Liyakat meselesinin bir toplum için ne kadar kıymetli olduğunu sayın Cem Say, Oksijen Gazetesi’nde bu hafta yazdığı yazıda belirtmiştir. Yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Evet, bir toplumun var olabilmesi ve kurumsal kimliğini devam ettirebilmesi kesinlikle liyakat meselesinin hemen her alanda uygulanmasıyla mümkün olur.

İşin uzmanlarının, bir işin başına getirilmesi ve temel ihtiyaçlarının karşılanması sonucunda başında bulunduğu kurumun işleyişini sürdürmesinin beklenmesi de liyakat meselesiyle alakalıdır. Hakkı ve liyakati olmadan başa gelenlerin kurumsal kimliğe verdikleri zararın görülmesi için illa bu alanın uzmanı olmaya gerek yok.  Basit bir örnekle geçmiş yıllarda temel eğitimden yüksek öğretime verilen eğitim ile buralarda istihdam edilen akademisyenlerin başarı ortalamasına bakılması bahsettiğim konunun anlaşılması için çok basit ve somut bir sonuç verecektir.

Devletin temel görevi aslında: liyakat kurumuna dikkat ederek mevcut sistemde hak eden ve alanın uzmanı olan kişilerin yetkin oldukları kurumun başına getirilmesidir. “Bizden; Sizden’’ ayrımı ile yapılan atamaların sonucunda kurumsal çözülmenin görülmesi kaçınılmazdır. Üzerinden çok zaman geçmeyen Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın görevinden alınması hadisesi de atamaların siyasi sisteme kurban edildiğini göstermektedir. Harvard Üniversitesi, Orta Doğu Çalışmaları Merkezi Müdürü Cemal Kafadar’ı tarihçilerin hemen hepsi tanımakta, çalışmalarından faydalanmaktadır. Son çıkan haberlerde kendisinin görevden alınması- eğer medyaya yansıyanlar doğruysa- İsrail karşıtı söylemleri dolayısıyladır. Bunun gibi birçok örnek mevcuttur. Bu gibi siyasal kararlar akademianın içine siyasetin girmesine ve dolayısıyla bilimsel çalışmaların güdümlü yapılmasına sebep olmaktadır.

Üniversite dediğimiz kurumlar; bilimsel çalışmaların yapıldığı, siyasetin veya diğer hiçbir gücün müdahale sahası olmayan özerk yapılardır. Tersinin istendiği durumlarda maalesef; araştırmacılar veya akademisyenler kendilerine özgür düşünce ortamının verildiği alanları tercih etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum ‘Beyin göçü’ denilen göç olayına sebep olmaktadır. Çünkü bu insanlar, kendilerini düşünce açısından kısıtlandıkları alana ait hissetmiyor, daha özgür bir ortamın hayalini kurmak zorunda kalıyorlar.

Beyin göçünde sadece insanların fiziksel anlamda yer değiştirmeleri söz konusu değildir. İnsanlar, alıştıkları yerden bir başka yere göç ederken hayallerini de taşımak zorunda kalmaktadır.  Kısa zaman önce İngiltere’ye giden bir arkadaşımla sosyal medya üzerinden yaptığım görüşmede bunu açık bir şekilde görme imkanı buldum. Kendisi makine mühendisi, yaptığımız konuşmanın tüm detaylarını iznini almadığım için burada vermeyeceğim.

Konuşmamız esnasında, Türkiye’den hiçbir şekilde gitmek istemediğini, fakat bazı hayalleri olduğu için gitmek zorunda kaldığını belirtti. Bu hayallerin en büyüğü elbette maddi anlamda ilerlemek…  Fakat gittiği yerde de bu sefer aklının Türkiye’de kaldığını, sürekli özlem duygusu yaşadığını ifade etti. Maddi herhangi bir problem yaşamasa kesinlikle ülkesinden çıkma niyetinin olmadığının altını çizdi.  Birçok kuruma özgeçmişini sunmuş olmasına rağmen Türkiye’de herhangi yerden olumlu dönüş almamıştı. Şu an çalıştığı yerde maddi anlamda herhangi kaygının olmadığını ifade eden arkadaşım, kısa süre sonra şirkete bağlı başka bir ülkeye bulunduğu pozisyonun üstüne çıkarak geçeceğini de ilave etti.

Türkiye’de birçok kuruma başvuru yapan bu gencin, dışarıda başka bir ülkeye gitmesi bizim için kayıp değil midir?  İstemediği halde başka bir ülkede sırf maddi açıdan rahat olduğu için bulunması da arkadaşım için olumsuz bir psikolojik durum değil midir?

Temel problem, ülkede liyakat meselesinin göz ardı edilmesi ve işin ehli olan kişilere gerekli desteğin verilmemesidir. Ülke olarak temel gayemiz tersine beyin göçünü oluşturmak, ülkedeki iş gücünü yine ülkeye kazandırmak olmalıdır…