Türk ekonomisinin, üzerimize doğru hızla yaklaşmakta olan “Sanayi 4.0” devrimine ne kadar hazırlıklı olduğunu bu sütunlarda defalarca sorguladık. Bu yeni sanayi yapılanmasında; esneklik, üretkenlik, h...

Türk ekonomisinin, üzerimize doğru hızla yaklaşmakta olan “Sanayi 4.0” devrimine ne kadar hazırlıklı olduğunu bu sütunlarda defalarca sorguladık. Bu yeni sanayi yapılanmasında; esneklik, üretkenlik, hız ve kalite öne çıkıyor. Etkin bir üretim sistemi için güvenlik, daha iyi çalışma koşulları, işbirliği ve inovasyon kapasitesi gerekiyor. Bu süreçten en çok etkilenecek ekonomilerin, bizim gibi “gelişmekte olan ülkeler” olacağını söylemek güç değil. Zira, emek yoğun sektörlerin hakimiyetinde olan ve katma değer sorunu yaşayan ülke ekonomileri, paradigmalarında köklü değişimler yaşamak zorunda kalıyor. Geri dönülemez yolun başında olduğumuzu kavrayamayanların işi gittikçe zorlaşıyor. Bugün “meslek” ya da “iş” olarak bilinen pek çok uğraş yakın gelecekte tarihe karışacak. Kısaca “vasıflı ve eğitimli” olmak da başlı başına bir işe yaramayacak.

// EN DEĞERLİ 10 MARKA

Son beş yılda yaşadığı sekiz seçimden başı dönen Türkiye; siyasi tartışmaların hayhuyu içinde bu konularla ne kadar alakadar, emin değilim. Ama dünyada bambaşka konu başlıklarının konuşulduğunu biliyoruz. Yazımda yer alan tabloya dikkatle bakmanızı rica edeceğim. Bugün dünyanın en değerli 10 markası arasında 7’sini teknoloji şirketleri oluşturuyor. Birinci sırada yer alan Amazon’un da ana iş sahasının perakende olduğuna bakmayın. Temelde yüksek teknoloji uygulamalarını barındıran Amazon’un marka değerindeki yıllık değişim, yüzde 52 gibi akıl almaz bir düzeyde. 315 milyar dolarlık değeri ile dikkat çeken bu şirketten iki tanesini yan yana koyun, bir Türkiye ekonomisi ediyor. Listede 2’inci sırasında yer alan Apple ve 3’üncü sırasında yer alan Google, 309’ar Milyar Dolarlık değerleri ile dünya teknoloji pazarını domine eden iki dev şirket…

// İLK 500’DE SADECE 12 ŞİRKET!

Uzatmayalım… Bu manzara, dünya ekonomilerindeki akıl almaz değişimin en somut göstergesi. Türkiye’deki ilk 500 büyük sanayi kuruluşu içinde yüksek teknolojili ürün üreten şirketlerinin sayısı sadece 12 olduğunu; sanayi altyapımızın ise hâlâ “Endüstri 2.0” seviyesinde bulunduğunu söylesem ne düşünürsünüz? Pekâlâ bu tabloya bakan şirketlerimiz, kapılarına kilit mi vurmalı? Elbette hayır… Ancak dünyanın nereye gittiğini, hedef pazarlarımızdaki tüketici değişkenlerini çok iyi analiz etmemiz gerekiyor. Şu durumu çok net şekilde anlamamız gerekiyor: Etkileri artan bir hızda yayılan 4.0 Sanayi Devrimi; gerek ekonomide, gerekse sosyal yapıda yapacağı dönüşümler ile adeta yeni bir “paralel evren”i işaret ediyor. 3. Sanayi Devrimi, ‘Dijital Devrim’ olarak da adlandırılmış, belli başlı buluşları ile dikkat çekmişti. Bu buluşlar arasında; nükleer enerji, sentetik ürünler, bilgisayar teknolojisi, robot, android teknolojisi, fiber optikler, biyogenetikler, biyotarım ve lazer sistemleri gibi teknolojiler ve ürünler yer alıyordu. 4. Sanayi Devrimi ise adeta bunların da üstüne basarak ilerliyor. Küresel boyutta sanayi üretimini yüksek teknoloji ile donatma, makineler arası iletişim çağına, siber fiziksel sistemlere geçişi esas alıyor. Almanya ve ABD başta olmak üzere gelişmiş sanayi ülkelerinde, bilişim sektörlerinin de yer aldığı sivil toplum kuruluşları 4.0 Devrimi üzerinde yoğun şekilde çalışıyor. Kendi ülkelerindeki sanayi kuruluşlarını bu yeni döneme hazırlıyor. Tahminlere göre 4. Sanayi Devrimi 10 ilâ 20 yıl içinde entegrasyonunu tamamlayarak firmalar tarafından uygulanabilir hâle gelecek. Bu sürece geçmeyi başaran ülkeler, rakiplerine her yıl adeta ‘5 yıllık’ bir fark atmış olacak.

// ORTA TEKNOLOJİ TUZAĞI…

Son on yıldır kişi başına milli geliri yerinde sayan, son iki yıldır da dikkat çekici şekilde düşen Türkiye, “Orta Gelir Tuzağı” olarak adlandırılan, gerçekte “Orta Teknoloji Tuzağı” olan yapısal bir sorunun içinde. Türkiye’nin en büyük risk unsuru bu. Türkiye’nin orta gelirden yüksek gelir seviyesine çıkabilmesi ise ancak sanayi üretimindeki teknoloji kullanma yoğunluğu ve yüksek katma değerli ürünleri artırması ile mümkün olacak. İş dünyasının önde gelen isimlerinin bu konuyu sürdürülebilir olarak gündeme taşıması ve karar alıcı mekanizmaları harekete geçirmesi büyük önem taşıyor. Böylelikle iç siyasi gündemin boğuntusunda farklı bir pencere açmanın mümkün olduğuna inanıyorum. Aksi hâlde işimiz gerçekten zor.

SAYIN BAKAN’IN VERDİĞİ ÖRNEK İHRACATIN YÜZDE 3.5’İ

Bizim işimiz, bu sütunlarda gerçekleri eğip bükmek; olmayanı var, varı yok gibi göstermek değil. “Türk ekonomisi katma değer sorunu yaşıyor” derken, dayandığımız temel, şüphesiz devletin istatistik rakamları oluyor. Bu nedenle, birkaç gün önce Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Mustafa Varank'ın TBMM'deki konuşmasını izlerken düşünmeden edemedim. Sayın Bakan, TÜBİTAK’ın desteğiyle üretilen lazer diyotunu TBMM kürsüsünden göstererek, “Biz bugün bu teknolojiye sahip sayılı ülkelerden biriyiz. Bu diyotların içindeki çiplerin kilogram başına ihracat değeri 2 milyon dolar.” açıklamasını yapıyor. Sayın Bakan'a önerimiz şu: Bu ülkenin iyiliğini isteyen her vatandaş, elinizde tuttuğunuz ürünü görüp elbette gururlanır. O ürünü üreten kuruluşu, elbette ayakta alkışlar. Ancak şu soruyu sormadan da edemez: Türkiye’nin Kasım 2019 sonu itibarıyla 165 Milyar Doları bulan toplam ihracatı içinde bu türden yüksek teknoloji ürünlerin payı ne kadar? Ben cevabını vereyim mi? Sadece yüzde 3,5 seviyesinde! İhracat içinde orta yüksek teknolojili ürünlerin (TV, beyaz eşya vs gibi) payı yüzde 35,2; orta-düşük teknolojili ürünlerin payı yüzde 26,6; düşük teknolojiye sahip ürünlerin payı ise yüzde 34,9 seviyesinde. Bu gerçekler ortada iken, Sayın Bakanın, toplam ihracat içindeki payı ihmal edilebilir seviyede olan bir ürünü eline alarak, sanki Türk ihracatının katma değer sorunu yokmuş ya da çözülmüş gibi bir hava vermesi yakışık almıyor. İhracat yaparak ülkemize dözviz kazandıran şirketlerimizi alkışlarken; gerçekleri konuşmaktan, yapısal sorunlarımızı dile getirmekten de korkmayacağız. ***

TUNÇ BAŞKAN’DAN İEKKK BEKLENTİSİ…

2004-2019 arasında, on beş yıl İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Aziz Kocaoğlu’nun yaptığı en doğru işlerin başında, kentin kanaat önderlerini her ay bir masa etrafında toplaması geliyordu. Kısa adı İEKKK olan İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyon Kurulu yaz mevsimi haricinde her ay muntazaman toplanır ve kentin gündemindeki konulara ortak akılla çözüm üretirdi. İş, sanat, spor, kültür, tarım, sivil toplum temsilcilerinin katlımıyla oluşan İEKKK, Tunç Soyer’in Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesinin ardınan henüz toplanmadı. Kurulda uzun yıllardır yer alan bir büyüğümüz ile yaptığımız kahve sohbetinde bu konu yeniden gündeme geldi. Kentin başta altyapı ve merkezi hükümetle işilkiler temelindeki pek çok sorununın çözümüne destek veren İEKKK, bence iyi işleyen bir mekanizmaydı. Elbette her yiğidin yoğurt yiyişi farklı… Tunç Başkan, istişare mekanizmasını farklı adlar ya da kanallar yoluyla işletebilir. Ancak ortak aklı öne çıkaran söylemlerini dikkate aldığımızda, bu istişare mekanizmasını tümden reddedeceğine ihtimal vermiyorum. Her belediye başkanı döneminde bu mekanizma farklı yapılanmalar ile işletildi. Tunç Başkan’dan da böylesine bir beklenti olduğunu kayıtlara geçirelim… ***

50 YIL ÖNCESİNDEN GELEN SİYASET DERSİ

“Türk siyasetinin son 60 yılına egemen olan temel etki nedir” diye soracak olursanız, maalesef vereceğim yanıt “rövanşist duygu” olur. Türk demokrasisindeki taşları ilk kez yerinden oynatan 27 Mayıs’tan sonra başlayan, 12 Mart’ta “Üç bizden üç onlardan” söylemiyle kökleşen rövanş histerisi, bugün söylem farklılaşması yaşayarak devam ediyor. Lafı bugüne getirip, isimler temelinde zihin cimnastiği yapacak değilim. Tam aksine, sizi yarım yüzyıl öncesine, 1969 yılına götüreceğim.

// İNÖNÜ’NÜN “İMAN”I…

27 Mayıs 1960 darbesiyle siyasetten uzaklaştırılan Demokrat Partililere, siyasal haklarının geri verilmesini sağlayacak Anayasa değişikliği, ta 1969 yılında gündeme getirilmişti. Hem de CHP’nin o yıllardaki Genel Başkanı İsmet İnönü tarafından… 27 Mayıs’ın son mahkûmları her ne kadar 8 Ağustos 1966 tarihli Af Yasası’yla serbest bırakılmışlarsa da, 1961 Anayasası’nın milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen 68. maddesinde geçen, “affa uğramış olsalar dahi” ibaresinin de kalkması gerekmekteydi. Söz konusu Anayasa maddesinin değiştirilmesi noktasında CHP’nin AP’ye destek vermesini sağlayan unsur, İsmet İnönü’nün CHP Meclis ve Senato gruplarının 12 Mayıs 1969 tarihindeki ortak toplantısında yaptığı şu konuşmaydı: “Memlekette kin gütme davasını kaldırmak bende iman halindedir… Düşünerek bir karar aldım, bundan dönemem. Şimdi sizin kararınıza boynumu uzatmış bulunuyorum. Kuyuya düşmüş bir insanı kurtaracağım.” İnönü’nün sözünü ettiği kişi, Celal Bayar’dı. Yani Demokrat Parti iktidarı boyunca, 1950-1960 yılları arasında on yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar… Bu resim karesi de o günlerde çekilmişti.

// DÜN KARDEŞ, BUGÜN DOLANDIRICI

Gelelim bugüne… Cumhuriyetin temellerini atan kadroda en kritik görevleri alan İnönü ve Bayar, siyaset yasağı gibi temel insan hakkı olması gereken bir konuda böylesine bir büyüklüğü gösterebilmişlerdi. Bugünün siyasi figürlerine ders olması gereken, çok ince ve tarihi önemde bir adımdı bu… Nedeni ise çok basit… Türkiye’de siyaset kurumu, ülkenin acil çözüm bekleyen temel makro sorunlarına çözüm üretmekten giderek uzaklaşıyor. 17 yıllık iktidar yorgunluğunu iliklerine kadar hisseden AKP, daha birkaç ay önce birlikte siyaset yapma teklif ettiği yol arkadaşlarını, bugün dolandırıcılıkla suçluyor. Muhalefet partileri ise siyaset düzlemini; laf sokma, laf yetiştirme, açık bulma, geçmişe atıf yapma temelinde kurguluyor. Yaratıcı, uygulanabilir, somut, anlaşılabilir ve anlatılabilir önerilerden giderek uzaklaşıyor. Eski defterler sürekli açık kaldıkça, yeni sayfalar açmak mümkün olmuyor. İşte bu nedenle İnönü-Bayar ikilisinin verdikleri mesaj çok önemli. Cumhuriyet devriminin inşasında siyasi ve ekonomi alanında en kritik sorumlulukları alan iki tarihi kişiliğin büyüklükleri, hangi partide görev alırsa alsın her siyasetçi için büyük dersler içeriyor. ***

İZMİRLİ GAZETECİLER ÖZELEŞTİRİ YAPMALI…

Hâlâ öyle mi bilmiyorum ama uzunca bir süre İstanbul merkezli ulusal basının yönetici kadrolarını, ağırlıkla İzmirli gazeteciler oluştururdu. İzmirli meslektaşların yaptığı haberler ise pek çok kez ulusal basının manşetlerini süsler, ülke gündeminde konuşulurdu. İzmirli gazeteciler epey uzun zamandır bu rollerini yerine getiremiyor. Onların yerine, 600 kilometre ötedeki İstanbul gazetecileri, bu şehirdeki gelişmeleri ülke gündemine taşıyabiliyor. İşte birkaç gün öncesinden dikkatimi çeken bir örnek… Yazı ve yorumlarını keyifle okuduğum Sözcü Gazetesi yazarı Aytunç Erkin, FETÖ’nün iş ve siyaset dünyasındaki yapılanması ile ilgili aylardır çok önemli haberler yapıyor.

// İZMİR’DEKİ CİNAYETİN KİTABI

FETÖ operasyonlarının, 15 Temmuz hainliğinden kısa süre önce İzmir’den başlatıldığı, Fetullah’ın “nüfusta yazmayan doğum yerinin” İzmir olduğu, kentin iş ve siyaset dünyasına bu hain topluluğunun uzun yıllar egemen olduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Ancak bu terör örgütünün İzmir’deki gerçek yüzünü gösteren özel haberleri, çoğu kez İstanbullu meslektaşların kalemlerinden okuyoruz. Aytunç Erkin’in, Sözcü’deki 10 Aralık tarihli yazısına konu olan kitap çalışması ise, hepimizin üzerinde durup düşünmesi gereken cinsten. Birkaç ay önce Narlıdere’deki güvenlikli sitedeki evinde, polis yelekli şahıslar tarafından öldürülen AKP İzmir İl Eski Başkan Yardımcısı Ahmet Kurtuluş’un ölümünden yola çıkarak Türkiye’de “FETÖ Borsası”nı anlatan kitap çalışması, bir başka Sözcü Muhabiri Can Özçelik’e ait. Kırmızı Kedi yayınları arasında yerini alan kitap, İzmir Cumhuriyet Savcısı Ferhat Deniz’in hazırladığı, İzmir 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği 396 sayfalık iddianameyi kaynak alıyor. Okuyanları dehşete düşüren suçlamaların yer aldığı iddianamede, “Fetö Borsası” olarak adlandırılan sistemin nasıl işlediği; Emniyet’te, MİT’te, yargıda bu borsanın nasıl kurgulandığı isim isim anlatılıyor. Ezcümle… Cinayet İzmir’de, Savcı İzmir’de, iddialar İzmir’de, iddianame İzmir’de… Kitabı İstanbul gazetecisi yazıyor, haberini İstanbul gazetecisi patlatıyor. Son dönemde sıklıkla tanık olduğumuz bu çarpıklığa bakıp, hepimizin ve basın meslek kuruluşlarının kafa yorması gerekiyor…