Hiç evlenmemiş olan Sait Faik, ömrünün son yılında da âşık bir kalple dolaşmıştır Burgazada’nın en sevdiği yeri olan Kalpazankaya’da! O Kalpazankaya yolu, “Hişt! Hişt” hikâyesinde anlattığı yerdir. Sevdiği kadınlar değişmiş ama aşka duyduğu bağlılık değişmemiştir hikâyecide. Öldüğü son güne kadar!

1953’ün Nisan ayının son günlerinin birinde bir akşam, Sait Faik kalabalık bir arkadaş gurubuyla çok sevdiği Nisuaz’a gider. Cahit Irgat, Bedri Rahmi, Mimar Nevzat (Özmeriç) ve diğerleri oturup muhabbete başlarlar. (Meraklısına not; Mimar Nevzat Özmeriç’i, Orhan Veli’nin mezarını yapan kişi olarak hatırlarız daha çok.) Hikâyeci, Mimar Nevzat’ı tanımamaktadır. İlerici Gençlik Derneği’nin militan liderlerinden biri olduğunu, bu yüzden hapse girdiğini ve yakın zamanda da hapisten çıktığını duymuştur, o kadar! Ama MimarNevzat, dikkat çekecek kadar yakışıklı bir solcu olarak göz doldurmaktadır. Nisuaz’daki tüm kadınların gözü ondadır neredeyse.
Az sonra masaya, güzelliğiyle baş döndüren, mavi gözlü, beyaz tenli, alımlı mı alımlı bir genç bir kız gelip, Mimar Nevzat’ın yanına oturur. Nevzat Özmeriç, gelen genç kızı tanıtır masadakilere: Leylâ!  
Leylâ, diğerlerini şöyle hızlıca selamladıktan sonrabir kenarda ürkek ürkek kendisine bakan, yorgun hikâyeciye doğru gider.
-    Siz Sait Faik’siniz. Mecmualardaki fotoğraflarınızdan tanıyorum sizi. Kitaplarınızı hayranlıkla okuyorum. Sizinle tanışmak için can atıyordum. Ay, çok heyecanlandım.
-    Ben de memnun oldum sizinle tanıştığıma küçükhanım. Ne kadar da coşkulusunuz.
-    Sizi görüp de coşku duymamak mümkün mü? Siz Türk hikâyecilerinin en iyisisiniz.
-    Teşekkür ederim.
Özgüveni yüksek, cıvıl cıvıl konuşan bu zeki genç kızdan etkilenir Sait Faik. Leylâ’nın hikâyeciden etkilendiğini zaten herkes görmektedir. Görmedim diyen kördür.
-    Yazmaya çok hevesliyim. Kendimi geliştirmek istiyorum. İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi’nde okuyorum. Üçüncü sınıf! Küçük hikâyeler yazıyorum.
Leylâ’nın hikâyeciye gösterdiği bu yoğun ilgiden rahatsız olan Mimar Nevzat girer araya. Üniversiteye girdiği yıl, üç ay süren bir evlilik yaptığını söyler Leylâ’nın. Sonra da ekler: “Leylâ, Çerkes Ethem’in gelini oldu üç aylığına da olsa, ne diyorsunuz siz?”  Leylâ hemen düzeltir Mimar Nevzat’ı:
-    Çerkes Ethem, eski eşimin amcasıydı. Ben Çerkes Reşit Bey’in oğlu Aytek Say’la evlenmiştim. 
Sait Faik, konuştukça çağlayan Leylâ’dan etkilenmiştir. Bu ne enerji? Genç kız Sait Faik’i bırakmaya hiç de niyetli değildir. “Yazmanın inceliklerini öğretin bana. Yazdıklarımı okuyun lütfen, üzerinde çalışalım sonra, olmaz mı?” Sersemlemiş Sait Faik ne diyeceğini bilemez bir süre. Sonra aniden “Yazmak öğretilemez ki!” der. Leylâ sanki yapışmıştır hikâyeciye: “O halde yazdıklarımı getireyim, bir okuyun. Beni yönlendirin lütfen. Yazarlık yeteneğim var mı yok mu, söyleyin bana. Haftada bir-iki gün buluşalım, lütfen zaman ayırın bana. İyi bir öğrenci olacağım, söz!”
Sait Faik, deli gibi coşkulu Leylâ’nın karşısında çaresizdir. “Hayatımda hiçbir şeyin düzeni yoktur ki benim küçükhanım. Günleri bilmem, saat bile kullanmam ben”deyip kaçmaya çalışsa da;“Olsun, ben sizi nasıl olsa bulurum” diyerek bitirir konuşmasını Leylâ. Şaşkın hikâyeciden istediğini almıştır.
“Yanıma sadece şiir kitapları alsam, bütün dünyanın şiirlerini okumak ölene dek sürse!”
“Sait Faik bizden bir yazardı: yumuşak, sevecen, çekingendi yazını, ama sarsıcıydı. Bize daha yakındı. Türk yazınının yatağını değiştirdiğine, ardıllarına yeni ufuklar sunduğuna inanırım. Gözümden bir perde de o kaldırmıştır. Yerli olsun yabancı olsun başka yazarları akla getirmeyen özgün metinlerdi ortaya çıkardıkları. Odak noktası daha çok kendisi olan insanı anlattı; kendine özgü biçimi, dili buldu. Ben onunla tanıştığımda hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikâyelerimi okudum. Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç ve alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum.”
-    Şimdi benim hikâyelerimi okuma zamanı! Yazdıklarımı nasıl bulacaksınız, merak ediyorum.
-    Kuşkusuz ki yeteneklisin. Ne var ki acelecisin. Her şey hemen olup bitsin istiyorsun. Hırslısın ama acele edersen her şey yarım kalır. Tadına varmak lazım yazmanın, yaşamanın. Yazmak bir ruh mühendisliği işidir. İyi bir yazar olmak için önce iyi bir okuyucu olmak gerek.
-    Sen de acelecisin ama! Baksana, yılda iki kitap çıkarmaya başladın. Bu yıl bir de şiir kitabın yayımlandı.“Şimdi Sevişme Vakti”
-    Akıllı bir kızsın sen. Dikkatlisin de! Ama dediklerin kırk yedi yılda oldu, bunu unutmamalısın. Sonuca değil, sürece bakmaya çalış biraz da. Yazmak en çok yaşamaktır. Sürekli çalışmalısın.
Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da, duyduklarından bozulan Leylâ gideceğini söyler. Sonradan hak vereceği bu saptamalar o an canını sıkmıştır genç yazarın. Leylâ’nın sinirlenince daha da güzelleştiğini düşünür hikâyeci Leylâ’nın ardından.
“Ne güzel bir kız bu! Ateş parçası gibi… Uğruna ölmeye değecek bir hayatı var; hırçın, dürüst, kaybetmek korkusu olmadan kızabiliyor. Zaten hayat dediğin ne ki? Herkes yaşlılığını rahat geçirmek için gençliklerini heba edercesine kendilerine her şeyi yasaklamıyor mu? Çok saçma bu! Sanki kendilerini türlü korkulara esir edenler ölmeyecekmiş gibi. Gençliği yaşanmamış bir hayatın yaşlılığı ne olacak ki! Ölecekse biri aşktan ölmeli be!”
Bir gün Sait Faik yalnız başına otururken Mimar Nevzat dikilir karşısına. Pat diye karnının ağrısını döker masaya. 
-    Leylâ’ya âşık olduğunu biliyorum. 
-    Âşığım, ne olacak? Hesap mı vereceğim bunun için?
-    Demek ki ikimiz de aynı kıza âşığız.
-    O senin sorunun.
-    Bak Sait, Leylâ bir içim su, yakıcı bir güzellik. Ayağını denk al, yoksa pişman olursun. Zaten hastasın, sirozdan iki de bir kan kusuyorsun, ölür gidersin bu aşkın elinde. Bence kendini kaptırmasan iyi olur Leylâ’ya.
-    Sevmenin kime zararı olur Mimar Nevzat? Asıl zarar, kalbinde aşk olmayanlardan gelmez mi?
-    Laf çevirmekte ustasın, tamam ama Leylâ senin sandığın gibi sevmiyor seni. O senin yazarlığının peşinde, başka bir şey bekleme sakın.
Yaşlı ve hasta olduğunu düşünür hikâyeci ama gel de her sabah yeniden doğan gencecik, âşık kalbine anlat bunu! O bile Leylâ’nın Mimar Nevzat’ı seçmesi gerektiğini düşünmektedir aslında. Gençtir Nevzat, sağlıklıdır, güçlüdür, karizmatiktir, solcudur, liderdir, daha ne olsun? Ama ah şu âşık kalbi, laftan sözden anlamayan, en küçük kışkırtmada inatlaşan kalbi!
Günler bu kafa karışıklığı içinde geçer gider. Yine buluştukları bir gün, gözlerinin altı çökmüş, yorgun Sait Faik cebinden son kitabını çıkarıp, masaya koyar: “Alemdağında Var Bir Yılan”Mart 1954. Çocuklar gibi sevinen Leylâ’nın coşkusunu görünce; o gün, hikâyecinin iyice zayıflamış duyguları saçılır her tarafa. Her şey mis gibi kokar o gün, her yer cennettir Sait Faik için. Dünyalar güzeli, yaşanmış bir gün sürerler, yaşlı yazarla genç öğrencisi. Ama akşama doğru, Leylâ gitmek için ayaklanır: “Bu güzel gün için teşekkür ederim Sait ama gitmem gerek şimdi. Nevzat’la buluşacağım. Gecikmeyeyim, her şeyden kavga çıkarıyor zaten kıskanç!”
-    Hani aranız açıktı?
-    Açık olmasına açık ama yine de kopamıyoruz birbirimizden, n’edem? Adam edeceğim onu.
İstanbul’un bütün camları aynı anda kırılır Sait Faik’in başında sanki: Şangııırrr! Bir tek kuş uçmaz gökyüzünde, bir tek balık kalmaz Boğaz’da. Bir çiçek, bir şarkı, bir çocuk… Hepsi cehennemin dibine gider hikâyecinin kafasında!
“Sait Faik'le 1953 Nisan sonu ile 1954 Mayıs'ına kadar baba-kız gibi ahbaplık ettik. O sıra arkadaşlık ettiğim Mimar Nevzat tanıştırdı bizi. Giderek Sait'le ben daha çok kaynaştık. Bu Nevzat'ın hoşuna gitmedi, yavaş yavaş aramızdan çekildi. İkimiz kalınca Sait'in dostluğu renk değiştirmeye başladı. Ben o sıra aklı bir karış havada bir genç kızım. Öyle ciddi ilişkilere falan takılmıyorum. Zaten Sait'in anladığı ciddi evlilik ilişkisi de şu: Evleniyoruz, güneye yerleşiyoruz, orada bir kahve açıyoruz, ben ocakta çalışıyorum, o da kahve dağıtıyor. Geceleri ikimiz de kâğıda kaleme sarılıp o günün hikâyelerini yazıyoruz. Olurdu olmazdı demeye vakit kalmadı Mayıs ayında vefat etti. Tanıştığımızda Burgazada’dan inmiş, ağzına damla koymayacaksın diyen doktorları dinlememiş, ölümü ararcasına içer olmuştu.”(Leyla Erbil, Mayıs 2013, Sait Faik Abasıyanık, 'Şimdi Sevişme Vakti’, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
Bulut gibi oraya buraya savrularak gezindiği günler başlamıştır Sait Faik için. Ömrünün son iki ayını yaşadığını bilmediği günlerdir bugünler! O günlerden birinde, Darüşşafaka Lisesi’nde düzenlenen bir edebiyat toplantısına katılır hikâyeci. Acaba Leylâ’da gelir mi ki? Gelir, gelir ama Mimar Nevzat’ın kolunda gelir. Toplantı salonunun tavanı başına yıkılır Sait Faik’in.
Rıfat Ilgaz ve Bedri Rahmi kollarından tutarak götürür o akşam ayakta duramayan hikâyeciyi.  Sanki salonda olan herkes, Sait Faik’in beceriksiz, aptal, kadın budalası olduğunu düşünmektedir gibi gelir hikâyeciye. Kanamaya başlar yeşil olan neyi varsa. 
“Kıyıma tuz getiren rüzgârı  / Balıkların yüzdüğünü duyarım / Duyarım yosunların konuştuğunu  / Midyelerin ağladığını/ Aşkın bir kanadı var, kırmızıdır/Delinir, kan akar/ Bir kanadı var, zehir yeşili”
Aynı gece ağzından kan gelmeye başlar. Kanın içinde Aleksandra dökülür ağzından, Lütfiye dökülür, Eleni, Vedat, Barbara, Leylâ dökülür. Bir daha sevemeyecektir Sait Faik; ne kadınları, ne hayatı! Acilen Marmara Kliniği’ne kaldırılır. Kalabalığın içinden bir gölge gibi süzülerek, 11 Mayıs 1954 gecesi de çekip gider aramızdan.
Leylâ yoktur hikâyecinin cenaze töreninde. Herkes birbirine sorar:
-    Leylâ’yı gördün mü?
-    Hangi Leylâ’yı, Sait Faik’i öldüren Leylâ’yı mı?
Aşk, üniversite son sınıfa giderken Leylâ’nın karşısına çıkar. Hem de Sait Faik’in öldüğü günlerde. Süleyman Demirel’in okul arkadaşı Yüksek Mühendis Mehmet Erbil ile tanışır ve bir yıl sonra da 15 Mayıs 1955’te onunla evlenir Leylâ. İngiliz edebiyatı son sınıf öğrencisiyken okulu bırakıp, Ankara’ya taşınır. Ankara’da, sanatçı dostlardan oluşan yepyeni bir çevreye girer. Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç, Can Yücel, İlhan Berk, Fikret Otyam ve Hikmet Şimşek gibi isimlerden oluşan bu çevrenin içinde, ilk öykü denemesi olan “Uğraşsız”ı 1956 yılında, Seçilmiş Hikâyeler dizisinde yayımlatır. 60’da da, 16 hikâyeden oluşan ilk kitabını: “Hallaç”. Hallaç’ın ikinci bölümünü Sait Faik’e adar. Bütününü ise Samuel Beckett’e! (Meraklısına Not; Leylâ Erbil, ikinci kitabı “Gecede” ile (1968) Sait Faik Hikâye Armağanı’na katılır ama kazanamaz. Bu olaydan sonra, tüm kitaplarının giriş bölümüne “Hiçbir yarışmaya katılmamıştır” ibaresi yazarak, edebiyat ödüllerini protesto eder.)
“(…) Neden akşam oluyorum tren kalkınca / Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince / Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum / Öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki / Az önceki çiçekler nasıl da diken diken / Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç  / O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti / O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti / Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz / (…)Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı / Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı / Nerde şimdi, nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu / Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç.”(Hasan Hüseyin Korkmazgil’in ‘Akarsuya Bırakılan Mektup’ adlı şiirinden alıntı) 
Sait Faik’in ölümünün ardından, Yeditepe edebiyat dergisinde, “Onu siz öldürdünüz” diye bir yazı yayımlanır. Hedefteki kişi Leylâ Erbil’dir. 
Sait Faik, bir gün Vedat Günyol’un sahibi olduğu Yeni Ufuklar dergisi için bir hikâye yazdığını, yazdığı hikâyenin Vedat Günyol’un dergisinde yayımlanmasını istediğini söyler. Hikâyecinin yazdıklarından mutlaka telif ücreti almak istediğini bilen Vedat Günyol, telif ödeyemeyeceğini söyler. Sait Faik, “Para istemem, size vereceğim o hikâyeyi” deyip, kendisini Tünel’de beklemesini söyler. Sait Faik, Tünel’e geldiği zaman, Vedat Günyol'a, “Buraya gelmeden bir kız arkadaşımla buluşmuştum, hikâyeyi ona okudum, beğenmedi, ben de kaldırıp attım” der. Vedat Günyol, “Neden böyle bir şey yaptın, yazık!” deyince, Sait Faik etkilenir ve Vedat Günyol’la birlikte kahveye gidip, dertop edilerek masanın altına atılmış olan kâğıtları bulurlar. Bu, hikâyecinin ‘kız arkadaşı beğenmediği için attığı’ hikâye, Sait Faik deyince akla ilk gelen hikâyelerden biri olan “Kalinikhta”dır. Vedat Günyol hikâyeyi alıp matbaaya gider. Bu görüşme onların son görüşmesi olduğu gibi, “Kalinikhta”da Sait Faik'in hayattayken yayınlanan son öyküsüdür. (*Kalinikhta, Rumca “İyi Geceler” anlamına gelir.)
“Yanıma baktım kimseler yok. Az önce çevrem insanla doluydu. Köpekler havlıyor, ağaçlar hışırdıyordu. Bir ırmak akıyordu kulağımın dibinden. Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanları öpüyordu. Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyordu. Gökyüzü sarıydı. Birisi: “Canımsın” diyordu, “Canımsın, ağacımsın, ırmağımsın; denizim benim. Ötekisi bir insan kokusu içinde sıcaktı. Cevap vermiyordu. Elinin üstündeki mavi damarlar bir dostluk denizine akıyordu. Saçları kara, gözleri kara, kaşları kara, kara günler, kara hikâyeler doluydu (…) “Seni damarımda, bileğimde atıyorum.” Yıldızlar asılmıştı ağaçlara. Soğuk kandil kandil sarkıyordu.”
Yıllar sonra bu trajik aşk hikâyesi bir kez daha gündeme gelir. 31 Aralık 1956 tarihli, Ahmed Arif’in, Leylâ Erbil’e yazdığı bir mektupta!
“Said, sende bir yakınlık, korkusuz, işkilsiz, aldanmasız yatabilecek bir kadın görüyordu. Nevzat’sa hiç sevmedi, etine buduna, harikulâde benzersiz yüzüne ve biraz da ileri görünen davranışlarına meyil verdi. Memleketimde içinden bir şeyler yapmak, kendini bir şeylere vermek isteyen, ama bir tarafıyla bok makinesi bu düzene bağlı kalan, ondan kopamayan iki entelektüel tipi bunlar.” (Leylim Leylim, Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar, 21. Basım, İstanbul, Şubat 2017, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sf.165)
Öyle olmuş, böyle olmuş, ne olmuşsa olmuş, bize de bu hikâyeler kalmış. Yalnız aşka dair aklıma takılıp duran tümceleri var hikâyecinin. Semaver’de, Son Kuşlar’da, Havada Bulut’ta, Lüzumsuz Adam’da, diğerlerinde anlatıp durmuş aşkı… O tümceler kuş olmuş da, gece gündüz tepemde dolanıp duruyorlar. “Sevmekten korkuyorum... Ondan karanlıktan, riyadan, zulümden, hürriyetsizlikten korkar gibi ürküyorum.” (Semaver) “İnsanlar ne tuhaf! Kendilerini sevmeyen, önem vermeyene daha bir büsbütün tutuluyor, kendisini küçük görür gibi olana musallat oluyorlar.”(Son Kuşlar) “Kendi peşimi bile bıraktım” (Lüzumsuz Adam)
Sonra da tutup, kalbinde aşk olmayanların nasıl kötü insanlar olduklarını anlatır bize Sait Faik. Bu cânım dünyanın o insanlar yüzünden nasıl da kepaze olduğunu: “Onu şair, küskün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atacak.”(Dülger Balığının Ölümü)
-    Bana aşkı tarif eder misin?
-    Aşk Don Kişot'un yeldeğirmenidir.(Gauthar Cambazhanesi)