Türkiye’de alkol ve sigaraya karşı mücadelenin bayraktarlığını yapan sivil toplum kuruluşlarının başında Yeşilay geliyor. Bu mücadeleye elbette alkış tutmamız gerek. Ancak AKP’nin sigara ve içkiye i...

Türkiye’de alkol ve sigaraya karşı mücadelenin bayraktarlığını yapan sivil toplum kuruluşlarının başında Yeşilay geliyor. Bu mücadeleye elbette alkış tutmamız gerek. Ancak AKP’nin sigara ve içkiye ilişkin siyasi söylemleri ile de örtüşen bu mücadelenin iletişim bacağında bazı sıkıntılar var. Her TV kanalında ve insanı rahatsız edecek kadar sıklıkla karşımıza çıkan Yeşilay kamu spotlarının senaryolarında mantıkla çelişen ifadeler bulunuyor. “Türkiye’de her gün 300 kişinin sigaraya bağlı nedenlerden dolayı hayatını kaybettiğini” belirten kamu spotunda, “Sigara şirketleri kaybettikleri müşterilerin yerini hemen doldururken; bizler sevdiklerimizi kaybediyoruz. Çok uluslu sigara şirketleri her yıl 700 milyar dolar kazanırken, dünyada 7 milyon insan ölüyor. Gelin bu duruma bir dur diyelim!” deniliyor. Türkiye’de her gün öldüğü iddia edilen 300 kişinin istatistik bilgisinin, Sağlık Bakanlığı verilerine mi dayandığı belli değil. Öyle olduğunu farz edelim. Sigara şirketlerinin kazancı olarak gösterilen 700 milyar dolar bilgisinin kaynağı nedir, anlaşılmıyor. Reklam metin yazarlığında kolayca akılda kalması için sık başvurulan tam sayı rakamlara (700 milyar dolar-7 milyon insan) bir atıf mı var, belli değil. 83 milyonluk Türkiye’nin bir yılda ürettiği Gayrı Safi Milli Hasıla (GSMH) rakamının da 700 milyar dolar olduğunu anımsatalım. Devam edelim… KİLİT Mİ VURALIM? Sigara elbette kötü bir alışkanlık. Türkiye’de çok küçük yaşlardan itibaren sigara bağımlılığının başladığı da bildiğimiz bir gerçek. Ancak burada tüm sorumluluğu sigara üreticilerine atmak insaf ölçüleri ile çelişmiyor mu? Sigara içen insanlar oldukça, tütün şirketleri dünyanın her ülkesinde bu üretimi yapacaklar. Kalubela’dan beri bu durum değişmiş değil. Bir kişi sigara içiyorsa ve sağlığına dikkat etmiyorsa, potansiyel kalp hastası ligine zaten adım atmış demektir. Bu durumda sigara üreticilerinin suçu nedir, anlamak zor. Ayrıca Yeşilay spotunda dile gelen “Gelin bu duruma bir dur diyelim.” talebinde kastedilen nedir? Sigara üreticisi şirketlerin kapısına kilit mi vuracağız? Böyle bir karar alındığında, bu işlerin tamamıyla devletin kontrolünden çıkarak karaborsaya düşeceğini anlamak için çok zeki olmaya da gerek yok. Yeşilay’ı yönetenler bu gerçekten bihaber mi? Oysa neden toplumsal bilinçlenme ve eğitim çalışmasına vurgu yapmak yerine işin kolayına kaçılıyor ve sigara üreticileri öcü olarak gösteriliyor. Bu çarpık mantıkla, her yıl dünyada trafik kazalarında ölen yüz binlerce insana atıfta bulunarak, “otomobil fabrikalarını kapatalım” mı diyeceğiz? Türkiye’de siyasi iktidar yıllardır sigara ile mücadele ediyor. Sayın Cumhurbaşkanı da bu işin bayraktarlığını yapıyor. Hatta işi vatandaşın cebindeki sigaraya el koymaya kadar vardırıyor. Dumansız hava sahaları ilân ediliyor, sigara ve alkol üreticilerinin en küçük bir reklam ya da sponsorluk çalışmasına imkân verilmiyor, satışına her türlü kısıtlama getiriliyor, “yeşil dedektör” uygulamaları ile vatandaşların kapalı yerde sigara içenleri devlete ispiyonlamaları için son teknoloji kullanılıyor. “Bira içmeyi özendiriyor” denilerek, Türkiye’nin en köklü spor kulüplerinden birinin adı dahi değiştiriliyor. Peki ya sonuç? Hem sigara tüketiminde azalma yok hem de kaçak sigara satışlarında adeta patlama yaşanıyor. Bu mevzunun birinci elden muhatabı ise kuşkusuz Maliye ve Hazine Bakanlığı… Unutmayalım, Maliye Bakanlığı’nın en çok sevdiği şirketlerin başında sigara ve içki üreticileri geliyor. Nedeni gayet basit… AMAN MALİYE DUYMASIN! Şu verileri Yeşilay’cılara hatırlatmak isterim… Türkiye’de kamu otoritesinin topladığı vergilerin yüzde 65 ilâ 70’i dolaylı vergilerden oluşuyor. Vergi adaleti ilkesini yerle bir eden bu maliye politikası ile ÖTV, KDV gibi vergilerin, toplam vergi gelirleri içindeki payı OECD ülkelerine göre çok yüksek. Şu rakamlara bakar mısınız? 2021 yılında brüt vergi gelirleri tahsilatının 910 milyar TL olarak gerçekleşmesi, bunun 215 milyar TL’sinin ÖTV'den, 191 milyar TL’sinin ise dâhilde alınan KDV'den tahsil edilmesi öngörülüyor. ÖTV tahsilatında aslan payını kim alıyor dersiniz? Bingo! Sigara ve içki üreticileri elbette... Ne demek bu? “Maliye Bakanlığı’nın en sevdiği mükellefler arasında içki ve sigara üreticileri geliyor” demek… Ve bir başka veri… Türkiye yüzde 87 vergi ile sigarada dünya lideri konumunda. 10 TL’NİN 8.7’Sİ DEVLETE Yani 10 TL’ye aldığınız bir paket sigaranın 8.7 TL’si doğrudan devletin cebine giriyor. Şimdi… Senaryosunda “Tavşana kaç tazıya tut” yazan bir tiyatro oyunu seyrediyoruz. Devlet bir yandan tamamı kayıt altındaki sigara şirketlerini Yeşilay aracılığı ile öcü gibi gösterirken, diğer taraftan aynı şirketlerden tahsil ettiği vergilerle iki yakasını denkleştirmeye çalışıyor. Başarılı oluyor mu? Sizi bütçe açığı rakamlarına boğmak istemem ama cevap kısaca hayır. Yeşilay kamu spotlarını izleyenlerin, konuyu bir de bu açıdan değerlendirmelerinde fayda var. Hafazanallah, milletimiz Yeşilay’a gerçekten kulak kabartsa, ilk itirazın Maliye’den geleceğine iddiaya girerim. Merak edenlere bir not, 23 sene sigara içmiş ve bırakmaktan çok mutlu olan bir vatandaşım…  

EĞİTİMİ BEKLEYEN TEHLİKE: YAZARAK ÖĞRENMEMEK

Bugün 8’inci ve 12’inci sınıflara giden çocuklarımız okullarında yüz yüze eğitime başlıyor. Dünya son bir yıldır Kovid-19 belasıyla uğraşırken, bu uğursuz dönemin etkilerini daha uzun yıllar yaşayacağımız anlaşılıyor. Özellikle de eğitim alanında… Mecburen TV ya da bilgisayar ekranlarından eğitim almak zorunda kalan çocuklarımız, gelecekte çok ciddi öğrenme problemleri ile yüz yüze kalabilecekler. Tüm anne ve babaların yazımı bu gözle okumalarını rica ediyorum. YAZARAK ÖĞRENMEK Dünyanın en başarılı eğitim sistemini, tartışma götürmeyen netlikte İskandinav ülkeleri uyguluyor. Dünyanın en önemli üniversiteleri arasında yer alan Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi (NTNU), dünyanın en parlak beyinlerinden oluşan 40 binden fazla araştırmacıyı kadrosunda barındırıyor. NTNU’da 2017-2020 yılları arasında yapılan araştırmada, hem genç yetişkinlerde hem de çocuklarda elle yazmanın beyinsel gelişim ve öğrenme ivmesine çok daha fazla etki yarattığı ortaya çıktı. Bu araştırmayı yöneten Prof. Dr. Audrey van der Meer, çocukların en azından “asgari düzeyde el yazısı eğitimi” almaları gerektiğini savunuyor. Yazarak öğrenmenin “mecburi ve kaçınılmaz” olması gerektiğini belirtiyor. Yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçların, elle yazarak daha fazla öğrenildiğini ve daha iyi hatırlandığını gösterdiğini ifade ediyor… KALEM VE KAĞIDIN ÖNEMİ “Kalem ve kağıt kullanımı, beyne anılarınızı asmanız için daha fazla “kanca” verir. El ile yazmak, beynin sensorimotor kısımlarında çok fazla aktivite yaratır. Kağıt üzerinde kaleme basarak, yazdığınız harfleri görerek ve yazarken çıkardığı sesi duyarak birçok duyu harekete geçirilir. Bu duyu deneyimleri beynin farklı bölümleri arasında temas kurar ve beyni öğrenmeye açar.” diyor Van der Meer. Avrupa Birliği’ndeki 19 ülkede yapılan bir araştırma, 9-16 yaş arasındaki çocukların, her gün dört saati internette geçirdiğini ve rakamın 2010 yılından bu yana da iki katına çıktığını gösteriyor. Son birkaç yılın gelişimi göz önüne alındığında, bir veya daha fazla neslin elle yazma yeteneğini kaybetme riskiyle karşı karşıyayız. Pandemi döneminde TV’ye, bilgisayara, tablete, cep telefonuna bağımlılığı artan çocuklarımızın ilerleyen yaşamlarında öğrenme problemleri yaşamamaları için okulların bir an önce ve bütünüyle yüz yüze eğitime geçmelerinde yarar var.  

MENDERES HÜKÜMETİ’NİN YIKTIĞI GÜZELİM CAMİLER…

Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçtikten sonraki ilk iktidar değişimi 1950 yılında gerçekleşti. 14 Mayıs seçimlerinden galibiyetle çıkan Demokrat Parti, Adnan Menderes Başbakanlığı’ndaki hükümetler ile 27 Mayıs 1960’a kadar iktidarda kaldı. İlginçtir, bizim muhafazakâr camianın yere göğe sığdıramadığı Adnan Menderes, gerek özel hayatında gerekse siyaset yapış biçiminde hiç de bugün bizlere anlatılan türde bir politikacı değildi. Evli ve çocuklu olmasına rağmen pek çok kadınla aşk yaşıyor, ilginçtir, bu durumu tüm toplum biliyor ve yadırgamıyordu. Bu aşklarından biri, dönemin ünlü opera sanatçısı Ayhan Aydan’dı… 1960 Darbesi sonrasında yapılan yargılamalarda da Menderes-Aydan aşkı “hukuk ahlâkını katledecek şekilde” ortaya serilmiş, dava Türk demokrasisinin yüz karası davalarından biri olarak kayıtlara geçmişti. RÖPORTAJ İÇİN YIRTINDIM Ayhan Hanım, ölümsüz aşkı Adnan Menderes ile ilgili hep suskun kalmış, ömrünün son yıllarını Alaçatı’da geçirmişti. Ünlü yazarımız Yılmaz Karakoyunlu aracılığı ile kendisine işlettiğim tanışma ve söyleşi yapma talebimi de geri çevirmişti. 2009 yılında vefat etti ve Alaçatı Kabristanı’na defnedildi. Adnan Menderes’in, bizim muhafazakâr camianın “özenle gizlediği ve göstermek istemediği” bu yönüne ilerleyen yazılarımızda değineceğiz. Gelelim başlıktaki konumuza… Menderes Hükümeti, 1956 yılında ‘İstanbul'u yeniden fethediyoruz’ sloganıyla dev bir imar çalışması başlatmıştı. Şehri güzelleştirmek ve trafiği rahatlatmak amacıyla başlatıldığı iddia edilen bu imar faaliyeti sonunda bugün İstanbul’un can damarlarından Tarlabaşı Bulvarı, Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Sirkeci-Florya Sahil Yolu (Sahil Kennedy Caddesi), Bağdat Caddesi, Divanyolu, Barbaros Bulvarı gibi pek çok cadde ve bulvar açıldı. Ancak iş sadece bu bulvarları açmakla kalmadı. İnşaat faaliyeti sırasında pek çok tarihi cami, han, hamam, bedesten, okul, sebil, kışla, medrese binası yerle bir edildi. Bu binalar arasında Mimar Sinan’ın Kabataş sahilinde inşa ettiği Kılıç Ali Paşa Camisi de vardı. TARUMAR EDİLEN TARİH Bu camilerden bir diğeri, yol güzergâhında olmamasına rağmen yerle bir edilen tarihi Karaköy Camisi idi. Karaköy Meydanı’nda bulunan ve eski İstanbul resimlerinin hepsinde göze çarpan bu şirin cami yıkılırken, hemen yanında bulunan Ziraat Bankası binasına dokunulmadı. Banka bugün hâlâ aynı binada faaliyet gösteriyor. Menderes’in 10 yıllık iktidarında sadece İstanbul’da 7 bin 289 bina yıkıldı. Yol yapmak uğruna cami ve eski eser katliamı yapan Adnan Menderes’in, muhafazakâr camiada hâlâ nasıl el üstünde tutulduğunu anlamak güç. Ve son bir anımsatma… Geçen hafta Sayın Cumhurbaşkanı’nın Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a yönelik “Eyyy Macron, sen önce Cezayir’de yaptığın katliamların hesabını ver!” seslenişini duyunca yazmadan edemedim. Sayın Cumhurbaşkanı’nın isyanı yerden göğe haklıydı. Fransa, 1954’te Cezayir’in bağımsızlığı için savaşan yurtseverlere karşı acımasızca soykırım uygulamıştı. Hatta Fransa’ya karşı savaşan Cezayirli askerlerin pek çoğunun sol ceplerinde Atatürk’ün resmi vardı. Yaptıkları mücadeleyi Türk Milli Kurtuluş Savaşı ile özdeşleştiriyorlardı. CEZAYİR UTANCIMIZ… Cezayir meselesi 18- 24 Nisan 1955 tarihleri arasında Endonezya’nın Bandung şehrinde 29 ülkenin katıldığı uluslararası bir konferansta masaya yatırıldı. Konferansta Türkiye’yi Başbakan Yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu temsil ediyordu. Zorlu, konferansın etkili üyelerinden Hindistan Başbakanı Nehru ile pek çok konuda tartıştı. Nehru sömürgeciliği kınarken, Zorlu, esas tehlikenin komünizm olduğunu söylüyordu. Sonuç olarak Zorlu’nun şahsında Türkiye Cezayir’in ve diğer sömürge halklarının bağımsızlığına karşı çıkıyordu. Aradan iki yıl geçti. 15 Aralık 1957’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Cezayir’in bağımsızlığı için Asya-Afrika ülkeleri tarafından gündeme getirilen önerge, üçte iki çoğunluk ile reddedildi. 34 ülke kabul, 19 ülke ret, 28 ülke çekimser oy verdi. Türkiye de maalesef bu çekimser ülkelerin arasında kalmış, Fransız emperyalizminin katliamına zımnen destek vermişti. Bugün Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarını işittikçe, içimin ferahladığını hissediyor, Sayın Erdoğan’a bir Türk vatandaşı olarak yürekten teşekkür ediyorum. Adnan Menderes Hükümeti’nin, dünyanın ilk antiemperyalist bağımsızlık savaşını kazanan milletimize yaşattığı bu büyük utanç vesikasını boynumuzdan çekip çıkardığı için mutlu oluyorum.  

HAFTANIN SÖZÜ

Matbaa keşfedildiğinden bugüne, geceler artık karanlık değildir. Cristopher Morley