Türkiye’nin giderek kangren haline gelen ve gizlenemeyen sorunu işsizliğin çözümü; yatırımları artırmaktan, yeni iş alanları açmaktan geçiyor. Her yıl yaklaşık 1 milyona yakın gencimiz işgücüne katıl...

Türkiye’nin giderek kangren haline gelen ve gizlenemeyen sorunu işsizliğin çözümü; yatırımları artırmaktan, yeni iş alanları açmaktan geçiyor. Her yıl yaklaşık 1 milyona yakın gencimiz işgücüne katılırken, “Geniş Tanımlı İşsizlik” olarak adlandırılan “gerçek” işsizlik oranı Ekim 2020 ayı itibarıyla yüzde 27’ye yükselmiş durumda. Yatırımların artması için, yatırım ikliminin iyileşmesi gerekiyor. Yatırım ikliminin iyileşmesi için, yatırıma ayrılacak kaynakların uygun maliyette olması, yani bankaların yatırımcılara uygun faiz oranı ile kredi verebilmesi gerekiyor… Bu kredilerin uygun maliyette olabilmesi için de “paranın patronu” konumunda olan Merkez Bankası’nın faiz oranlarını düşürmesi, bankacılık sektörünün önünü açması gerekiyor. Merkez Bankası’nın faizleri düşürebilmesi için; enflasyon, cari açık, bütçe açığı ve ülkenin risk primi (CDS) başta olmak üzere temel göstergelerin olumlu seyretmesi gerekiyor. // SUÇLU BANKALAR MI? Lafı nereye getireceğimi merak ettiyseniz, bekletmeyeyim. Türk iş dünyasının en büyük örgütü olan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) Başkanı Sn. Rifat Hisarcıklıoğlu, geçen hafta bankacılık sektörüne açık bir çağrıda bulundu. Rifat başkan, “Kredi faizleri konusunda bankalardan daha sorumlu bir yaklaşım bekliyoruz. Zamanında faiz indiriminde zorluk çıkaran bankalar, iş faiz artırımına geldiğinde gayet hızlı hareket edebiliyorlar. Bankalar, kredi faizlerini, maliyetlerindeki artışın çok üzerinde yükselterek, büyümeye destek değil, köstek oluyorlar. Bankalar, faizleri kolayca artırma alışkanlarına son vermeli ve sadece kendi gelirleri odaklı düşünmeyi bırakıp, ellerini taşın altına koymalılar” diyor. // İKİ AY ÖNCE NE OLMUŞTU? Çok değil, geçen Kasım ayında Merkez Bankası Başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanı’nın birer gün görevden alınmaları sonrasında, dolar kurunun birkaç günde yüzde 10 gerilediğini, göreve atanan yeni Merkez Bankası Başkanı’nın ise iki ay içinde politika faizini yüzde 8,25’ten yüzde 17’ye yükselttiğini biliyoruz. Yeni MB Başkanı Naci Ağbal’ın yaptığı doğruydu. Doğru olmaktan ötede, zaten hiçbir anlamı kalmayan politika faizini, piyasada zaten işlem görmekte faiz oranına çıkarmaktan ibaretti. Bankalar ise her zaman olduğu gibi Merkez Bankası’nın faizinin üzerine kendi maliyetlerini ve kredi talep eden firmaların risk maliyetlerini ekleyerek faiz oranlarını belirliyorlar. An itibarıyla, bankalar açısından risk oranı kabul edilebilir sınırlar içinde olan bir firmanın ticari kredi faizleri en az yüzde 22’den başlıyor, yüzde 30’a kadar uzanıyor. Yatırım Teşvik Belgesi olan yatırımlarda bu oranlar daha düşük gerçekleşiyor. Ancak Kalkınma ve Yatırım Bankası aracılığıyla verilen teşvik belgeli kredilerde bile sabit faiz ve geri ödemesiz dönem süreleri her firmaya eşit şekilde uygulanmıyor. Ve Aktif Rasyosu… // SOPA İLE KREDİ GERİ TEPTİ Geçen yıl Mayıs ayında uygulamaya konulan ve bankacıların –her ne kadar dile getiremeseler de- büyük tepkisini çeken Aktif Rasyosu uygulaması, Türkçeleştirilmiş haliyle “bankaları sopalayarak kredi vermeye” zorlamaktı. Tuttu mu? Hayır! Yararlı oldu mu? Hayır! Özel bankalar ceza ödemeyi göze alarak, batacağı gün gibi âşikar olan kredileri vermeye yanaşmadılar. Patronu devlet olan kamu bankaları ise Haziran ve Temmuz aylarında adeta bedava para saçmışlardı piyasaya. Konut ve taşıt kredisi olarak çekilen paralar, muvazaalı işlemlerle dövize ve altına yatırıldı. Nitekim yeni ekonomi yönetiminin göreve gelir gelmez yaptığı ilk işlerden biri 1 Ocak 2021’den itibaren bu deli saçması uygulamaya son vermek oldu. Şimdi… Tüm bunları bilen, hatta bizlerden çok daha iyi bilen Sayın TOBB Başkanımız, neden hâlâ bankacılık sektörüne gizli-açık suçlama anlamına gelebilecek açıklamalar yapıyor. Bugünkü duruma gelinmesinde sorumlu kim? Rifat beyin kızdığı bankalar mı yoksa son iki senede hata üstüne hata yapan ekonomi ve Merkez Bankası yönetimi mi? // SUÇLAMANIN ADRESİ NERESİ? Suçlamaların adresi, hissedarlarına ve patronlarına hesap vermek zorunda olan özel bankaların yöneticileri mi yoksa Merkez Bankası yönetimi mi? Yoksa… Yoksa Rifat başkan, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” diyerek, TCMB yönetimine mesaj mı gönderiyor? Birkaç ay öncesine kadar faizleri artırmamakta direnen Merkez Bankası yönetimi, dolar kurunu 8,5 TL’ye zıplatırken iş dünyasından dikkat çeken bir itiraz gelmediğini de hatırlatmakta yarar var. Ezcümle, çok yakın dostluklarımızın da olduğu iş dünyası temsilcileri, ekonomi yönetimleri gözümüzün içine baka baka hata yaparken seslerini çıkarmıyorlar, ortaya çıkan enkazı gördükleri anda ise konuyla ancak dolaylı yoldan ilgisi olan kurumları suçlayarak hedef şaşırtıyorlar. // VALLAHİ HAKSIZLIK ETMİŞİZ Aramızda kalsın, size bir itirafta bulunayım mı? Gazeteciliğe başladığımız 90’lı yıllarda iş dünyası temsilcileri, ekonomiyi krizlerden krizlere sürükleyen siyasetçilere ve ekonomi bürokratlarına demediklerini bırakmazlardı. TOBB, TÜSİAD, TESK, ESİAD gibi örgütlerin başkanların, kimi zaman hakaret sınırlarını zorlayan eleştiriler dile getirirdi. TİM ve MÜSİAD bugünkü kadar güçlü konumda değillerdi. Bugüne bakıyorum… Şaşırıyorum. Bizler o dönemde iş dünyasının temsilcilerinin ağır eleştirilerinin kimi zaman haksız olduğuna inanıp, “Az biraz yavaş olun” derdik. Geriye bakınca haksızlık yaptığımızı düşünüp üzülüyorum… İş dünyamızın başkanları, eleştirilerini kaleme alırken, o eleştirilerin gerçek adresinin neresi olduğunu da belirtmeliler.  

“MERAK ETME BE, GİDİP YATSANA. ÖLDÜRMEZ BENİ BU SARI OĞLAN!”

Rauf Raif Denktaş… Yavruvatanımız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı… Kıbrıs davamızın şanlı mücahidi. 1958-1976 yılları arasında Kıbrıs Türkleri’nin soykırıma uğramaması için unutulmaz görevler üstlenen silahlı yeraltı ve istihbarat örgütü Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) “Toros” kod adlı 1 numaralı üyesi… 13 Ocak 2012’de 88 yaşında aramızdan ayrılan Rauf Denktaş ile iki kez özel söyleşi yapma imkânına kavuşmuş bir gazeteciyim. Entelektüel kültürü, mücadele azmi, engin tarih bilgisi ve vatan aşkı ile tüm siyasetçilerin rol modeli olması gereken Denktaş ile yaşadığım unutulmaz hatıramı sizlerle paylaşırken, aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum… // HAKARETE UĞRAYAN DENKTAŞ! 2007 Eylül ayı... Rauf Denktaş ile kendisinin belirleyeceği günde ve yerde, Kıbrıs’ta ya da Türkiye’de, özel bir röportaj yapmak için haftalardır uğraşıyordum. Denktaş, 88 yıllık ömrünün 60 yıldan fazlasını Kıbrıs mücadelesine adamış bir devlet adamıydı. Bugünlerde herkesin, başta AKP ileri gelenlerinin onu övgü sözcüklerle andıklarına bakmayın. Hafızamız henüz nisyan ile malûl olmadı! Rauf Denktaş, Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan tarafından en ağır eleştirilere maruz kalıyor, Türkiye’de büyük ilgi gören konferanslarından rahatsız olunuyor, “Statükocu, Mister No” gibi sıfatlarla anılıyordu. Hele hele hükümete yakın basında hakaret sınırlarını zorlayan eleştiriler yöneltiliyordu. O yılların KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, bizim iktidarın gözdesiydi. Neyse… Şayet eskileri deşersek, çoğu suratın kızaracağına bahse girerim. Rauf Denktaş, o günkü İzmir ziyaretinde iki ayrı yerde konferans vermişti. Akşam da Balçova Termal Tesisleri'ndeki akşam yemeğinde Kıbrıs gazilerinin davetlisiydi. // “HATIRLADIM SENİ SARI OĞLAN” Yemeği izleyen birkaç gazeteciydik. Diğer arkadaşlar, Denktaş’ın kısa konuşması sonrasında otelden ayrılmıştı. Programını tüm ayrıntıları ile bildiğim için KKTC İzmir Başkonsolosu Ahmet Havutcu’nun adeta başına ekşimiştim. 2005 yılında da kendisiyle özel bir söyleşi yapmıştım ama beni hatırlayacağı konusunda emin değildim. Keyifli geçen gecede, dostları ile Barış Harekâtı anılarını paylaşan Denktaş’ın yorgunluğu yüzünden okunuyordu. Havutcu’nun da yardımıyla yakınına gelerek, kendimi tanıtınca, “Hatırladım seni be sarı oğlan” cevabını almıştım. “Efendim siz keyfinizi bozmayın, ben hemen arkanızdaki masadayım. Ne zaman isterseniz o zaman söyleşimizi yaparız” dedim. “Tamam” dedi. Koruma Müdürü’ne dönerek, yemek sonrasında benim de Konak Orduevi’ne getirilmem talimatını verdi. Yemek bittiğinde saatlerin kolanı gece yarısına vuruyordu... Sahil Bulvarı’ndan ağır ağır ilerleyen konvoy, Konak Orduevi'ne geldiğinde, nöbetçi subay ve astsubaylar tam kadro ve hazır olda bekliyorlardı. Hatırlarını soran Denktaş'a, haykırışa benzer “Sağolun Sayın Cumhurbaşkanım” tekmîli gece karanlığını yırtarcasına yankılandı. // “ÖLDÜRMEZ BENİ BU SARI OĞLAN” Özel Kalem Müdürü'nün, birkaç kez dile getirdiği “Sayın Cumhurbaşkanı çok yorgun, lütfen yarım saati geçmeyelim” ricasına uyup uymamak biraz da Denktaş'ın elinde idi. Orduevi'nin üst düzey komutanlara ayrılan süitinde sadece ikimiz kalmıştık. Tüm sorularımı hazırlamıştım. Birkaç kare fotoğraf çektikten sonra izin alarak kravatını çıkardı. Sohbetin başında, yanımızda dikilen Özel Kalem Müdürü'ne, o meşhur Kıbrıs şivesi ile “Ne beklersin be. Gidip yatsana, yorulmadın mı koştur koştur! Merak etme be, öldürmez beni bu sarı oğlan” sözleriyle çıkıştı. Rahatlamıştım... Yarım yüzyıldan fazla süren mücadelesi, yüzündeki kırık çizgilere yansıyan Denktaş ile söyleşimiz iki saat sürdü. Sıklıkla Türk basınına olan kızgınlığını dile getiriyordu ve ne yalan söyleyeyim, bir gazeteci olarak bunu sıkıntısını hissediyordum. Adeta “Tarih Baba” ile konuştuğunuz hissi veren Denktaş’ın ağzından çıkan her sözün, "yaşanmış deneyimlerden" damıtılmış olduğu belliydi. Açık sözlü bir adamla konuşuyordum. Aklıma gelen her soruyu sormama, aynı şekilde yanıt almama zemin hazırlayan bir taktik izliyordu. // HAYRANLIK BIRAKAN ZEKÂ Söyleşimiz bittiğinde gece yarısını çoktan geçmiştik... Kapı tıkırtısıyla koşuşturan askerlerin arasında çıktım binadan. İzmir uykuya dalmış, el ayak çoktan çekilmişti... Beni eve götürecek 15 numaralı İnönü-Konak otobüsü son seferini çoktan tamamlamıştı. İzmir’in serin eylül akşamına savurduğum sigara dumanı, o yıllarda ne olacağı belirsiz bir yavruvatanın ve kendisini itip kakanlara kaderini bağlamış, oradan oraya savrulan anavatanın geleceklerindeki sis perdesine benziyordu. İnsanda hayranlık bırakan bir zekâ ve hafıza ile açıklamalarını not ettiğim Kıbrıs mücahidinin sözlerini anımsadığımda ise, dumanının çoktan dağıldığını fark etmiştim... Büyük adamdın Rauf Denktaş… “Sarı oğlan”ın ruhuna fatihaları eksik olmuyor, merak etme…  

TEŞVİKTEN BİZ NE ANLIYORUZ, DÜNYA NE ANLIYOR?

Gün geçmiyor ki, toplumun bir kesimine yönelik teşvik paketi açıklanmasın… Çiftçiler, esnaf, tüccar, sanayici hemen her gün bir teşvik müjdesine kulak kabartıyor. Handiyse yatırım yapmayanlar dayak yemekten korkuyor... Pekâlâ hâl böyleyken neden yatırımlar beklentilerin çok altında, hatta “yok” noktasında kalabiliyor. Büyüme rakamlarının ayrıntılarına bakıldığında kamu yatırımlarının ve harcamalarının büyümenin motoru olduğu; özel sektör yatırımlarının durma, hatta gerileme seviyesinde gerçekleştiği görülüyor. Bu durumun nedenlerini iyi sorgulamak gerekiyor. Bakınız… Türkiye gibi “gelişmekte olan” sınıfındaki ülkeler, üç aşağı beş yukarı yatırımcılara benzer teşvik mekanizmalarını işletiyor. Hatta yerli yatırımcılarına daha cazip olanakları sunuyor. Bu teşvikler bölgesel ya da sektörel içerikler taşıdığı gibi; o ülkenin gereksinim duyduğu bir sektörde, belirli ölçeğin yapılan yatırımlara stratejik teşvik mekanizmaları işletiliyor. Sözün özü, bir yatırımcı dünyanın hangi ülkesinde kendisine hangi olanakların sunulduğunu biliyor. Yerli ya da yabancı yatırımcılar için artık vergi, altyapı vb teşvikler önem sırasının sonlarında yer alıyor. Yatırımcılar için pozitif bakışın kaynağı ise şurada: Onlar için toplum tarafından içselleştirilmiş sağlam bir demokrasi, uluslar arası ölçekte kabul gören güvenilir ve tarafsız bir hukuk sistemi; rüşvetin olmadığı, hızlı karar alan ve uygulayan bir bürokrasi, nitelikli ve uluslar arası ölçekte yetkin ara işgücü, düşünce ve ifade özgürlüğünün alabildiğince geniş olduğu ve siyasi otoritelerin bu süreçlerin mümkün olduğu kadar dışarıda tutulduğu yatırım iklimine sahip ülkeler birkaç adım öne çıkıyor. Geçmiş senelerde neredeyse günaşırı açıklanan, kimi zaman sayıları binlerle ifade edilen teşvikler, ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratıyor. Bugünün dünyasında hâlâ “konvansiyonel” metotlarla planlanan bu teşviklerin sonuç vermediği bir türlü anlaşılmak istenmiyor.   HAFTANIN SÖZÜ Parayı, paranın alabileceği şeylere; zamanı da paranın satın alamayacağı şeylere harcayın… Haruki Murakami