklına düşse de, bazen bir sergide, bazen bir sinema fuayesinde karşılaşırlar Barbara’yla Sait Faik! Sağlığı da iyiden iyiye bozulmuştur zaten. Ama Barbara’yı yaşadığı kısacık hayatında asla unutamayacaktır hikâyeci. Çünkü Adalet Cimcoz’un işlettiği Maya Sanat Galerisi’nde karşılaştıkları bir akşam, Vedat Esin’in Amerika’da bir trafik kazasında öldüğünü Barbara’dan öğrenir Sait Faik. Şimdi Sait Faik herkesten daha yaşlı olduğunu düşünerek yürür geceye doğru! İçinde dipsiz bir kuyu!
Ha, unutmadan bir şeyi daha biliyoruz bu ilişkiden: Kısa bir süre sonra Sait Faik de ölünce, Barbara’nın, Haldun Taner'le birlikte hikâyecinin cenazesine gittiğini! Hüzünlü, kırık dökük bir duygu olmalı Barbara’nın yaşadığı!